Bir tutsağın penceresinden korona günleri

  •  “Yatışın bugün olacağını bilmediğim için hiçbir eşyayı getiremedim. Odanın sık tellerle örülmüş penceresinden dışarı bakmak için pencereye yöneliyorum. Kocaman bir duvarla karşılaşıyorum. Duvarın üstü dışarıdan demir parmaklıklarla örülmüş. Çömelerek daha yukarıya bakıyorum. Bir avuç gökyüzü var.”

SOYDAN AKAY

I.
Martın ikisinde prostat kanseri tedavisi için hastaneye yatışım yapılıyor. Şu an Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin hasta mahpus (tek kişilik) odasındayım. Haftanın beş günü, günde onar dakikalık tedavi seanslarıma gireceğim. Toplamda otuz sekiz seanslık bir tedavi öngörülüyor.

Burada neredeyse iki ay kadar nasıl dayanabileceğimi kara kara düşünüyorum. Volta atacak yer bile yok. İçerisi eşya dolu. Tekerlekli bir yatak, çekyatlı koltuk (refakatçiler için), üzerinde “solunabilir” yazan, benimle aynı boyda bir oksijen tüpü, tahta bir komodin ve üzerinde doksanlardan kalma Beko marka otuz yedi ekran televizyon, büyükçe bir elbise dolabı, hareket ettirilebilir yemek masası, çöp kovası ve el-yüz lavabosu. Burada bir şey eksik: Tuvalet! Nöbetçi personele soruyorum: “İhtiyacın olduğunda kapıyı çal, biz seni çıkarırız” diyor. Tuvalet dışarıda!

Yatışın bugün olacağını bilmediğim için hiçbir eşyayı getiremedim. Odanın sık tellerle örülmüş penceresinden dışarı bakmak için pencereye yöneliyorum. Kocaman bir duvarla karşılaşıyorum. Duvarın üstü dışarıdan demir parmaklıklarla örülmüş. Çömelerek daha yukarıya bakıyorum. Bir avuç gökyüzü var. Dışarıda odanın üst katına monte edilmiş bir motorun sesi geliyor. Hiç durmuyor. Baş ağrıtıcı bir ses.

Odanın içerisini iyice inceledikten sonra kumandayı alıp televizyonu açıyorum. Karıncalı bir ekran. Nasılsa yapacağım bir şey yok, biraz uğraşayım diyorum. Bir süre sonra karşıma bir liste çıkıyor. Uydu kanalları, radyolar… Hiç çaktırmadan kanal listesini tarıyorum. Bu da ne?! Sterk TV, Zarok TV, Radyo Welat! “Ok”luyorum sırayla: “Sinyal yok!” Haylolooo! Kanalların çoğu böyle, şifreli. Sevincim kursağımda kalıyor.

II.
Silivri’den (5 no’lu) elbiselerim, kitap, kağıt ve kalemlerim geldi. Kitaplar bu durumda en iyi arkadaşlardır. 28 yıllık hapishane yaşamımda en büyük tanıklarım onlar. Onları okurken çokça okunduğumun farkındayım. Günde, buraya on dakika uzaklıktaki radyasyon onkolojisi servisine gidip gelmek dışında bir işim yok.

III.
Yakın bir yerden boğulurcasına öksüren ve kusmaya çalışan birinin sesiyle irkiliyorum. Yaşam savaşı veriyor adeta. Elimdeki kitabı bırakarak kulak kesiliyorum. 5 Mart, saat 22:30. Nefes alamıyor mu acaba? Bir kadın sesi “Kusmaya çalış” diyor. Kısa bir süre sonra ses kesiliyor. Belki de öldü. Çünkü korkunç bir sessizlik oldu. Sanki zaman durdu.
Sessizliği bir kadının kahkahası bozuyor: “Şero, Şero! Hey Şero!” diyor kahkaha atarak. Dinmek bilmez bir kahkaha. Az önceki ölüm sessizliğini üzerimden atarak gülümsüyorum. Kadının kahkahası motorun sesini bastırıyor. Neyse deyip yatağıma oturuyorum. Tam kitabı elime alacakken bir ananın feryadı adeta geceyi tutuşturuyor: “Evdila, lavo lavo laje min, Evdila…”

Tüylerim diken diken oluyor. Az önce okuduğum “Dilin En Güzel Tarihi” adlı kitabı ananın dilinden dökülen, ana dilimin en acılı kelimeleriyle kapatıp ayağa kalkıyorum. Acıyla kahkaha iç içe geçiyor. Kadının kahkahası ile ananın ağıdı yaşamın bir ironisi gibi kulaklarımda çınlıyor. Erkekler Kürtçe ve kısık bir sesle anayı sakinleştirmeye çalışıyorlar. Ölüm ise bir türlü kadının kahkahasını durduramıyor, sakinleştiremiyor. Sanki çokça çekilmiş çileli bir hayata, bu kente bir cevap niteliğinde bu kahkaha. Ne yapabilirim diye odada öylece durmuş bekliyorken ikisinin de sesi kesiliyor. Kısa sürüyor sessizlik. Genç bir kadının “Li min, li min, li min!” diye kısık bir sesle ağıt yaktığını duyuyorum. Gözlerim doluyor. Karanlık pencereye bakıyorum. Kimdi Evdila? Nereden ve niye yolu düşmüştü bu kente? Neler yaşamıştı acaba? Bulabilecek miyim, bilebilecek miyim öyküsünü?

Kadının kahkahası daha da yüksek bir tonda patlıyor: “Şero, ax Şero!” Ölüm ve kahkaha aynı zaman ve mekanda. İkisi de Kurdili makamda, yanıbaşımda. Belki kahkahanın temelinde derin bir acı var, kimbilir. Kadının öyküsü neydi? Şero kimdi? Nereden bileceğim…

Yatağa oturuyorum. Benden önce kaç kişi yattı acaba yatakta ve kaç kişi öldü acaba? Yatak öykülerle dolu. Uyumaya çalışacağım. Işıkları söndürmek yasak, hem de gece, gündüz. Bedenim yatağın plastiğine terleyerek yanıt veriyor. Çok terliyorum. Yarım yamalak uyumaya çalışıyorum işte. 

IV.
Hastahaneye yatış ihtimalim olabilir diye birkaç gün öncesinden Bayburt Hapishanesi’ndeki Sarya hevale bir mektup yazıyorum. 

V.
Sanırım 9 Mart akşamıydı. Nöbetçi personel odamın kapısını açıp telaşla “Korona gelmiş” dedi, gülümsedim, “Ciddi söylüyorum. Senin bitişiğindeki odadalar. Dışarı çıkamıyoruz.” Kuşkuyla yaklaşıyorum. Acaba taburcu olup gitmem için mi söylüyor diyorum kendi kendime “Devlet sizsiniz. Nasıl olacaksa öyle yapalım. Paniğe de gerek yok” diyorum. Sadece bilgim olması için belirttiğini söyleyip kapıyı kapatıyor. Kulağımı bitişiğimdeki odanın duvarına dayıyorum. Çok hafif sesler geliyor. Korona mı gelmiş, bir kimse mi gelmiş? Belli değil. Gülüyorum. Gülüyorum. Kitap okumaya devam. Saat 24’e doğru televizyonu açıyorum, ekran kıpkırmızı: “Koronavirüs İstanbul’da!” Bakanlık Senegal asıllı Fransız bir yurttaşın karantinaya alındığını belirtiyor. Haberi şöyle vermezler ki: “Korona eski bir mahkumun hemen bitişiğinde!” Haberden sonra kulağımı duvara dayıyorum bir kez daha. Atmışlar büyük ihtimalle oraya, kimse sormuyor. Ertesi gün tedavi için kaldığım odadan çıkarken beyaz tulumlu, maskeli bir ekip odayı ve koridoru hummalı bir biçimde dezenfekte ediyorlardı. Koronayla kapı komşusuymuşum. Burası yoğun bakım ve acil bölümü. 

VI.
11 Mart. Gece saat 2. Rüyayla uyanıyorum. Uyuyamayınca televizyonu açıyorum: “Son Dakika! Türkiye’de ilk korona vakası!” Yatağımda oturup altyazıları okuyorum. Bence ilk vaka geçen gün ölen Evdila idi. Ölümcül bir öksürük tutmuştu. Zatüre deyip geçmişlerdir.

VII.
Radyasyon onkolojisinin kapısındayız. Sıra bekliyorum. Ak saçlı bir teyze duruyor orada. Normalde biz geldiğimizde sivil polisler ve askerler kimseye izin vermiyorlar. Bugünkü vardiya ses çıkarmıyor. Teyze askerlere ve personele beni kastederek “Kim bilir ne yaramazlık yapmıştır” demez mi? “Ne yaramazlığı teyze ben siyasi bir tutsağım” diye atılıyorum söze. Teyzenin gözlerinin içi gülüyor. Şöyle söylüyor gözler: “Anlamak ve emin olmak için sordum.” Asker “Teyze onun durumu farklı” der demez içeriden bir ses teyzeyi çağırıyor. Teyze içeri giriyor. Koluna girdiği yaşlı bir adamla dışarı çıkıyor, biz içeri girerken.

Ertesi gün bir kez daha aynı saatte teyzeyle karşılaşıyoruz. Konuşmaya başlıyor: “Ben de babam için bekliyorum. Altmış beş yaşında. Akciğer kanseri. Köy ürünleri dışında beklemedik, beslemiyoruz. Biz Malatyalıyız.” Bu günkü nöbetçi de Malatyalı. Hemen soruyor neresinden falan. Kadının ismi mi, soyismi mi “Güzel” bilmiyorum ama yüreği çok güzel. İçeriden çağırıyorlar. Onlar çıkmadan biz giriyoruz. Babasının elbiselerini giydiriyor. Geçmiş olsun diyorum. Babasının az önce uzandığı yere ben uzanıyorum. Babam geliyor aklıma, akciğer kanserinden yaşamını yitirdi, ben tutsaklıktan. Ak saçlı teyze aslında yüreğime dokunuyor. Ellerim özgür olaydı da sarılaydım kendisine bir güzel sohbet etseydik. Bir roman tadında dinleseydim. Benim öykümün peşinde. Sohbet ettiğim an kendisini uzaklaştırırlar.

VIII
Bugün 20 Mart 2020. Bu hücrede kadının kahkahasına tanık olacağımı nereden bilecektim. Gelin görün ki yüksek sesle olmasa da beni bir gülme tuttu anlatamam. Asker şeffaf mazgaldan bakıp gidiyor. Gözlerim yaşardı gülmekten. Mesele şu: Haberleri izliyorum. Hem de haberlerin ilki. Bir bombalı saldırı haberi veriliyormuş gibi. Bir kahve ya da dükkanın önünde ayrı ayrı masalarda oturmuş sohbet eden bir grup erkek var. Aralarında biri şiddetli bir biçimde hapşırıyor. Bomba atılmışcasına hepsi kaçışıyorlar. Hapşıran da tam anlamamış olacak ki kaçmaya başlıyor. Meğerse korona korkusuymuş! Ah korona ah! Gelenek diye bir şey bırakmadın. Kimse artık birbirine “Çok yaşa haşmetlim!” diyemiyor. Çünkü karşıdakinin “Berhudar ol evladım, sen de gör!” demesinden korkuyor.

IX.
Koronanın iptal ettiği bayram Newroz oldu. Newroz ki, bir direniş, zafer bayramı olduğu kadar Doğa (Xweza) bayramıdır da. Zaferiniz, özgürlüğünüz ve doğayla uyumlu yaşamanız yoksa bayramınız da olmaz. Ama işte geçmişin zafer ve özgürlük duygusundan kendini yeniden var etmek toplumsallığın bir gereğidir. Kutlamanın manası budur. Varlığını anma, yaşama ve özgürleşme…
Mazgala Kommageneli bir leşker geliyor: “Televizyonda Newroz var mı?” diyor. Gülümsüyorum, o da gülümsüyor. Aslında Newrozlaşıyoruz. Yine de dile geliyor duygu: “Newroza tê pîroz be!” Aynen diyor. Tuhaf değil mi? Tutsak bir Kürt ile leşker bir Kürt Newroz’u kutluyor. Hakikat kendini her yerde farklı görünümlerde hissettiriyor.
Kalbi özgürlükle, demokrasiyle, komünalite ve eşitlikle çarpan herkesin Newroz Bayramı kutlu olsun!

X.
Dışarıdan bir ses geliyor, kulak kesiliyorum. Bir kadın “Baban da senin gibiydi ayyaş! Seni bu defa bırakacağım.” Telefonda konuşuyor olabilirler. Karşıdakinin sesi yok. Kadın “Yine de düzelirsen kararımı gözden geçirebilirim” diyor. Ağır konuşuyor ama şans da tanıyor. Kadındaki adalete bak hele.

Geçen gün de adamın biri öylesine şiddetli bağırıyordu ki kadını döver gibi. O bağırdıkça kadının ağlaması artıyor. Manyakça ve alçakça bir de “Yakarım ulan hastahaneyi!” demez mi? Pencereye yönelerek “Alçağa bak hele kimse yok mu orada?” diyorum duyulur bir sesle. Ne olduysa içeriye herhalde birileri girdi. Biri bağıran adama bağırıyor kavgaya varan boyutlarda gürültüye yol açıyorlar. Az önce ağlayan kadın öylesine bir tonda bağırdı ki hastahanenin her yerinden duyuldu sesi: “Yeteri yeter, yeter!” Kavga durdu, sesler kesildi.

Yüreğimi yakan çığlık akşam geldi: “Babam, babam, babam… Babam gitti, gitti, gitti!” diye çığlık atan genç bir kadın. Ürperiyorum. Elimi kalbime koyuyorum, ses kalbimden geliyor gibi. Ruhum allak bullak “Babam, babam, babam… Yanında olsaydım bir şey olmayacaktı!” Kendini suçluyor. Dayanamıyorum ağlamalarına. Yatağa oturuyorum. Gözyaşlarım usulca dökülüyor yanaklarımdan yol alarak… Ses ve sözler o kadar tanıdı ki, ses kalbimden mi, ruhumdan mı, dışarıdan mı geliyor? Hastahanenin kirli battaniyesini üzerime çekip gözlerimi kapıyorum. Ses kesiliyor. Bir süre sonra aynı haykırışlar. Dizlerimi karnıma çekip başımı ellerimin arasına alıyorum. Sabaha doğru gözlerim kısa bir süreliğine uyuklayıp açılıyor.

XI.
Bugün 25 Mart. Hastahanede değil, hapishanede karantina odasındayım. Defterimi bugün alınca yazmaya başladım. 23 Mart’ta tedavi sonrası, her gün hastahaneye götürüleceğim söylenerek taburcu ediliyorum. “Durum bildiğiniz gibi değil” diyor komutan. Yolda komşularımdan Şaban’ı da getiriyorlar. Bacağından ameliyat olmuş. Ona soruyorum: “Sen de dün gece bir kadının çığlığını duydun mu?” Duyduğunu ve ağladığını söylüyor.

Bu odada karantinaya alınmamam gerektiğini söylediysem de görevli üst memura, “Karar böyle” diyor. Çünkü ben zaten iki yıldır tek kişilik bir odada siyasi bir karantinadayım. Spor yok, sohbet yok, kimseyle temas yok. Hastahaneye giderken bile çoğunlukla tek başıma tutuluyorum. Hastahanede tek başımayım. Kendi odama gideyim diyorum. Burada kalacakmışım. Neyse ki eşyalarımı ve bağlamamı getiriyorlar. Mekan açısından benim için değişen bir şey yok. Karantina odasının havalandırması yok. On kişilik bir oda. Geniş, hastahane odasına göre rahat. Uzun voltalar atabiliyorum. Bacaklarım açılıyor. Fakat burada üşüyorum. Eklem ve kas romatizması hastahane koşullarında bir ilerledi. Sağlık personeliyle konuşuyorum. Hastahaneye gitmemin mümkün olmadığını söylüyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.