Dışlananların ve hor görülenlerin gücü

Kadın Haberleri —

'The Power of the Dog' (Köpeğin Gücü) filiminden bir kare

'The Power of the Dog' (Köpeğin Gücü) filiminden bir kare

  • Konu başta da söylediğimiz gibi, iyilikle kötülük arasında. Erkeklerin ve kaba gücün dünyasında dışlananların, ezilenlerin, hor görülenlerin güçten ve öznelikten, karar alma gücünden azade olmadıkları hakkında. 

SUSAN WEINBLATT

2022 Oscar ödül törenlerine oyuncu Will Smith’in komedyen Chris Rock’a attığı tokat damga vurmuş gibi görünüyor, ancak bizim açımızdan bakarsak asıl damgayı Jane Campion “The Power of the Dog” filmiyle vurdu diyebiliriz. Tokat olayına gelince, siyah bir erkeğin uyguladığı ve patriyarkal bir arka plandan gelen bir şiddet beyazlar tarafından o kadar yanlış şekillerde eleştirilmiş görünüyor ki, bir noktadan sonra Will Smith savunulmaya başlandı. Me Too kampanyası sırasında (ve öncesinde) kadınlara yönelik cinsel şiddet uyguladığı ifşa olan ve ceza alan Harvey Weinstein’in beyaz ve zengin bir erkek olarak sahibi olduğu şirketin 81 tane Oscar’a layık görülmesi ve kimsenin bu konuda rahatsız görünmemesi, ancak Will Smith’in attığı tokadı görünce ayağa kalkması elbette eleştirilere konu oldu. Öte yandan bir erkeğe “sen benim evli olduğum kadına nasıl laf edersin” diye sahnede tokat atmak da, ne bileyim. Ne Oscar’ının geri alınmasını ne de hakkında bir şikâyet yoksa polise gidilmesini gerektirmeyecek bir hareket de olsa eleştirilmeye açık gibi görünüyor sanki.

Zehirli erkeklerin ve haklarında yapılan yorumların gölge düşürdüğü Oscar törenleri peki sütten çıkmış ak kaşık mı? Tabi ki değil çünkü yıllardır bu törenlere beyazlar ve erkekler damga vurdu. 94 yıllık Oscar tarihinde en iyi yönetmen ödülü sadece 3 tane kadına verildi. Bunlardan ilki 2010 yılında, yani ödüllerin 81. yılında “The Hurt Locker” filmiyle Kathryn Bigelow, ikincisi de geçen sene sayfalarımızda da yer verdiğimiz Nomadland filmiyle Chloe Zhao olmuştu. 2022 yılı itibariyle, Oscar almasından çok çok önce çağımızın en güçlü yönetmenlerinden biri olarak rüştünü çoktan ispat etmiş Yeni Zelandalı Jane Campion bu ödülü alan üçüncü kadın olarak tarihe geçti. 

.
Jane Campion

“The Power of the Dog” (Türkçesi: Köpeğin Gücü) filmine gelirsek; filmin tek kelimeyle mükemmel olduğunu söyleyebiliriz. İlk sahneden itibaren başarılı müzikleriyle yarattığı duygusal gerilim, Western filmlerine özgü hayvanların, insanların ve arka plandaki doğanın birbiriyle uyum içerisindeki hareketi ve hareketsizliği bizlere ilginç bir hikâyeye adım atmakta olduğumuzun işaretlerini veriyor. The Power of the Dog 1925 Montana’sında bir çiftlikte kovboyların arasında geçse de, aslında hem günümüze hem de aslında zamanın ötesinde bir çatışmaya dair bir film, iyiyle kötü, nezaketle kabalık, güzellikle zorbalık arasındaki sonsuz çelişkiye. Hem karakterler arasında, hem onların temsil ettiği değerler arasında, hem de her karakterin kendi içinde süregiden bir çelişki bu. 

Filmin başrollerinde zengin ailelerinden devraldıkları kovboy çiftliğini işleten Phil ve George kardeşlerde Benedict Cumberbatch ve Jesse Plemons, George’un evlendiği ve eve getirdiği kadın olan Rose rolünde başarılı performansıyla Kirsten Dunst ve Rose’un oğlu rolünde Kodi-Smit McPhee yer alıyor. Film, aynı isimle 1967 yılında Thomas Savage tarafından yazılmış romanın bir uyarlaması. Yazının bu noktadan sonrası filmin sonuna dair ipucu vermemeye çalışsa da filmi izlemek isteyenler için detaylı ipuçları içeriyor olabilir. 

Feministlerin bir kısmı uzun zamandır bizlere ataerkinin sorunlarını çözmemiz için erkeklik konusunu da çalışmamız, erkekliğin toplumsal kodlar içerisinde nasıl inşa edildiğini, hangi kırılganlıklar nedeniyle hangi saldırganlıkların oluştuğunu görmemiz gerektiğini söyleyip duruyor. Erkekliği yapı söküme uğratmanın bir yolunun da onu iyi anlamaktan geçtiğini ve bunu da en iyi feministlerin yapabileceğini bu filmle bir kere daha görüyoruz. 

Filmde, belli ki gençliğinde Bronco Henry isminde bir kovboya âşık olmuş, ancak kendi eşcinselliğini kaba kuvvet ve zorbalıkla bağdaştırmış ve Bronco Henry’nin ölmesiyle de birlikte etrafında kırılganlığa, feminenliğe, nezakete dair ne varsa korkunç bir kabalıkla saldırmaya karar vermiş Phil karakterini görüyoruz. Phil aslında zengin bir ailenin eğitimli bir oğlu, ancak üzerinden çıkarmadığı kovboy kıyafetleri ve sürekli attığı erkeklik nutuklarıyla, takım elbiseli ve kibar erkek kardeşi George’a tam bir tezat oluşturuyor. George ise onun bu zorbalıkları karşısında kibarlıktan asla ödün vermiyor, kardeşinin kazdığı kuyulara düşüp onunla erkeklik yarıştırmıyor. 

Phil, George’un evlendiği kadın olan Rose’a karşı büyük bir psikolojik şiddet uygulayarak kadını hayattan soğutuyor. Günden güne solan Rose, tıp okumakta olan oğlu Peter’in yanına gelmesiyle biraz hayat buluyor ancak Peter ile Phil’in arasında başlayan yakınlık da onu tedirgin ediyor. Çünkü Peter gösterdiği (onlara göre) “eksik erkeklik” performansı nedeniyle, sürekli Phil’in ve kovboyların homofobik laf atmalarına maruz kalıyor.

Jane Campion, seyirciye karşı o kadar acımasız ki bütün o pastoral estetik manzaranın içerisinde şiddeti tüm kabalığıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Phil’in başına geleceklerden habersiz boğalara uyguladığı “kastrasyon” (kısırlaştırma) işlemi büyük bir meydan okuma. Erkeklerin kadınlara duyduğu nefretin temel sebebi olarak anlatılan bu korku Jane Camipon’un elinde bir silaha dönüşüyor. Campion filmin sonunda bizlere öyle bir güzellik yapıyor ki, gösterdiği şiddet sahnelerini affediyoruz. Peter’in yerden koparıp cebine sıkıştırdığı ince bir çiçek dalı gibi, şiddet özsavunma ile karşılık bulduğunda, derin bir nefes verip rahatlıyoruz: çünkü insafa davet edilmiyoruz. Konu anlamak ve affetmek değil. Konu başta da söylediğimiz gibi, iyilikle kötülük arasında. Erkeklerin ve kaba gücün dünyasında dışlananların, ezilenlerin, hor görülenlerin güçten ve öznelikten, karar alma gücünden azade olmadıkları hakkında. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.