Kayıp kimliğinin izinde

Dosya Haberleri —

 Mesut Ethem Kavalli

Mesut Ethem Kavalli

“Asadur” belgeselinin senaryo danışmanı Mesut Ethem Kavalli ile sözlü tarih, yüzleşme ve kolektif hafıza üzerine konuştuk

  • Tarihle yüzleşmek için ve sessiz bırakılmış insanların sesi olma çabasının vicdani borcu gereği yapabileceklerimle ilgili zihnimde bir liste yapmıştım. Seçeneklerden biri sözlü tarih çalışması ile kalıcı bir belge bırakmaktı. Ve bu tercihimi birinci kitabım ile gerçekleştirmeye başlamış oldum.
  • Asadur’un hikayesi sadece bir ismin değil, bir kültürel belleğin de yeniden ortaya çıkışıdır. Seyirci film boyunca geçmişin karanlık odalarında el yordamıyla ilerleyişe, kapanmış defterlerin açılması çabasına, derinlerden gelen pişmanlık ve suçluluk duygusunun eşliğinde yüzleşme sürecine eşlik edecektir. 
  • Hafıza olmadan yüzleşme, yüzleşme olmadan da onarım, iyileşme ve mağdur halkların, fail halkların ardıllarına güvenmesi mümkün değildir. Bu anlatılanlar, hikâyeler, ağıtlar, geçmişi hatırlatarak ve hiçbir zaman unutmadan, unutturmadan geleceğe daha adil bir toplum bırakma çabasıdır. 

M. ZAHİT EKİNCİ/HAMBURG

 

“Asadur”, Türk ve Müslüman olarak büyüyen Malatyalı Asadur’un (Hüsamettin Kurultay) Ermeni kimliğini keşfetme yolculuğunu anlatan bir belgesel. Belgesel, Türkiye’de yaşayan ve yaşlılığında Ermeni kimliğini bulmaya çabalayan Asadur’u ve soykırım sırasında yurtlarından sürgün edilen ve dünyanın dört bir yanında hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda kalan bir halkın hikayesini konu ediyor. “Asadur” belgeselinin senaryo danışmanı ve aynı zamanda “Eksik Kalmış Hikayeler” ile “Seni Ararken” kitaplarının yazarı Mesut Ethem Kavalli ile sözlü tarih, yüzleşme ve kolektif hafıza üzerine konuştuk.

Sizi sözlü tarih çalışmalarına iten şey neydi? Kişisel ya da tarihsel bir kırılma noktası var mı bu yolculukta?

Bu soruyu kendime 2021 yılında yayınladığım “Eksik Kalmış Hikayeler” başlıklı kitabımda sormuştum. Tarihle yüzleşmek için ve sessiz bırakılmış insanların sesi olma çabasının vicdani borcu gereği yapabileceklerimle ilgili zihnimde bir liste yapmıştım. Seçeneklerden biri sözlü tarih çalışması ile kalıcı bir belge bırakmaktı. Ve bu tercihimi birinci kitabım ile gerçekleştirmeye başlamış oldum.

Türkiye’deki inkarcı-ırkçı ve tekçi eğitim sisteminin kitlelerin zihinlerine ektiği zehrin sonuçlarının yakın tanığıydım. Resmi devlet tarih anlatımını bir kenara fırlatıp atmam gerekiyordu öncelikli olarak. Türk milliyetçiliği, Kemalizm, antisemitizm, soykırım inkarı vs. gibi konularla hesaplaşmadan demokrasi mücadelesi yürütülemeyeceği gerçeği apaçık ortadaydı. Gerçek tarihi, halkların yaşadıkları acıları, soykırım tarihini öğrenme süreci devam ederken, “tamam, artık gerçekleri öğrendim” diyerek kenara çekilme lüksüm olamazdı. Soykırım mağduru halkların acılarına şahit olmak, kendiliğinden güçlü bir empati duygusunu uyandırdı.

 

 

“Eksik Kalmış Hikayeler” ve “Seni Ararken” kitaplarınız nasıl ortaya çıktı?

Her iki kitabım da Yeni Anadolu Yayınları tarafından yayınlandı. Her ikisi de anlatılmamış, eksik kalmış hikayelerin peşinden gitmenin sonucu ortaya çıktı. Kitaplarımda, Ermeni, Pontoslu Rum ve Süryani halklarından soykırımda yakınlarını kaybetmiş, fakat kendileri tesadüfen hayatta kalabilmiş insanların çocuklarına veya torunlarına anlattıkları gerçek yaşanmış hayat hikayelerine yer verdim. Duyulmayan seslerin kaydını tutma ve geleceğe taşıma çabasıydı bu. 2021 yılında yayınlanan 'Eksik Kalmış Hikayeler'de, ayrıca kendi yüzleşme sürecimi, bir arama hikayesi olan, “Anastasya’yı Ararken” bölümünde işlemeye çalıştım. 

2024 yazında ise “Seni Ararken” kitabım yayınlandı. Bu kitabımda da soykırım mağduru halkların yaşanmışlıklarına ışık tutmaya devam ettim. Bu kitapta müslümanlaştırılmış Ermenilerin kimlik arayışı ve bunun zorluklarının izini sürdüm.

Hüsamettin Kurultay’ın hikayesi “Seni Ararken” kitabında yer alıyor. Bu hikayeyi belgeselde öne çıkarmanızın sebebi neydi?

Hüsamettin Kurultay’ın hikayesi yalnızca bireysel değil, kolektif bir unutuluşun da hikayesi. Kimliğin nasıl bastırıldığını, belleğin nasıl silindiğini gösteren çarpıcı bir örnek. O’nun ve ailesinin yaşadıkları üzerinden Türkiye’de yaşayan Ermeni toplumunun geçmişle olan ilişkisini, kimlik arayışının içerisinde ne gibi zorluklarını barındırdığını görmek mümkün. Belgesel fikri ve ilk adımlar, ben Asadur Bey’i tanımadan önce atılmıştı. Belgeselin yapımcı ekibinden arkadaşım Alexis Kalk beni belgesel projesinin varlığından haberdar etti ve Asadur Bey ile tanışmamı sağladı. Ben Asadur Bey ile konuşmalarımızın kayıtlarına başladığımda, filmin pilot kayıtları çekilmişti bile. Asadur Bey’in hayat hikayesini kayıt ettim, yazılı hale getirdikten sonra da film ekibi ile bu hikayeyi paylaştım. Böylece film ekibine dahil oldum ve filmin seyircisi ile buluşabilmesi için elimden geldiği kadarıyla katkı sunmaya çalıştım. 

Belgesel ekibinden arkadaşların planı, 1915 Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalmış yetimlerin izlerini sürmekti. Asadur Bey’in hem baba tarafından hem de anne tarafından büyük anne ve büyük babaları Ermeni yetimleriydi. Asadur Bey’in kendisi ise, anne babası olmasına rağmen, “kültürel yetim” olarak büyümüştü. Onun doğa ve insan sevgisi, 68 gençlik hareketlerinden bugüne sürekli adalet ve demokrasi mücadelesinin içerisinde oluşu, samimiyeti, dürüstlüğü, otantik anlatımı istisnasız tüm film ekibinde pozitif bir etki yarattı. Bütün bu olgular, Asadur Bey’in hikayesinin belgeselde öne çıkmasına vesile oldu.

 

 

Asadur’un kimliğini yeniden keşfetme süreci filmde nasıl bir değişim hikayesine dönüştü?

Asadur’un hikayesi sadece bir ismin değil, bir kültürel belleğin de yeniden ortaya çıkışıdır. Seyirci film boyunca geçmişin karanlık odalarında el yordamıyla ilerleyişe, kapanmış defterlerin açılması çabasına, derinlerden gelen pişmanlık ve suçluluk duygusunun eşliğinde yüzleşme sürecine eşlik edecektir. Yıllar süren kodlanmış sessizlikten çıkma ve kendini yeniden yaratma sürecidir Asadur Bey’in yaşadıkları.

 

Asadur’un hikayesinde sizi en çok etkileyen bölüm neydi?

Siz bir bölüm sordunuz. Ama beni filmde iki sahne çok etkilemiştir. Birincisi, Asadur Bey’in akrabalarını bulma ve bir gün onlarla Erivan’da kahve içme muradı… Diğeri ise onun halen unutamadığı ve sevgisini ilerlemiş yaşına rağmen hiç eksiltmeden canlı tuttuğu imkansız aşk hikayesi. Bu iki konu filmde beni en çok etkileyen iki konudur.

Ermeni, Asuri-Süryani ve Alevi toplumlarının yaşadığı travmalarla yüzleşmenin önündeki en büyük engel nedir sizce?

Birçok ve oldukça katmanlı sebeplerin var olduğunu düşünüyorum. Birkaç tanesine değinmek isterim. En büyük engellerden birisi, resmi inkarın sürekliliği ve toplumun çok geniş bir kesimi tarafından benimsenmesi. Bu inkar yalnızca tarihsel bir ret değil, aynı zamanda bugünü de şekillendiren bir suskunluk, suçluluk, suça ortak olma, suçun tekrar tekrar yeniden işlenmesi halidir görüşüme göre. Eğitimiyle, medyasıyla, siyasal diliyle, toplumsal ilişkilere yansımasıyla bu inkar sürdürülüyor. Diğer bir engel, devletin Ermenileri, Pontos Rumlarını ve Süryanileri soykırıma uğratma planını hayata geçirirken, muazzam bir ölçüde Müslüman halkların bu suça gönüllü iştirak etmiş olmaları ve dolayısıyla suç ortağı olmalarının da yüzleşmenin önünde bir engel teşkil ettiğini düşünüyorum.

Belki de en önemli sebeplerden biri de, devlet aklının suni ve gerçeklerle alakası olmayan bir Kurtuluş Savaşı miti yaratmış olmasıdır. Gerçekte olan, asırlardır kendi topraklarında yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Pontos Rumları ve Süryaniler soykırımla yok edilmeye çalışılmış ve bunda da önemli ölçüde başarılı olunmuştur. Devlet, kendi Hristiyan halklarından onları yok ederek kurtulmuştur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, bu halklar mezarlığı üzerine inşa edilmiş bir yapıdır ve ancak inkar ve işlediği suçlara toplumun bir kesimini dahil ederek varlığını sürdürmektedir. Adaletli gerçek bir yüzleşme olduğunda, saklanan ve inkar edilen suçların ortaya çıkması ile varlığını dinamitlemiş olacaktır. Bu nedenle devletin temel politikası paranoyak bir halde inkar politikasını sürdürmekten ibarettir. Bu temel politika, yani soykırım inkarı ve hesap vermeme politikası, hükümetler ve birkaç istisna haricinde tüm muhalefet partileri arasında ortak bir konsensüs olarak kesintisiz bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

 

 

Hafıza ile adalet arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Bu anlatıların kolektif hafıza üzerindeki etkisi nedir?

Gerçek adalet, unutarak, unutturularak kurulamaz. Hafıza olmadan yüzleşme, yüzleşme olmadan da onarım, iyileşme ve mağdur halkların, fail halkların ardıllarına güvenmesi mümkün değildir. Bu anlatılanlar, hikâyeler, ağıtlar, geçmişi hatırlatarak ve hiçbir zaman unutmadan, unutturmadan geleceğe daha adil bir toplum bırakma çabasıdır, uğraşısıdır. Her tanıklık, “bir daha asla” demenin sessiz ama güçlü bir biçimidir. Bunu hiç olmasa yok edilen milyonların anılarına borçluyuz. Bayrak yarışı gibi görüyorum. Bayrak taşıma sırası bizde olabilir ve biz bayrağın varış noktasına ulaşmasını göremeyecek olsak bile, performansımızla bir sonrakilerin hedefe daha yakınlaşmasına katkı da bulunabiliriz. Seyircisi veya okuyucusu ile buluşan bu yaşanmışlıklar, kalpleri ve zihinleri henüz tamamen zehirlenmemiş kitleler üzerinde yüzleşme ve adalet talebi konusunda olumlu bir etki yaratacağına gönülden inanıyorum.

Soykırımların tanınması ve yüzleşme süreci sizce bugün ne aşamada?

Dünya genelinde birçok devletlerin soykırımı tanıma kararı -bu kararların sebebinden bağımsız olarak- umut verici. Tanıma kararlarının, Türkiye’nin inkâr politikasını zorlaştıran bir durum yarattığını unutmamak gerekir. Yoksa, Türkiye neden her seferinde canla başla ve çoğu zaman da karikatürize yöntemlerle tanıma kararlarını engellemeye çalışsın? Toplumsal düzeyde hâlâ ciddi bir yüzleşme eksikliği var. Türkiye özelinde bu süreç hâlâ çok gerilerde bir yerde. Bunun sebeplerini daha önce üç noktada özetlemeye çalıştım. Ermeni, Süryani ve Pontos Soykırımları ile yüzleşilmediği, inkâr edildiği için Koçgiri, Ağrı, Şeyh Said, Sivas, Maraş, Çorum, Gazi, Roboskê, ‘hendek’ katliamları, 1934 Trakya Yahudi Pogromu, 1955 6-7 Eylül Pogromu yaşandı. Kıbrıs’ın kuzeyinin işgali, Suriye’nin bir bölümünün işgali, Irak’taki askeri varlık. Daha 2023’te Türkiye’nin Azerbaycan’a siyasi, askeri ve lojistik desteğiyle Dağlık Karabağ’da yaşayan 120 bin kadar Ermeni yerlerinden sürülerek burada etnik temizlik hayata geçirildi.

 

***

Gösterimler sürüyor