Diyaloji cesaret gerektirir: Kuru Otlar Üstüne

Kültür/Sanat Haberleri —

Kuru Otlar Üstüne filminden kare

Kuru Otlar Üstüne filminden kare

  • Samet’in içsel yolculuğunda sığındığı kuyular, yanaşmaya çalıştığı duraklar ve kaçtığı bütün gerilimler, ince bir titizlikle seyirciye doğrudan geçiyor.

BİLGE AKSU

Zorunlu hizmetini Hakkâri’de yapmış biri olarak, yaklaşık üç yıl geçirdiğim bu şehrin bendeki hissiyatı epey gel gitli oldu hep. Henüz gitmeden tanıdığım, sevdiğim ve kültürüne aşina olduğum bir yer olsa dahi, kendi küçük dünyamda orası, uzaktan bilinecek bir yerden ibaretti. Atamam yapıldıktan sonra elbette küçük bir şok yaşadım, fakat uzun sürmedi. Öğretmenliğin getirdiği idealizasyona teşne ruh halim, orada yapılması gerekenlerle meşgul tuttu zihnimi. Fakat aylar ve yıllar geçtikçe bu durumun zorlaştığını itiraf etmem gerek. Kaçak viskilerle kurulmuş küçük sohbet ortamlarında, neye isyan ettiğimi dahi bilmeden konuşup durduğumu hatırlıyorum. Hakkâri’de doğup büyümüş arkadaşlarımın bu anlardaki sessizlikleri, o zamanlar pek anlam taşımıyordu. Fakat bugünden bakınca, bir an önce İstanbul’a dönmek isteyen bana uzun süre katlandıklarını fark ediyorum. İnsan zihni böyle bir şey, alışkın olduğun yere döndüğünde her şey eskisi gibi olacak sanıyorsun ama insan nereye gitse, kendini de götürüyor gerçekten. Hakkâri’nin bana verdiği en güzel ders bu oldu.

Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne, işte böyle bir hikâyeyi öylesine içerden anlatmış ki, izlerken şaşkınlığa düşmekten alamadım kendimi. Zorunlu hizmet denen uygulamanın, çoğu örnekte buna benzer hisler yarattığını elbette biliyorum ama bu hikâyedeki benzerlik sayısı olağandan biraz fazlaydı. İdealist gibi görünen tutumların narsistik yanları hep var olmuştur. Bu hususta derin analizlere girecek değilim, ki yetkinliğim de yok. Ama filmdeki Samet karakteri, uzun yıllar boyu analizi yapılacak done sunuyor psikanaliz camiasına.

Erzurum-Muş arasında bir köy

Filmin genel hikâyesi, Samet adlı bir resim öğretmeninin (Deniz Celiloğlu) ekseninde şekilleniyor. Zorunlu hizmet kapsamında atandığı Erzurum ve Muş arasında kalan bir köyde dördüncü yılını doldurmaya çalışan biri bu. Geçmişine dair bilgimiz yok, yalnızca filmin başındaki birkaç ipucuyla, Egeli olduğunu anlıyoruz. Bu köye geldiğinde nasıl biriydi, onda neler değişti sorusuyla hiç ilgilenmiyor hikâye. Bunun elbette bazı sebepleri var. Nuri Bilge’nin belki de ilk kez bu kadar yaklaştığı diyalojik yapıya hizmet etmesi için gerekli olduğunu belirtelim şimdilik. Çünkü Bahtin’in tespitine göre diyalojik yapı için olmazsa olmazlardan biri, karakterlerin yalnızca o anki düşünce yapılarının çarpıştırılması. Geçmişlerinde kim oldukları, nereden geldikleri ya da aile geçmişleri önemsiz, yalnızca günümüzdeki halleriyle bulunmalılar. Bu kısa ara nottan sonra devam edelim.

Samet küçük bir okulda, büyük kısmı köylerden taşınarak getirilen öğrencilerle içli dışlı bir karakter. Giriş sahnelerinden birinde, koridorda onu korkutmaya çalışan Sevim adlı öğrenciyle (Ece Bağcı) olan diyaloğunda ayan beyan görülüyor bu. Hatta daha sonraki bir konuşmalarında, Sevim’in temsil ettiği öğrenci kitlesinin Samet’i kendine yakın bulduğunu, fakat ev arkadaşı olan Kenan’ı (Musab Ekici) pek sevmediklerini anlıyoruz. Bu noktada Sevim’in çıkarımına dair net bilgimiz yok, taraflı ve muhatabın gururunu okşayan bir söylemden ibaret de olabilir her zaman için.

Samet ve Kenan, tercih etmedikleri bir ev arkadaşlığı içinde. Okulun lojmanında kalma hakkı kazandıklarında, o evin kendilerine ait olmayacağını biliyorlar. Şartların gerektirdiği bir zorunluluk bu. Samet’in kendi memleketinden getirdiği zeytinyağını Kenan’a verdiği sahnede, birbirlerinden ne kadar farklı yerlerde olduklarını da öğreniyoruz. Çünkü Samet, her şeyi bitirip İstanbul’a dönmek isterken, Kenan o bölgeye yakın bir yerde doğmuş. Ailesiyle ilişkileri daha karmaşık, bağımsız biri değil. Annesinin üzerinde kurduğu evlenme baskısıyla başa çıkmaya çalışıyor.

Samet’in genel hali ve tavrı, o köyde süregiden yaşantıyı özümsediğini gösteriyor. Hem Feyyaz (Münir Can Cindoruk) gibi bir yurtseverle içli dışlı, hem de sokak ortasında akrepten anons geçilerek çaya davet edilecek kadar askerlerle yakın. Ki bu sahne, Samet’in ortalarda dolanıp duran karakterinin de özeti. Bu anons geçildiğinde, yanındaki Feyyaz’a bakıp ‘işim olmaz’ dese de, çok geçmeden komutanın ofisinde playstation oynamaktan da geri durmuyor. Onu net bir yere koymak imkânsız. Sık sık uğrayıp viski içtikleri eski solcu veteriner Vahit (Yüksel Aksu), Feyyaz’ın idealizmine küfür kıyamet saydırdığında, Feyyaz’ı koruma ihtiyacı hissediyor örneğin.

Samet’in gri alanlarda yaptığı bu slalomlar, okuldaki gözde öğrencisi Sevim’in bir hamlesiyle son buluyor. Diğer öğrencilerden ayrı bir yere koyduğu, hediyeler aldığı, saçını okşadığı bu kibar ve İstanbul Türkçesini pek güzel kullanan öğrencisi, yazdığı aşk mektubunun açığa çıkmasından sonra büyük bir utanca sürükleniyor. Mektubu geri istese de Samet bunu reddediyor. Daha doğrusu, yırtıp attığını söylüyor. Fakat Sevim bu numaralara kanacak biri değil. Utanç hissiyle gururu çarpışıyor ve çoktan yapması gerekeni yapıp, okul idaresine Samet’i şikâyet ediyor. İşte Samet’in kırılma anı burası. En çok kıymet verdiği ve bir potansiyel gördüğü öğrencisi tarafından istismarla suçlanmak, onun narsistik yanında kapatılamayacak bir yara açıyor.

Samet’in Sevim gibi bir öğrenciyle böyle içli dışlı olmasında, gizli bir niyet var bu doğru. Fakat bu niyet yalnızca onun tarafından beğenilip tatmin olma arzusuna dair değil. Aynı zamanda, idealist olması gereken yönü için de bir emniyet sübabı. Köydeki diğer çocuklar, medeniyetten ve gelecek potansiyelinden öylesine uzak ki, onlara yapacağı yatırım tamamıyla ölü bir yatırım. Fakat Sevim, güzel Türkçesi, çocuk yaştaki olgunluk heveslisi tavırları ve anlamaya açık yönüyle bu konuda yol almış. Samet için onu ‘yetiştirmek’, en güvenli idealizasyon alanı. Ki zaten, işler sarpa sardıktan sonra Sevim de dahil olmak üzere bütün çocuklara ettiği lafların altında bu yatıyor. Sadece patates yetiştirip pancar ekerek hayatlarını sürdürmek zorunda kalacaklarını belirtiyor. Görmediği şeylerin resmini çizecek bir kapasite yok bu çocuklarda. Öyle bir yatırıma da gerek yok.

Samet’in karanlık yolculuğu

Samet’in karanlık yolculuğunu başlatan Sevim’den sonra bu görevi tamamlamak Nuray’a (Merve Dizdar) düşüyor. O da bir öğretmen, Samet’in köyünün bağlı olduğu ilçede görev yapıyor. Ailesiyle yaşıyor. Geçmişte epey aktif ve örgütlü bir devrimciymiş. Ankara Garı’ndaki patlamada bir bacağını kaybedince, ailesinin yanına dönmek zorunda kalmış. İdeolojik olarak durduğu yer eskisiyle çoğu noktada aynı. Samet’le karşılaştıklarında bu farkı hemen anlıyoruz. Bir yanda görev süresi biter bitmez oradan ayrılmak ve her şeyi unutmak isteyen Samet, diğer yanda ailesine ya da ait olduğu topraklara da hizmet etmek isteyen Nuray… Ki Nuray’ın engel durumundan kaynaklı, istediği yere tayin olma hakkı mevcut. Bunu yine de yapmaması, Samet için anlaşılmaz bir durum. Çünkü onda, görmediği ve bilmediği şeylere dair herhangi bir çıkarım yok. Onun hayatı, yalnızca kendi izlenimlerinden ibaret. Nuray’ın sorduğu “Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusuna veremediği cevapta da bu var, çocuklara çizdirmediği deniz örneğinde de. Materyalist Nuray, idealist düşüncelere ve hedeflere sahipken, bilinmezliğe sığınan Samet’te yalnızca görünenlere karşı bir inanç var.

Umut etmekten yorgun düşenler

Samet’in Nuray’a karşı olan tutumu da enteresan. İlk başta onu bir ‘bölge insanı’ olarak görüp ev arkadaşı Kenan’a önermesi onun gibi biri için makul. Fakat sonradan Kenan ve Nuray arasında bir yakınlaşma başlayınca bu kez narsistik yönü devreye giriyor ve Nuray’ı Kenan’ın perspektifinden son derece gayri ahlaki bir biçimde çıkarıveriyor. Nuray’ın daveti iki kişilik olmasına rağmen Kenan’a haber vermeden tek başına gitmesi, tipik bir erkeklik sorunu elbette. Ve bu noktada, filmin ikonik kısımlarından birini temsil eden yemek sahnesindeki uzun tartışmada Samet’in çırpınışları da öyle. Nuray’ın idealist ve dayanışmacı yönü, onun bireysel ve oportünist yönüyle çatıştıkça hem onlar hem biz geriliyoruz. Samet, karşısında onca şey yaşayan biri varken, ‘umut yorgunluğu’ gibi bir kavrama sığınıyor. Buna karşın Nuray’ın cevabı, mücadelecilikten ‘malulen emekli’ olduğu şeklinde. Ki bu duruşuyla, Samet’in kendinde hak gördüğü o yorgunluğun temelsizliğine de güçlü bir projeksiyon tutuyor. Geriye kalan, o an için pek bir şey yapmayan iki öğretmenin şarap tadımladığı bir masa olsa da, geçmişlerinden getirdikleri yükler eşit değil.

Bu ikilinin çok konuşulan sevişme sahnesi ya da Nuri Bilge’nin ilk kez denediği dördüncü duvarı kırma hamlesi de esasen buradaki tartışmanın getirdiği gerilime bir referans bence. Nuri Bilge, klasik bir yaklaşımla ‘Bu izlediğiniz bir kurmacadır!’ demenin ötesinde, Samet’in derme çatma oluşturduğu karakterine binaen bu hamleyi yapıyor biraz. Başlangıçta kendisiyle yan yana düşünemediği Nuray’ın giderek kıymetlenmesi, Samet’in oynadığı rolün de ağırlığını artırıyor. Olmadığı biri gibi davranıp tartışmaya çalışmasında, zihnine söz geçiremediği bir nokta oluşuyor. Kanepede oturdukları kısımlarda tavan yapan gerilimden çıkmanın tek yolu, aynaya bakıp o akşama kadarki Samet’i yoklamak. Dolayısıyla Nuri Bilge’nin bu hamlesi, yalnızca klasik bir yerden okunmamalı. Daha çok, bölünmüş bir kişiliğin kırıntılarına işaret olarak görülmeli. (Burası aşırı yoruma kaçmışsa sinefillerden özür dilemeyi de biliriz…)

Sağlam bir hikaye

Filme dair uzlaşılamayan noktalardan biri de, Samet’in dış sesiyle finale ulaşılmasıydı. Kimisi bunu zayıf ve yersiz bulurken, kimisi daha ileri gidip, yönetmenin Samet’i pışpışlaması olarak yorumladı. Bunlardan ikincisine daha yakınım şahsen. Fakat buradaki asıl sorun, film boyunca Samet’e karşı diğer karakterden daha yakın durmamaya çalışan yönetmenin, kurduğu çok sesli yapıyı bu hamleyle darmadağın etmesiydi. Dostoyevski’nin meşhur kalabalık yeme içme sahnelerine dair Bahtin’in tespit ettiği diyalojik yapıya hizmet etme tezi bu filmde de geçerliydi (ya da BZA’daki muhtar sahnesinde). Viski içilen mekânda ya da ufak tefek şeyler atıştırılan öğretmenler odasında Samet öylesine kapalı bir kutuya dönüşüyordu ki, onun tepkileri yalnızca diğer karakterlerin söylemlerine gizli bir onay ya da retle vücut buluyordu. Bu da diğer karakterlerin birbirlerinden farklı söylemlerinin tarafsız bir düzlemde çarpışmasını sağlıyordu. Fakat finalin Samet’in dış sesiyle kurgulanması, anlatı içinde kurulan bu diyalojik yapıyı tamamen bozuyor, alt üst ediyordu. Ki bu noktada, çocuğundan ayrışmayı başaramayan bir ebeveyn sendromuyla karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerek. Nuri Bilge, tıpkı yıllara uzanan sinemasının net bir tarafı seçmeyişi gibi, Samet karakterine de köşeli tutumlar atfetmiyordu. Fakat bu ayrışamama sorunu, finalde Samet’e kıyak geçtiği ve bütün bu karanlık yönlere (ve kendisine dair) günah çıkardığı bir sekansla ayyuka çıkıyordu. Dostoyevski olmak için belki de, karakterleri kadar karanlık bir yazar olup bazen sevilmeyebileceğini kabullenmek gerek…

Kuru Otlar Üstüne, taşıdığı bazı aksaklıklara rağmen Nuri Bilge Ceylan’ın ustalık eseri diyebileceğimiz bir iş. Yıllardır tespiti yapılan Rus Edebiyatı benzetmeleri zaten doğruydu, bu filmde en az o sözü edilen eserler kadar sağlam bir hikâye ve karakter kurgusu yaratmış. Samet’in içsel yolculuğunda sığındığı kuyular, yanaşmaya çalıştığı duraklar ve kaçtığı bütün gerilimler, ince bir titizlikle seyirciye doğrudan geçiyor. Ve elbette, bu kez bu filmin en çok etkilediği kesim, öğretmenler oluyor. Zorunlu hizmetin onlarda durduğu yer, eminim ki filmi izlediklerinden beri zihinlerinde çalkalanıyor, bir yerlere çarpıp duruyor. Bu, hakkı teslim edilmesi gereken müthiş bir başarı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.