İktidar 6284’ü tırpanlıyor

Arzu DEMİR yazdı —

Erdoğan İslami geleneklere bağlı aile yapısını güçlendirirken, üç yolu kullanıyor:

  • 1-Annelik dayatması ve kürtajın yasaklanması
  • 2-Boşanmayı zorlaştırmak, nafakayı kaldırmak
  • 3- Diyanet’i toplumsal ilişkilerin merkezine “çözücü bir kurum” olarak yerleştirmek

Faşist şef Erdoğan, 24 Kasım’ı 25 Kasım’a bağlayan gece, bir kararname yayınlayarak -tıpkı İstanbul Sözleşmesi’ni gasp ederken yaptığı gibi- kadınlara erkek şiddetine karşı kimi korumalar getiren 6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u biraz daha tırpanladı. İstanbul Sözleşmesi’nin ardından zaten sıranın bu yasadaki düzenlemelere geleceği açıktı. HÜDAPAR ve Yeniden Refah Partisi ile yaptıkları ittifak mutabakatında bu konu da vardı. Ancak kadınların tepkisi nedeniyle, yasayı toptan değiştirmek yerine, planlarını parça parça uyguladıkları, yasanın içini boşalttıkları görülüyor.

Bu son genelge, kadınlar bakımından hangi tehlikeli sonuçları doğuracak?

17 maddelik genelgenin 6. maddesindeki ifade şöyle: “Kadına yönelik şiddetle mücadele alanında kanıta dayalı politikaların geliştirilmesine temel oluşturacak ve uluslararası standartlarda istatistik üretilmesine imkan sağlayacak verilerin elde edilmesi amacıyla nüfus temelli saha araştırmaları gerçekleştirilecektir.”

Bu maddede “kanıta dayalı” ifadesi son derece tehlikeli. Erkek şiddetinin soruşturulmasında, “Kadın beyanı esastır. Aksini ispatlamak erkeğin yükümlülüğündedir” ilkesi, kadın özgürlük mücadelesinin taviz vermeyeceği temel bir ilke. Ancak genelgenin 6. maddesi, bu ilkenin kullanılmasını imkansız hale getiriyor. Çünkü, erkeğin şiddetine, tacizine maruz kalan bir kadın, bunu kanıtlamakla yükümlü kalacak. Şiddetin tüm yükü, fail erkeğe değil, bu suça maruz kalan kadının omuzlarına yüklenecek. Yüzü gözü dağılmış halde kadınların gittikleri karakoldan, şiddet yuvası aile ortamına gönderildikleri bir yerde, bu madde, fail erkeklerin sırtını sıvazlayacak. Bu birinci tehlike.

İkinci tehlike, 11. maddede yer alıyor: “Şiddet mağdurunun her aşamada sağlık hizmetlerine erişimlerinin kolaylaştırılması ve şiddet uygulayanlara yönelik 6284 Sayılı Kanun kapsamında sağlık tedbirlerinin etkin uygulanması için paydaş kurumlar eş güdüm içerisinde çalışmalar gerçekleştirecek, şiddet uygulayana yönelik öfke kontrolü, etkili iletişim ve stresle başa çıkma hususlarında bireysel ve grup çalışmalar yapılandırılacaktır.”

Faşist şeflik rejimi, kadına yönelik erkek şiddetini, “öfkesini kontrol edemeyen, stresle başa çıkamayan erkeklerin bireysel eylemi” olarak görüyor. Oysa, kadına yönelik erkek şiddeti, erkek egemenliğinden gücünü alan, cinsiyet eşitsizlikleri temelinde var olan, erkek cinsinin ve onun devletinin kadın cinsine yönelik saldırısıdır. Erkek şiddetinin tanımını genelgedeki gibi yapınca, “öfke kontrolü eğitimi” ile sorunun çözüleceği yanılsaması da yaratılıyor.

Faşist şefin ve rejiminin İstanbul Sözleşmesi düşmanlığının nedenini de, bu yaklaşım çok iyi açıklıyor. Çünkü, gasp edilen İstanbul Sözleşmesi’nin önemli özelliklerinden biri, kadına yönelik şiddeti bir “ayrımcılık” türü olarak kabul etmesi ve “toplumsal cinsiyet” tanımını uluslararası düzeyde yapmasıydı. Sözleşmede, mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar ve erkekler için toplumsal roller biçtiği ve bu rollerin kadına yönelik şiddette payı olduğu vurgulanıyor, bu bağlamda da “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” tanımı ayrıca yapılıyordu.

Faşist şef, son genelgesi ile 2006 yılında “namus ve töre cinayetleri” adı altında işlenen kadın cinayetlerine karşı hazırlanan başbakanlık genelgesini de yürürlükten kaldırmış oldu.

Böylece iktidar, kadınları, erkek şiddeti karşısında silahsızlandırma ve yalnızlaştırma yönünde bir adım daha attı. Tüm bunların merkezinde, İslami temelde yeni toplum inşası duruyor.

Erdoğan, 25 Kasım’da yaptığı açıklamada da, sık sık aileden bahsetti, “Biz kadına yönelik şiddetle mücadeleyi aileyi yüceltme ve güçlendirme mücadelemizin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz” dedi.

İslami geleneklere bağlı aile yapısını güçlendirirken, üç yolu kullanıyor.

Birinci yol; annelik dayatması ve kürtajın yasaklanması. İkincisi; boşanmayı zorlaştırmak ve nafaka hakkını tamamen ortadan kaldırmak. Üçüncüsü; Diyanet İşleri kurumunu, kadın ve erkek ilişkileri başta olmak üzere toplumsal ilişkilerin merkezine “çözücü bir kurum” olarak yerleştirmek.

2010 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı müftülüklerde “aile sorunlarına çözüm getirme” iddiasıyla “aile irşat büroları” açılmıştı. Aile irşat bürolarında görevlendirilen din görevlileri neredeyse kapı kapı gezerek, kadınlara boşanmamaları için öğütler verdi. Diyanet İşleri Başkanlığı, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Koordinasyonu’na da -daha önce adı Kadına Yönelik Şiddeti İzleme Komitesi’ydi- dahil edildi.

AKP iktidarı, “yeni toplum inşası”nı kadınlar üzerinden yapsa da, sorun sadece kadın özgürlük mücadelesinin gündemi olamaz. Geçtiğimiz günlerde konuştuğum HEDEP İstanbul Milletvekili feminist Özgül Saki de tam bu noktaya işaret ediyor. O’nun değerlendirmesi bu yazının sonu olsun: “Toplumsal yaşamı bir bütün olarak hem otoriter faşizan rejimlerle inşa etmek hem de İslami referanslarla toplumsal hayatı zapturapt altına almak ve 'muhtaçlık ekonomisi' yaratarak kendilerine bağlamak istiyorlar. Bu sadece biz kadınlara, LGBTİ+'lara tehdit değil. Biz üzerimize düşeni yapıyoruz zaten. Feministler, kadın hareketi zaten ne pandemide ne savaş koşullarında sokaklardan çekilmedi. Her koşulda sesimizi duyuracak, örgütlenmemizi koruyacak bir şeyler yaptık. Ama bizim de gücümüzün belli sınırları var. Kadınlar, feministler şöyle şahane şeyler yaptı, demekten vazgeçsinler. Bir bütün olarak devrimciler, sosyalistler, kadın hareketi, feministler dahil topyekün toplumsal düzenlemeye karşı mücadele yürütmeliyiz.”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.