‘ATK cunta sonrası tümüyle iktidara bağlı bir yapılanmaya dönüştü’

  •  ‘’Bugün hapishanelerde vücutlarına kızgın yağlar dökülen mahpuslar yok diye hapishanelerin azap çektirmeyen yerler olduğunu düşünmek ya da hapishanelerin cezalandırma tarihinde bir reform olduğunu düşünmek devletler tarafından tam olarak istenilen şey. Çünkü hapsetmek devlet aygıtı için çok kullanışlı bir yöntem.’’

 

  •  ‘’Türkiye’de de 12 Eylül Darbesi sonrasında cunta, Adli Tıp Kurumu (ATK) yapılanmasını yeniden düzenleyerek tümüyle iktidara bağlı bir yapılanmaya dönüştürmüştür.’’

 

  • ‘’Hasta mahpuslar için şu anda bırakalım ulaşılabilecek en mükemmel sağlık halini, yaşamak için asgari şartların dahi sağlanamadığı, devletin mahpusların temel haklarını koruma sorumluluğunu yerine getirmediği ortada.’’

MIHEME PORGEBOL

 

Türkiye hapishanelerinde tutulan hasta tutsaklar ve onlar üzerinden uygulanan politika senelerdir hem sivil toplumun hem de kamuoyunun gündeminde. Onlarca yıldır birçok alanda gündeme gelen bu konuda bugüne dek herhangi bir iyileştirmeye gidilmediği gibi bu konunun çözümü, iktidarların aktüel politikaları gereği gittikçe çözülmesi zor bir hâl almaya başlıyor. Bu çerçevede günden güne daha da insanlık dışı ve hukuksuz bir hal alan ATK raporlarındaki hukuksuzlukları, son dakika tahliyelerini, hapishanelerin insan sağlığını tehdit eden koşulları Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) Hukuk Danışmanı Av. Esra Erin ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu Üyesi Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer'le konuştuk.

 

İHD verilerine göre 1500'ü aşkın hasta tutsak var zindanlarda. Gerek tutsakların beyanı, gerekse de alanda çalışan sivil toplum örgütlerinin açıklamalarından ötürü bu sayının çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Türkiye'deki hapishaneler bireyin sağlığı açısından neye tekabül ediyor? Genel olarak hapishane koşullarından bahseder misiniz biraz. Hapishaneler nasıl yerler?

Esra Erin: Aslında Türkiye’deki hapishaneler; Türk, Sünni, hetero, sağlıklı erkeklerin tutulması düşüncesiyle tasarlanmış yerler. Dolayısıyla Türk, Sünni, hetero, sağlıklı erkekler dışındaki mahpusların ihtiyaçları hapishanenin koşulları açısından farklılaşabiliyor ve bu ihtiyaçların karşılanmaması çoğu zaman insanlık dışı muamele veya işkenceye sebep oluyor. Örneğin soruda bireyin sağlığını sormuşsunuz ve bu da bizi hasta mahpuslara götürüyor. Adalet Bakanlığı’nın hapishaneler konusunda birçok veriyi paylaşmaması sebebiyle hasta mahpusların sayısını tam olarak bilemiyoruz. Ancak sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’de bulunan 369 hapishanenin her koğuşunda, her hücresinde tutulan mahpusa ulaşmasının mümkün olmadığını da göz önünde bulundurup ulaşılan sayıların çok üstünde hasta mahpus olduğunu unutmamak gerekir. Hasta mahpusların yeterli tedaviye erişim sağlayamadıklarını yani ihtiyaçlarının karşılanmadığını ise hem meslek örgütleri ve alanda çalışan kurumların raporlarından hemde neredeyse her hafta bir hasta mahpusun vefat haberinin çıkmasından biliyoruz. Kaldı ki Türkiye 2000'lerin başından bu yana Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında en yüksek tutuklu ve hükümlü sayısına sahip ülkelerin başında gelen bir ülke. Sadece kapasite sorunuyla dahi hapishanelerde yeterli tedaviye erişimin sağlanamayacağı ortadayken ve hapishanelerde pandemi sürecinden öncede hasta mahpusların tedaviye erişiminde ciddi zorluklar varken pandemi ile birlikte bu süreç artık hapishane idarelerince yönetilemez bir hal aldı ve birçok mahpus tedaviye erişemediği için hayatını kaybetti. Dolayısıyla hapishanelerin şu anda hasta mahpuslar açısından doğrudan yaşam hakkını ihlal eden yerler olduğunu söylemek mümkün.

Bilindiği üzre kapatılarak cezalandırma biçimi diğer cezalandırma biçimlerinden çok daha sonra keşfedildi. Bu cezalandırma biçimiyle tutsağın dünyayla bağı kesilerek insan-dışılaştırılıyor. Oysa hasta tutsakların durumuna baktığımızda onlar üzerinde hem eski hem de yeni cezalandırma biçimleri uygulanıyor. Bu cezalandırma biçimlerini tarihsel çerçevede nasıl yorumlamalı?

Esra Erin: Michel Foucault’un Hapishanenin Doğuşu kitabı 1757 yılında kral olan babasını öldüren Damiens’in halkın gözü önünde azap çektirilerek vahşice öldürülmesi anlatısı ile başlar. Damiens, şehrin merkezinde yer alan Grève Meydanı’nda memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekildikten sonra kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ ile kükürt gibi maddeler dökülerek, sonra da bedeni dört ata çektirilip parçalatılarak ve en sonunda vücudu ateşte yakılarak öldürülen bir “suçlu”. Kitabın devamında bu cezalandırma biçimi en başlarda insanlara seyirlik birer sahne gibi geliyorken zamanla bunun insanlık dışı bir yöntem olduğuna kanaat getirilmesi sebebiyle “cezalandırmanın” ya da acı çektirme sanatının daha ağırbaşlı, daha incelmiş, daha gizli kapaklı ve gözle görülür hallerinden uzaklaştırılmış bir acılar oyununa yani hapishane sistemine çevrilmesi anlatılır. Bugün hapishanelerde vücutlarına kızgın yağlar dökülen mahpuslar yok diye hapishanelerin azap çektirmeyen yerler olduğunu düşünmek ya da hapishanelerin cezalandırma tarihinde bir reform olduğunu düşünmek devletler tarafından tam olarak istenilen şey. Çünkü hapsetmek devlet aygıtı için çok kullanışlı bir yöntem. Oysa hasta mahpuslar açısından bugün de azap çekmede değişen pek bir şey yok. Kamuoyunun da bildiği Mehmet Emin Özkan örneği bunun yeterli kanıtıdır. Bunun 18. Yüzyılda Grève Meydanı’nda yaşanan olaydan daha insani olduğunu düşünmüyorum. Bugün Mehmet Emin Özkan gibi, çoklu hastalıkları sebebiyle temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta güçlük yaşayan buna rağmen hapishanelerde tutulan, tedavilerine kelepçeli olarak götürülen, tedavileri sırasında hasta yatağında günlerce kelepçeli olarak tutulan yüzlerce hasta mahpus var. 

Siz Adli Tıp uzmanısınız. Adli Tıp’ın ağır hasta tutuklulara ‘cezaevinde kalabilir’ raporu vermesini sadece neyle açıklayabiliriz? Adli Tıp Kurumu ‘hasta tutsaklar’ konusunda nasıl bir rol oynuyor, insan sağlığı öncelikli mi yoksa resmî ideoloji öncelikli bir yapıya mı sahip?

Ümit Biçer: Bu soruyu adli tıbbı tanımlamadan, adli tıbbın hangi gereksinimden kaynaklandığı ve nerede konumlandığına bakmadan yanıtlamak eksik olur.
Devlet aygıtı neyin suç olduğuna, nasıl değerlendirileceğine ve nelerin dikkate alınıp, nelerin dikkate alınmaması gerektiğini belirlemek için normlar ve kurallar oluşturur. Toplumsal yaşamı düzenlemek ve denetlemek için kullanılan bu norm ve kuralların uygulanması ve yorumlanması sürecinde hukuk bilgisiyle çözülemeyen konular ve olaylarla karşılaşıldığında farklı alanların bilgi ve deneyimine ihtiyaç duyulmaktadır. Adli tıp da bu anlamda hukukun sağlık alanında gerek duyduğu bilgiyi sağlamak için gerekli olan disiplindir.
Otoriter yönetimlerin belirgin olduğu coğrafyalarda iktidarlar suçlandığı durumlarla karşılaştığında verilen kararların ve yapılan değerlendirmelerin hakikati açıklamak yerine teknik açıklamalar ve yorumlarla sınırlı kalmasını, bu sorumluluğunu örtmesini bekler. Bunun için kendine bağlı kalacak kişilere ve yapılanmalara ihtiyaç duyar.  Türkiye’de de 12 Eylül Darbesi sonrasında cunta, Adli Tıp Kurumu (ATK) yapılanmasını yeniden düzenleyerek tümüyle iktidara bağlı bir yapılanmaya dönüştürmüştür.

Hasta mahpusların durumu ele alındığında ATK’nın, hasta mahpuslarla ilgili verdiği kararlarda objektif ölçütler geliştirmek için yeterli çabayı göstermediği, bilimsel standartları ve alanın etik kavramlarını tanımlamak ve uygulamaktan kaçındığı, yaşam hakkı ve insan sağlığını esas alan değerlendirmeler yerine adeta hakim yetkisi kullanarak hukuki kararlar verebildiği, hukuksal olarak tanımlanan çerçeveleri de oldukça dar yorumladığı anlaşılmaktadır. Hasta mahpuslarla ilgili ATK’nın kamuoyuna yansıyan kararları bilimsel standartlar ve etik tutum boyutuyla değil iktidarın özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerle ilgili tutumuyla örtüşmesi yönünden dikkat çekmektedir. Hapishanelerin mevcut koşullarının insan sağlığı üzerindeki etkileri, sağlığa erişimde yaşanan güçlükler, kronik hastalıkların tanı ve tedavi süreçlerini de içermesi beklenen tıbbi durumlar yerine ilgili yasal mevzuatın sınırları içinde yorum yapılması uygulamada hasta mahpuslar yönünden sağlığın bozulmasına ve yaşam hakkını tehdit eden durumlara yol açmaktadır. 

Ayrıca bu kurumun tek ve tartışılmaz bir otorite olarak kabul edilmesi, bilimsel ölçütler ve deneyim yerine otoritenin gücüne ve takdirine bırakılması, bu kurumların otoriteden bağımsız hareket edip karar verebilmesini engelleyerek otoritenin kullanışlı bir aygıtına, tamamlayıcı bir parçasına dönüştürmektedir. 

Devletin bazı durumlarda her kesimden insanın tepkisini alacağını bilmesine rağmen, söz gelimi %72 engelli, 4. evre kanser hastası Ayşe Özdoğan’ın tutuklanması gibi durumlarda, aldığı kararları ne ile açıklayabiliriz. Bu basit bir tabirle inatlaşma mı yoksa öldürme saikiyle yapılan bir hareket mi?

Ümit Biçer: Oldukça ağır bir cezalandırma aracı olan özgürlüğünden yoksun bırakma, son yıllarda tutuklanmayı gerektirmeyen durumlarda dahi ilk seçenek olarak düşünülüp uygulanıyor. Bu durum mevzuata rağmen sanık hakları ve masumiyet karinesi ilkesine uyulmadığını ve hukukun bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığını düşündürüyor. Cezai yaptırım öncelendiğinde de beraberinde adil yargılanma hakkı, yaşama, sağlığa erişim, işkence ve kötü muameleye karşı korunma hakları ihmal edilmeye/yok sayılmaya başlanıyor. Hukukun insan yaşamını ve sağlığını esas alması beklenir.  İnsanı öncelemeyen, ilkel öç alma duygusuna tekabül eden karar ve uygulamalar ise insanın, insanlık onuru ve hukukun tanınmayarak ihlal edilmesidir. Devlet ceza yaptırımını öç almak için değil toplumsal yaşamı korumak ve suçların bir daha işlenmesinin önüne geçmek için uygular. Buna karşın demokratik hakların çiğnendiği, toplumun ötekileştirme ve düşmanlaştırma söylemleriyle kutuplaştırıldığı, terör tehdidiyle güvenlikçi politikaların hakim kılındığı dönemlerde iktidarlar baskı ve cezalandırma davranışlarına sıkça başvurmaktadır. Toplum vicdanını rahatsız eden, bir cezalandırmadan çok öldürme saikiyle yapıldığını düşündüren uygulamaları insanın ilkel zaafları gibi ele almak yerine iktidarın yapısına ve uyguladığı politikalarla ilişkilendirmek ve otoriter yönetimlerin bu uygulamalara daha sık başvurduğunu ve yapısal bir özelliği olarak sürdürdüğünü hatırlamakta yarar var.

Son birkaç yıl öncesine kadar da ‘hasta tutsaklar’ denildi mi akla sadece Kürt ve devrimci tutsaklar geliyordu. Fakat bu konuda son yıllarda Fethullah Gülen Cemaati’ne üye olmak suçlamasıyla gündeme gelen isimler de var. Hatta eski bir polisin plastik sandalye üzerinde can verdiğini gösteren fotoğrafı epey gündem olmuştu. Gülen Cemaati’nin muktedir olduğu yıllarda ise Ergenekon davasından tutuklu olanlarla ilgili benzer örnekler yaşanmıştı. Olası AKP sonrası bir T.C.'de buna benzer başka mağduriyetler yaşanmaması için ne gibi tedbirler alınmalı, ne yapılmalı?

Ümit Biçer: İşkence ve kötü muamele uygulamaları iktidarlar eliyle yaygınlaştırılmakta, ötekileştirilen ve düşmanlaştırılan kesimlere ayrı bir hukuk dayatılmaya ve bu uygulamalar meşru kılınmaya çalışılmaktadır. İktidarın ötekileştirdiği, düşmanlaştırdığı topluluklar azalmamış aksine iktidarın yeni grup ve toplulukları hedef almasıyla daha da çoğalmıştır. Bugün hapishanelerde alıkonulan ve iktidara biat etmeyenlere yönelik yaşam hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı ihlalleri sürmekte, sorumlular korunarak cezasızlık uygulamalarına devam edilmekte, görünür kılınarak da toplum üzerinde baskı ve korku yoluyla iktidarın devamı sağlanmaktadır. 

İktidarların biat ve imha politikalarının demokratik ve barış içinde birlikte yaşama duygusunu zedelediği, insanlığın bugüne kadar yarattığı ortak değerlerde aşınma yarattığı da bildiğimiz bir gerçek… Bu doğrultuda bugüne değin olduğu gibi insan hakları mücadelesinin temel ilkeleri hatırlanarak, insana ve insanlık onuruna yönelik her türlü saldırının kabul edilemez olduğu, toplumsal bir barışın sağlanabilmesi için hakikati görünür kılacak, adaleti gerçekleştirecek, onarımı içerecek ve bir daha bu ve benzer suçların işlenemeyeceği ısrarla söylenmeli ve mücadeleye devam edilmelidir. 

‘Bu toprakların mayasında ırkçılık yok’ özellikle ırkçılık yapanların kullandığı yaygın bir söylem. Hasta tutsakların büyük çoğunluğunun Kürt olmasını ‘ırkçılık’ dışında ne ile açıklamak mümkün? İşin içine ‘terör’ kavramı girdiği zaman bu ‘ırkçılık’ ortadan kalkıyor mu?

Esra Erin: Aslında hukuk düzeni ile “terörizm istisnası” arasındaki ilişki ve sınırları hâlâ tartışma konusu. Ancak genel olarak “terörizm” kavramının egemenler açısından çok kullanışlı bir kavram olduğunu; güvenlik gibi genel bir söylem aracılığıyla hukuk düzeni ve modern demokrasilerin askıya alındığı bir durumu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu durum hukuk düzeni içerisinde anormal ve bireysel bir durum. Osman Gazi Ertekin, modern demokrasilerin “terörizm istisnası” yaratmak suretiyle hukuk düzeninin ötesinde bir yerde bir egemen karar merciine bağlanmasını egemenliğin paradoksunu aşmak olarak tanımlar. Çünkü kendisini esas olarak bir kural ile bağlı görmeyen egemen, herhangi bir “kural”ın dışına çıkışın siyasal sınırlarını istisnayı belirleme hakkını kullanır. Türkiye’de de özellikle son süreçlerde yapılan infaz düzenlemelerinde sık sık bu “istisna halinin” kullanıldığını ve siyasi mahpusların birçok düzenlemede kapsam dışı bırakıldığını görüyoruz. Bu düzenlemelerde siyasi mahpusların kapsam dışı bırakılmasının gerekçesi ise yine kamu güvenliği gibi muğlak kavramlar. Madde gerekçelerinde böylesine muğlak kavramlar yazılınca tartışma hukuk sınırlarından çıkarılıp muğlak bir alana taşınıyor ve bir süre sonra o alanda gözden kayboluyor maalesef.

Ancak Adalet Bakanlığı tarafından hasta mahpuslara ilişkin veriler açıklanmadığı için ve elimizde net veriler olmadığı için hasta mahpusların çoğunlukla Kürt yurttaşlar olduğunu söylemek yanlış olabilir. Basına yansıyan mahpusların çoğunlukla siyasi mahpuslar olduğunu görüyoruz bu çok doğru ancak bunu siyasi mahpusların hak bilinçlerinin adli mahpuslara göre daha fazla olması ile açıklayabiliriz. Bu belirsizliğin ortadan kalkması için ve elbette kamuoyunun bilgi alma hakkı gereğince Adalet Bakanlığı’nın hapishaneler konusunda verileri şeffaf bir şekilde açıklaması gerekir.

Son olarak "son dakika tahliyeleri" diyebileceğimiz, tutsaklar ölüm eşiğine gelmişken çıkan tahliyeleri sormak istiyorum. Hapishanelerde gerçekleşen ölümler uluslararası sözleşmeler bağlamında devletin sorumluluğundadır. Devlet ölüm eşiğine getirdiği tutsakları neden son dakikada tahliye ediyor? Uluslararası sözleşmeler bağlamında yorumlarsak bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

Esra Erin: Öncelikle hapishanede tutulan herkesin, her mahpusun yaşam hakkını koruma, tedaviye erişimini sağlamak devletin yükümlülüğü altında. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre devletler, sağlık problemi sebebiyle hayatını kaybeden bir mahpusun ölüm nedeni ve ölmeden önce ona uygulanan tedavi hakkında açıklama yapmalıdırlar. Orada bir mahpusun tıbbi yardıma ulaşımını engelleyen en ufak bir eksikliğinde bile, mahkeme nezdinde yaşam hakkı ihlalini gündeme getirir. Dolayısıyla hasta mahpusların tedaviye erişim sağlayamaması sebebiyle hayatlarını kaybetmelerinde devletin başta yaşam hakkını ihlali ile sorumlu tutulacağı; yaşanan sürece göre işkence yasağını ihlalden de sorumlu tutulabileceğini belirtmek gerekir. Uluslararası mekanizmalar karşısında mahpusların vefat sürecine ilişkin açıklama yükümlülüğünden kurtulmak için son zamanlarda hasta mahpusların ölümleri kesinleşince senin de dediğin gibi son dakikada tahliye edilmeleri gibi durumlar yaşanıyor. Oysa bu son dakika tahliyeleri Türkiye’yi yaşam hakkı ihlallerinden sorumlu olmaktan kurtarmayacaktır. Zira çoğu hasta mahpusun yaşamını kaybedecek aşamaya gelene kadar hapishanede tutulduğunu ve hapishanelerde tedaviye erişim engeli sebebiyle hayatını kaybettiği apaçık ortada. Son dönemlerde bu şekilde hayatını kaybeden birçok mahpus var. Temel insan hakları metinlerinde kişinin mümkün olan en mükemmel sağlık haline sahip olmasının temel insan haklarından biri olduğu vurgulanır. Oysa hasta mahpuslar için şu anda bırakalım ulaşılabilecek en mükemmel sağlık halini, yaşamak için asgari şartların dahi sağlanamadığı, devletin mahpusların temel haklarını koruma sorumluluğunu yerine getirmediği ortada. Daha fazla ihlalin yaşanmaması için hasta mahpuslara uygulanan bu insanlık dışı muamelelere bir an önce son verilerek Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmeler ve Mahpuslara Muameleye Dair Birleşmiş Milletler Asgari Standart Kurallarına (Nelson Mandela Kuralları) uygun olarak yükümlülükler yerine getirilmeli.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.