Ellerinden gelse bizi yakarlar
Kadın Haberleri —
- Kadınların cadı olarak suçlanması, yakılması ve topraklarının ellerinden alınması arasındaki bağlantı çok açık. Kadınlara yönelik şiddetin kökleri, kapitalist gelişmeyi ve devlet iktidarını oluşturan yapısal eğilimlerde yatmaktadır. Ellerinden gelse bizi yakarlar. Ve kadınları yakıyorlar.
Feminist kuramcı Silvia Federici, sanat ve edebiyat dergisi The White Review'den (Beyaz İnceleme) Rachel Andrews ile yaptığı röportajda hayatının önemli dönüm noktalarını, çalışmalarını, kapitalizmin ücretsiz işçilerini, laik otoritelerin cadı avlarını anlattı. Sanat ve edebiyat dergisinde Ocak 2022’de yayınlanan röportajı Nalan Kurunç gazetemiz için çevirdi. Kurunç'un çevirisi ile Marksist bir gelenekten gelen feminist kuramcı Silvia Federici'nin röportajını sizler için yayınlıyoruz.
- Feminizm, kapitalizm ve Marksizm üzerine yaptığınız derin araştırma tıpkı onlarca yıldır bu konuları dert edinen siyasi örgütlenmeye olan bağlılığınız gibi son derece etkili oldu. Siyasal ve kişisel olarak sizi şekillendiren tecrübeler nelerdir?
Beni politik olarak şekillendiren birçok tecrübe var. 1942'de doğdum ve hayatımın ilk yıllarında bir çiftlikte büyüdüm, çünkü doğduğum kent olan Parma -İtalya'nın en önemli nehri Po'ya yakındır- her gece bombalanıyordu. İlk yıllarım bir çiftlikte geçti, bence bu çok güzeldi, doğaya ve hayvanlara olan sevgimi şekillendirdi ama ailemin senelerce tek konuştuğu şey savaştı. Annem Mussolini'nin savaş ilan ettiğini, Nazi Almanya'sına katıldığımızı duyduğu sırada kız kardeşime hamile olduğunu söylemişti. Sonra gece bombardıman oldu, çocuklarla kaçtık ve hiçbir şekilde giysilerimizi çıkaramadık; babamın ayakkabılarını kaybetmesi ve geri dönmek istemesi annemin ise 'hayır' demesi… babam geri dönseydi öldürülürdü çünkü, çok bomba düştüğünü söylüyordu. Babam 1943'te bir Nazi grubu tarafından durduruldu. Onu duvara dayamışlar. Güvendeydi çünkü mesleğinin ne olduğunu sormuşlar, felsefe öğretmeni olduğunu söylemiş ve gitmesine izin vermişler. Yani, sanırım, 10 yaşıma geldiğimde iyi bir dünyada olmadığımı biliyordum.
Faşizme karşı direniş ruhu hayatına tesir etti
Parma, İtalya'daki anti-faşist mücadelenin merkezlerinden biriydi. Ağustos 1922'de üç gün süren bir kent savaşı olmuştu, faşistlerin kasabaya gelip grevi kırmasını önleme amaçlıydı. Kentteki sokakların çoğu, katledilen insanların isimleriyle anılıyor. 1943'te Nazi işgali sırasında çok sayıda insan öldürülmüş ve işkence görmüştü. Faşizme ve ayrıca Nazi işgaline karşı bu çok güçlü direniş ruhu sanırım hayatımda bana tesir eden en büyük şeylerden biriydi. Lisedeki öğretmenlerimden biri komünistti ve çok güçlü bir kişilikti. Bize İtalyan edebiyatını öğretti. Onun sınıfını hatırlıyorum. Bir sinek geçse duyabiliyordunuz.
Faşizm ataerkil bir toplumdan doğdu
Ayrıca faşizm çok ama çok kadın-karşıtıydı, çok kadın düşmanıydı, çok ataerkildi, çok militaristti ve bunlar üstesinden gelemeyeceğiniz şeyler. Faşizm de zaten ataerkil bir toplumdan doğdu. Ergenlikte babamın kısıtlamalarıyla mücadele ediyordum, nereye gittiğim konusunda ve bir erkek arkadaşımın olması durumunda yalan söylemek zorunda kalıyordum. Ve sonra erkek arkadaşımla olan mücadelem; kıskançlık vardı. 19 yaşındaydım ve erkek dünyasıyla bir mücadele içindeydim. 1967'de ABD'ye geldiğimde zaten doğal bir asiydim.
- Neden ABD’ye gittiniz?
İtalya'dan uzaklaşmak istiyordum. Evden çıkıp dünyaya açılmak istedim. Modern diller ve edebiyat diplomam vardı, ancak lisede öğretmenlik ve edebiyat dersi verebilmek için uzun yıllar geçeceğini biliyordum. Bu yüzden tekrar felsefeye kaydoldum ama kendimi geçindiremiyordum. Öğretmenlik yapıyordum ama geçici olarak, fazla param yoktu. Yani ataerkil bir ailenin tüm kısıtlamalarıyla birlikte evde yaşıyordum. Ve bu yüzden özgürlük istedim. Birçok burs başvurusunda bulundum. Sonra 1966 yazında bir edebiyat yaz okulu için İskoçya'da Edinburgh'a gitmeye burs kazandım. Ve birçok Amerikalı öğrenciyle tanıştım. Bazıları bana felsefe bölümüyle bilinen Buffalo'ya başvurmamı söylemişti. Ardından Fulbright Programına başvurdum ve işler yoluna girdi. Buffalo'ya gittim. Resmi bir nedenim vardı, yeni tezim için araştırma yapacaktım. Ama asıl sebep evden ayrılmak istememdi. Vietnam Savaşı karşıtı hareketin zirvesinde ve Detroit'teki Siyah toplulukların isyanından kısa bir süre sonra geldim ABD’ye. Ayrıca dediğim gibi, ABD'de, çocukluğumdan beri gelişmekte olan feminizmimi keşfettim.
- Meksika'ya gittiğiniz sıralarda mıydı?
Meksika'ya ilk gidişim 1968'deydi. Önemli bir yıldı. Meksika Silahlı Kuvvetleri, Olimpiyatlardan önce öğrencileri öldürdüğünde, Plaza de Las Tres Culturas'taki katliamdan bir ay sonraydı. [Kaç kişinin öldüğüne dair tahminler değişiyor, ancak 2 Ekim 1968'de Mexico City’deki Tlatelolco'da katliamı, Meksika tarihindeki en kötü toplu katliam olaylarından biri olmaya devam ediyor.] Bu katliamdan haberdardım ancak gidene kadar bu kadar korkunç olduğunu bilmiyordum. Oraya ABD'deki kampüste tanıştığım bir arkadaşım olan bir İngiliz kadınla seyahat ettim. Geldiğimizde bavulları boşalttık ve 'Aa hadi kampüse gidelim' dedik ve dakikasında sokakta tüfekli korumalar gördük. Üzerine yazılan protesto sloganlarını kapatmak için beyaza boyanmış otobüsler gördük. Sonradan askeriyeye tahsis edilmiş olan bir yer gördük. Kampüs ölmüştü, ama kampüsün yakınında bir kafeteryada, bizi bir partiye davet eden bir grup gençle tanıştık ve o partide, La Raza Ulusal Konseyi'nden [şimdi UnidosUS olarak bilinen ABD merkezli bir Latin hak savunuculuğu grubu] bazı insanlar vardı. Ve dediler ki: 'Tamam, neler olduğunu bilmek istiyorsanız yarın size bir şey vereceğiz' ve bize PROCESO [Mexico City'de yayınlanan solcu bir Meksika haber dergisi] adlı bu dergiyi verdiler. Dergi o zaman gizli yayınlanıyordu. Yerde yatan hamile kadın resimleri ve ne olduğuna dair çok ayrıntılı bir açıklama vardı. Üç bulvarı olan bu plazada bir gösteri olmuştu ve bu caddeler kapatılmıştı. Sonra yerden ve binaların tepesinden ateş etmeye başlamışlardı. Ardından günlerce hasta oldum.
İlk İngilizce makalemi, tabandan gelen radikal bir dergi olan TOWN CRIER adlı bir dergi için yazdım. Yazarken ağladığımı hatırlıyorum, çok korkunçtu. Bir ay Meksika'da kaldık. Ondan sonra Buffalo'daki yüksek lisans öğrencilerinin ürettiği radikal bir felsefe dergisi olan TELOS ile çalıştım. Ayrıca TOWN CRIER ile çalışıyordum. Bu, 1970'e kadar sürdü, New York'a geldiğim zamandı.
- Ev İşi için Ücret hareketi nasıl başladı ve sizin katılımınız ne düzeyde oldu?
Feministliğim, 1970-71'de feminist gruplar kurulurken, Buffalo'da çoktan başlamıştı. İşte o zaman Mariarosa Dalla Costa'nın Ev İşi İçin Ücret kampanyasının temel belgesi haline gelen 'Kadınlar ve Toplumun Altüst Edilmesi’ (1971) kitabını okudum. O hareket 1972'de İtalya'nın Padua kentinde düzenlenen ve çoğunlukla İtalya'dan olmak üzere farklı ülkelerden kadınların bir araya geldiği bir toplantıda başlamıştı. Bunlar feminist bir örgüt olan Lotta Femminista'da çalışmış kadınlardı. Başından itibaren ve sonra 1977'ye kadar işin içindeydim. Ben Brooklyn'deydim, ancak uluslararası düzeyde örgütlenmiştik, bu yüzden İtalya, İngiltere ve Kanada'daki gruplarla iletişimimi sürdürdüm. İki günlük bir tartışmanın sonunda, Uluslararası Feminist Kolektif adını verdiğimiz ve görevi kendi ülkelerimizde Ev İşi için Ücret kampanyalarını başlatmak olan bir örgüt kurduk. Bizi birbirimize bağlayan şey, 1960'larda geleneksel komünist partilerin politikalarına alternatifler geliştiren ve sanayi işçilerinin mücadelelerinden ve sömürgecilik karşıtı hareketlerden ilham alan Padua, Milano, Torino, Londra ve Detroit'ten oluşan bir aktivistler ağına katılımımızdı. Bu ortak siyasi arka plan, bizi mevcut sosyalist-feminist örgütlerin benimsediğinden farklı, sınıf temelli bir feminizm aramaya yöneltti. 1972 yazında New York'ta örgütlenmeye çalışmaya başladım, ancak ev işi için ücret fikri gerçekten popüler değildi. Bir kadın grubuyla çalışıyordum ve ev işlerinin ücretlendirilmesiyle ilgilenmiyorlardı. Yeniden üretimin analiziyle, evet, ama ev işi için ücret fikriyle değil. Aksine, pek çok kadının bizden nefret ettiğini düşünüyorum. Onlar için feminizm, erkekler kadar iyi olduğumuzu söylemekle ilgiliydi, bu da bizi onların gözünde mutfağa geri dönmeyi savunan kadınlar yapıyordu. Bilirsiniz, şunun gibi bir şeydi: 'Kadınlara bu aşağılamayı mı layık görüyorsunuz?' Onlara göre biz, kadınlara yönelik aşağılamayı memnuniyetle kabul ediyorduk.
- O zamanlar Ev İşi için Ücret hareketine katılanların bu konuda öncü olduğunu düşündüğünüzü okumuştum, ancak daha sonra ev işi için ücret talebinin aslında on dokuzuncu yüzyılın sonunda ABD'de ve başka bir yerde feminist gündeme girmiş olduğunu fark ettiniz.
Evet, 1880 ile 1930 arasında, Dolores Hayden'in 'büyük eviçi devrimi' dediği şeyde ABD'de feministlerin benimsediği stratejiler arasındaydı [1981 tarihli kitabında, THE GRAND DOMESTIC REVOLUTION: A HISTORY OF FEMINIST DESIGNS FOR AMERICAN HOMES, NEIGHBOURHOODS, AND CITIES-içinde]. Hayden, bu feministlerin 'endüstriyel kapitalizmin iki özelliğine meydan okuduklarını' yazdı: Ev alanının kamusal alandan fiziksel olarak ayrılması ve ev ekonomisinin politik ekonomiden ayrılması. Bu ilk adımlar, ev kadınının bir işçi, işçi sınıfının başlı başına bir üyesi olduğu kabulünün yolunu açtı. (Böyle bir talebin ne kadar yaygın olduğunu söylemek zor ama 10 Ağustos 1876 tarihli bir NEW YORK TIMES başyazısında, erkek yazarın ev işi için ücret talep eden Kentucky'li bir kadını azarlaması, bu işin birkaç radikal çevreyle sınırlı olmayabileceğini düşündürüyor.) Gelgelelim, on dokuzuncu yüzyılda ev işinin ücretlendirilmesini destekleyenlerin bakış açısı ile bizim kampanyamızın bakış açısı arasında derin bir fark vardı. Onlar, ayrı bir kadın faaliyet alanının varlığını kabul ettiler, ancak kadınları daha az tecrit edici olacak şekilde yeniden düzenlenmesini istediler. Bizim aldığımız pozisyonsa, daha üç ya da dört yıl önce New York Ev İşi için Ücret Komitesi hakkındaki kitabı derlerken çalışmalarıyla karşılaştığım Mary Inman'ınkiyle daha çok bağdaşıyordu. Inman, 1939'da WOMAN'S DEFENSE'i yayınladı. Burada, işçi eşlerinin, üretim süreci için kocaları kadar önemli olduğunu ve evin bir üretim yeri olmaktan asla çıkmadığını, çünkü "tüm metaların en değerlisinin, yani emek gücünün hâlâ orada üretildiğini” yazmıştı.
- WAGES FOR HOUSEWORK: THE NEW YORK COMMITTEE 1972-1977 (2017) içinde, 1975 sonbaharında Brooklyn'de ulaşmak istediğiniz kadınlarla daha kolay tanışabileceğiniz bir mağaza açtığınızı yazıyorsunuz.
Sefil bir küçük odamız vardı, ama harikaydı. Caddeye bakan, büyük penceresi olan bir mağaza önü vardı. New York’ta böyledir. Yani oda küçüktü ama biz onu tüm posterlerimizle doldurmuştuk. Kapı mümkün olduğunca açık olurdu, böylece kadınlar içeri girebiliyordu, bir broşür alıyordu, ardından da periyodik olarak toplantılar yapıyorduk ve bunu mahallede afişle ilan ediyorduk. Bu, bilgiyi dışarı çıkarmanın bir yoluydu. O zamanlar New York hakikaten ucuzdu. Çok ucuz bir mahallede küçük bahçeli dubleks bir daire için ayda 200 dolar ödüyordum. Ancak 1975 yazında New York City iflas ilan etti ve kısa süre sonra maruz kaldığımız kemer sıkma rejimi, bizim için işe yarar alanları ve kaynakları azalttı: kolayca bulunan yarı zamanlı işler, ucuz kiralar, ayarlanabilir çalışma saatleri. New York'ta ekonomik krizin başlamasından iki yıl sonra New York Ev İşi için Ücret Komitesi dağılma kararı aldı.
Evin özel alan olması fikri sömürüyü gizler
Fakat 1974'ten 1976'ya kadar üç yıl boyunca güçlüydük. Sanırım bu süre zarfında en çok elde edilen şey, ev işinin ne olduğuna yönelik kavrayışta meydana gelen değişiklikti. Sanırım artık ev işi dediğimiz şeyin işgücünün üretimi olduğuna dair bir algı var. Bu, cinsel ve kişisel ilişkilerin radikal feminist analizine, kişisel olanın politik olduğu fikrine maddi bir temel de verdi, çünkü evde olan şey daha geniş iş organizasyonuna bağlı. Evin özel alan haline getirilmesi aslında sömürüyü gizler. Ayrıca, hiyerarşiyi yapılandırmanın, eşitsizliği yapılandırmanın bir yolu olarak, sömürüyü gizlemenin, örtbas etmenin, doğallaştırmanın bir yolu olarak ücret analizi: Bence bunların hepsi ortak akıl haline geldi.
Feminist hareketin durumu
Feminist hareket taraf olsaydı daha fazlasının başarılabileceğine inanıyorum. Örneğin, o zamanlar kadınların sosyal yardım mücadelesi vardı - 1930'lardan ve 1970'lerden beri yürürlükte olan ‘Bağımlı Çocuklu Ailelere Yardım’ programı saldırı altındaydı; kadınlar basında ve siyasi yelpazenin tüm renklerinden politikacılar tarafından sahtekarlar ve parazitler olarak sürekli olarak karalanıyordu. Biz onların mücadelesini desteklemiştik. Ancak feminist hareket, kadınları kürtaj meselesinde yaptıkları gibi sosyal yardım konusunda da desteklemedi. Feminist harekette ortaya konulan mücadele her zaman çocuk sahibi olmama mücadelesi ile ilişkiliydi, asla çocuk sahibi olmak için de gereken kaynaklara sahip olmakla ilgili değildi, bu da kölelikten itibaren anneliğin reddi sorununa karşı savaşan Siyah kadınlar arasında büyük bir bölünme yarattı. Savaşmak zorunda oldukları şey buydu: kısırlaştırma, parasızlık, her zaman ev işi yapmak zorunda kalmak, ama başkalarının evlerinde…
Feminist hareket tamamen kariyer sahibi olmak, sendikaya katılmak, evden çıkmakla ilgiliydi. Artık ABD'de çoğu kadın ev dışında çalışıyor. Ancak herhangi bir özerkliğe sahip olmak için yeterli para kazanmıyorlar. İşe gitmek onlara belirli bir meblağa mal oluyor. New York'taysanız, ulaşım çok paradır. Sonra da çocuklarınıza mecburen çöp gibi yemekler yedirirsiniz. Çocuklara, kendi kendine yetemeyen yaşlılara, geçmişte kadınların bakımına bağımlı olan kronik sakatlıkları olanlara ne olacağı konusunda bir tartışma yapılmadı. Tek talep, devlet destekli gündüz bakım merkezleri ve kadın ve erkeklerin ev işlerini paylaşmalarıydı. Ev işlerini paylaşmak erkeklerle olan ilişkiyi değiştirebilir - ve hepsini yapmak zorunda olmamanız iyi bir şey - ama bu kapitalizmle olan ilişkiyi değiştirmez, ev işinin değer kaybetmesini değiştirmez. Ayrıca parası yeten kadınların, çoğu göçmen kadınlar olan bakım işçileri tuttuğunu da gördük. Bunu karşılayamayanlar -bildiğimiz tüm sonuçlarla birlikte- ev işlerini azaltmak zorundalar. Ev işini paylaşmak bir mantra haline geldi, ancak bu, feminist mücadelenin toplumu dönüştürmeye yönelik daha geniş mücadeleden kopukluğu anlamına gelmektedir. Evdeki binlerce kadının varlığının yerini neyin alacağına - eskiden yaptığımız işlerin nasıl yapılacağına, hangi kaynaklarla, hangi örgütlenme biçimleriyle yapılacağına dair bir tartışma, mücadele, seferberlik olmadı. Bu konudaki çözüm eksikliğinin tanık olduğumuz ve yaşadığımız yeniden üretim krizine katkıda bulunduğunun giderek daha fazla farkında olmamıza rağmen, aslında bu hala güncel bir sorun.
Çevre bozulmasından kaynaklı üretim krizi
Doğal çevrenin bozulmasından kaynaklanan yeniden üretim krizini de değerlendirmeliyiz, ki bu Afrika gibi kıtalarda bu soruya baktığımızda özellikle dramatiktir; birçok yerde suyun giderek daha kıt hale geldiği, ekinlerin solduğu ve kadınların onların birazını alıp getirmek için her gün kilometrelerce yürümek zorunda kaldığı bir çölleşme süreci var. Kaynakları yeniden temellük etmemiz gerekiyor. Bakım sorunu zaman ve para eksikliği, kaynak eksikliği, barınma eksikliği ve iyi gıda eksikliğidir. Kirlenmiş su, kirlenmiş hava, kirlenmiş nehirler, kirlenmiş denizler sorunudur. Bütün bunları değiştirmeliyiz. Sağlık hizmeti eksikliği ile zaman içinde gerçekleştirilen tüm ev işleri, paranın olmaması, kaynağın olmaması ve ayrıca daha geniş ekolojik meseleler arasında bir bağlantı var. Bu, bakımın [care] bir parçası. Latin Amerika'daki eko-feministler ve kadınlar bunu baştan beri söylüyor.
- Cadı avları konusundaki çalışmanıza Ev İşi için Ücret hareketinin dağılmasından kısa bir süre sonra mı geçtiniz?
Tarihsel çalışma ondan çok kısa bir süre sonra başladı. Çünkü benim açımdan sorun her zaman ev işiydi. Tarihsel olmayan, bir tür doğallaştırılmış etkinlik. Bu yüzden buraya nasıl geldiğimizi göstermek için tarihe bakıyoruz. Aileye nasıl geldik? On dokuzuncu yüzyıla bakarak başladım ve çok, çok daha önceden başlamazsam hiçbir yere gidemeyeceğimi fark ettim. Sonunda, kapitalizmin yükselişiyle başlamaya karar verdim. Barbara Ehrenreich ve Deirdre English tarafından kaleme alınan 'Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler' (WITCHES, MIDWIVES & NURSES -1972) kitabını okumuştum. Benim açımdan bu küçük kitapla karşılaşmam kafamda şimşek çakması gibi bir şey oldu! Daha ilk sayfalarda cadı avlarının 16. yüzyılda Avrupa'da yaygınlaştığını gördüm. Bu tarihlemeyi görünce cadı avlarının köle ticaretiyle ve çitleme ile bağlantılı olması gerektiğini fark ettim. O dönem hakkında şunu bilecek kadar bilgim var: Bu, kapitalizmdir. Bu büyük cadı avları kilise tarafından değil, çoğunlukla laik otoriteler tarafından organize edilmişti. On altıncı yüzyılda, on yedinci yüzyılda gerçekleştiler. Aydınlanma'ya kadar, on sekizinci yüzyıla kadar devam ettiler. Kadınlar 18. yüzyılda hala öldürülüyordu.