“Rojava’da Bir Gün”
Kültür/Sanat Haberleri —

Rojava /foto:AFP
- “İsminin Azad olduğunu söyleyerek bizimle Kürtçe diyalog kuran sinemacılardan birinin, gerçekte Yukarı Azerbaycanlı bir Azeri olduğunu öğreniyorum. Bu durum karşısında, Fransız ya da Alman biriyle Kürtçe konuşmaktan daha çok şaşkınım.”
ÖMER LEVENTOĞLU
Dünkü bölümün sonunda, Suriye’deki HTŞ kontrol bölgelerini atlatıp Fırat Nehri’ni karşıya geçince, mihmandarımızın telefonun açık mikrofonundan, bize, “Hûn bi xêr hatin Kurdistanê” diye seslendiğini anlatmış, böylece artık özgür bir toprak parçasına varmış olmanın verdiği kara bulutlardan kurtulma halet-i ruhiyesinden bahsetmiştim.
Peki bir toprak parçasının özgürleşmesi ne demektir acaba? Hani çok yakın tecrübelerden dolayı bilinen bir şeydir; Suriye savaşı boyunca, çeşitli çeteler bile, bir alanı işgal ettiklerinde, kendi medyalarından, “özgürleştirildi” diye yayın yapıyorlardı. Gerçekten de bir toprak parçası nasıl özgürleşebilir?..
İnsanlık tarihi boyunca, çok farklı toprak parçalarında, çok çeşitli formlara sahip “bağımsızca var olabilme” çabalarından söz edilir. İbn-i Haldun’un deyimiyle, tarihin koynunda çok çeşitli “Asabiyet”ler kuruldu, bu asabiyetler içerisinden Bedevi güçler çıktı ve zaman içerisinde Hadarileştiler, bu güçlerden Umran’lar, yani nev-i şahsına münhasır medeniyetler doğdu, bu medeniyetler kendilerini çok çeşitli iktidar formlarına dayandırdılar; aileler, kabileler, kılanlar, aşiretler, hanedanlıklar, küçük ya da büyük şehir devletleri, prenslikler, krallıklar, imparatorluklar, monarşiler, tiranlıklar, demokrasiler hüküm sürdü. Bu iktidar biçimlerinden her birinin kendi mitolojileri oldu, bu mitolojilerin her biri kendi tıynetine uygun efsaneler, edebiyatlar, destanlar, ideolojiler yarattı, bin bir renkte inançlar yeşerdi, dinler, ilahiyatlar, iman etme biçimleri peydahlandı, bütün bu kurumsallıklar ve meşruiyet araçları, bir toprak parçasının hükmünü elde tutmaktan başka herhangi bir amaç taşımıyordu. Oysa “bir toprak parçasının elde tutulması” ile o toprağın “özgürleştirilmesi” birbirine taban tabana zıt anlamlara gelir. Buna rağmen, her ele geçirme, aynı zamanda bir tür özgürleştirme paradigmasıyla meşrulaştırıldı. Buna kimi zaman kurtuluş, kimi zaman bağımsızlık, kimi zaman devrim dendi. Yani toprağa sahiplik ya da hüküm denen şey, her çağın dilinde farklı ifadeler ama tek bir anlam taşıyordu: Yaşadığın yere ve o topraktaki yaşamda iktidar olma, hükmedebilme kudreti…
Peki Rojava’nın, diğer bütün medeniyet biçimlerinden, hüküm geleneğinden, kur(t)uluş ya da bağımsızlık çabalarından ayırt edici bir yanı var mıydı? Varsa bunun temel göstergeleri neydi? Bu sorulara teorik/politik bir yanıt vermek yerine, bu topraklar üzerindeki birkaç güne yayılan gözlemlerimi özetleyerek anlam bulmaya çalışacağım.
Kontrol noktasında hayal kırıklığı
Rojava tarafındaki sêytareler, yani kontrol noktaları neredeyse HTŞ kontrol noktalarıyla aynı. Tıpkı bir kente giriş yapıyormuşsunuz gibi kurulmuş bir “giriş tüneli”, ve bu tünelin ortasında, sağlı sollu iki yandan akan trafiği denetlemek üzere ellerinde hafif namlulu silahlar ile iki ya da dört polis, yani asayiş gücü, kontrol noktasına yaklaşırken araçların zorunlu olarak yavaşlamasını sağlayan tümsekler ve bu noktayı selametle geçmekten başka amacı olmayan sürücülerin selam vermek üzere hürmetle ellerini baş hizasına ya da göğüs üzerine kaldırdığı ritüeller... Buraya kadarı neredeyse tıpa tıp aynı. Ancak asayiş sorumlularının yüz ifadeleri bile birbirinden o kadar farklı ki, öncekiler tamamen tedirgin ve yaklaşan her aracı kuşku yüklü bir endişeyle karşılarken, Rojava tarafındaki asayişlerde, işlerini son derece ciddiye alan bir özen ve bu özene eşlik eden bir tür kendinden eminlik ifadesi olarak güler yüz... Kıyafetlerin sunduğu göstergeler de farklı; HTŞ bölgesindeki asayişin kıyafetleri ağırlıklı olarak siyah, SDG bölgesindekiler ise ya kamuflaj ya da haki yeşili askeri kıyafet taşıyorlar.
Derler ya insanın aklına gelmeyen başına gelirmiş. Hesekê’ye yaklaşık 50 kilometre kala girdiğimiz kontrol noktasında, pasaport incelemeye takılıyoruz. Veriyoruz pasaportları. Beklentimiz şöyle: Alıp bakarlar, bir iki dakika içerisinde getirip pasaportları teslim eder, “gidebilirsiniz” derler. Oysa kısa bir bekleyişin ardından, aracı kenara çekmemizi, inip asayişi takip ederek kontrol amirliğine gitmemizi istiyorlar.
Kontrol amirliğine vardığımızda Kürtçe konuşan kimse yok. Bu bir hayal kırıklığı... Kürdistan’a geldiğimizi düşünüyorduk, ancak bunların bir teki bile Kürtçe bilmiyor. Yine de hürmetli davranıyorlar, oturmamız için sandalye veriyor, içmemiz için su ikram ediyorlar. Kısa birkaç diyalog çabası da kadük kalıyor. Nihayet içeriden çıkan bir sorumlu, Kürtçe selamlıyor bizi. Bu daha ilginç, bizim amca çocuklarından biri gelip burada komutan olmuş olamaz, ama adam tıpkı bizim köylü biri gibi konuşuyor. Gerçek bir merak, hatta biraz şaşkınlıkla nereden geldiğimizi, güvenlik noktalarından nasıl geçtiğimizi soruyor. Anlattığımız şeylerin basit ve herhangi bir gerilim unsuru taşımıyor olması nedeniyle, durumu biraz garipsediğini hissedebiliyorum. Neyse ki bir telefon görüşmesi yapıyor ve bizim festival misafirleri olduğumuzu anlayınca davranışları daha bir sıcak olmaya başlıyor. Şakalaşmalar, sinema konusunda merak ettiği şeyleri paylaşma derken sohbet derinleşiyor, ancak karanlık çökmek üzere ve bizim daha iki saate yakın bir yolumuz var.
“Mala Şîn…”
Qamişlo’nun girişinden itibaren, belli ki gideceğimiz yerin adresi işaretlenmiş olmalı, şoförümüz bir navigasyon uygulamasını takip ediyor, kentin ana alterleri, bulvarlar, cadde ve sokaklar festival afişleriyle süslenmiş. Her kavşak bu topraklar için savaşıp can veren insanların adıyla adlandırılmış. Dört yola denk gelen bazı kavşaklar, aynı zamanda tarihin kavşaklarıyla simgeleştirilmiş. Özgürlüğü, tarihi dönemeçlerdeki kırılma anlarındaki fedakarlığı, direnişi simgeleyen heykeller, kavşakların orta yerine yerleştirilmiş. İşgale, talana, saldırganlığa, sömürgeciliğe karşı direnenlerin resim ya da isimlerinin gölgesinden geçerek bir ara sokağa giriyoruz.
Buradaki bir bina giriş kapısının yan tarafına, duvara, Türkçe “Yas Evi” ya da “Mavi Ev” anlamına gelebilecek “Mala Şîn” yazıyor. Her iki anlama da gelir, çünkü Kürtlerde “Şîn” hem yas, hem mavi demek, bu tek heceli ifadenin etimolojisi bile çok tuhaf, bir ritüel olarak “yas”, bir renk olarak “mavi” anlamına gelen “şîn” aynı zamanda başka bir rengin, yeşilin bazı alanlarından da anlam aşıran bir ifadedir. Örneğin, baharda çevrenin yeşillenmesine “kesk” ya da “keskahî” denmez, “şînahî” denir, coğrafyanın yeşillenmesi deyimini karşılamak üzere “şînahî derket” ya da “erd şîn bû” (toprak canlandı) denir mesela, buradaki şîn, sadece bir renge tekabül etmez, bir tür canlanma, yeniden doğuş, varoluşun tazelenmesi biçimindeki bir içeriğe gönderme yapar. Dolayısıyla Kürtlerin ölümü kabullenme, ölümü bir hürmet ritüeliyle karşılama eylemini ifadelendirirken kullandıkları kelime ile, yaşamın yenilenmesini, tazelenmesini ifadelendirirken kullandıkları kelime bir ve aynı kelimedir.
Kürtçe konuşan İspanyol, İtalyan ve Fransızlar
Mala Şîn, festival misafirlerini karşılama ve yemek ikramlarının olduğu mekan... Genişçe bir avluya açılıyor kapı. İçerisi bin bir renk duvar süslemeleri, el emeği göz nuru kilimler, afişler, Kürt kültürünün farklı kategorilerine gösterge oluşturan döşemeler, oturma düzenekleri vs vs… İçerideki insan topluluğu ve bu insanlardan yankılanan seslerin tınıları da bu renkliliğin bir parçası: Çoğunlukla Kürtçe konuşuluyor, ancak Almanca, Arapça, İngilizce, İspanyolca ve daha başka dillerden kelimeler de havada uçuşuyor. Daha çarpıcı olan ise, Diyarbakır ya da Erzurum Kürtlerinden daha akıcı, daha yetkin Kürtçe konuşanlardan bazılarının İtalyan, İngiliz ya da Ermeni olduğunu öğreniyoruz. Bu işe nasıl böyle oldu? Biz Kürtler, genellikle ilk okula başladığımızda Türkçe bilmeyen, liseyi bitirdiğimizde Kürtçeyi unutmuş olan bir geleneği neredeyse içselleştirmiş, normalleştirmişken, bu İngiliz, Fransız, İspanyol ya da Azeri gençlerin bizim bir çoğumuzdan daha akıcı, daha şirin bir Kürtçe ile konuşuyor olmalarına karşı merakımı kontrol edemiyorum. Öğreniyorum ki bunların önemli bir kısmı, Kobanê direnişi sırasında gelip enternasyonal tabur bünyesinde DAİŞ’e karşı savaşan devrimcilerden… Askeri sorumlulukların azalması sonrasında, birçoğu memleketlerine dönmemiş, Rojava’daki komünal-demokratik sistemin inşasında da görevler üstlenmişler. Bazıları da zaten sinemacı oldukları için, Rojava’da sinema komününe katılarak üretim yapmaya başlamışlar ve bunlar içerisinden bazılarının filmleri de festivale seçilmeye hak kazanmış.
Yukarı Azerbaycanlı Azad
Hepsi yönetmen değil ayrıca; İsminin Azad olduğunu söyleyerek bizimle Kürtçe diyalog kuran sinemacılardan birinin, gerçekte Yukarı Azerbaycanlı bir Azeri olduğunu öğreniyorum. Bu durum karşısında, Fransız ya da Alman biriyle Kürtçe konuşmaktan daha çok şaşkınım. Zira İran Azerbaycan’ında bir sinema filmi projesinde çalışmıştım, burada karşılaştığım Türkler, Azeriler, Azerbaycan Azerilerine göre kısmen daha pozitiflerdi Kürt sorununa karşı. Urmiye, Khoy, Mehabad gibi Doğu Kürdistan’ın birçok bölgesinde Kürtlerle iç içe yaşamış olmanın, ortak bir kültür ve tarih şuuruna sahip olmanın verdiği bir “anlayış”tan kaynaklanıyordu belki bu hoşgörü. Fakat Türkçülük ideolojisinin neredeyse bir amentü gibi şırıngalandığı Kuzey Azerbaycan’dan gelip Kürtlerle aynı cephede savaşmış, toplumsal inşa sürecine aktif olarak katılmış, Kürt sinemasının en genç ve en yaratıcı eyleminde bu insanlarla birlikte çalışan, üstelik bir yönetmen ya da daha göz önündeki başka bir statü istemeyip kamera arkasında emek veren, entelektüel çaba harcayan bir Azeri… Dahası senden benden daha Kürt, senden benden daha oradaki yaşamla, toplumla, kültürle kaynaşmış…
*
Böylece Rojava’daki ilk gün bir akşam vakti başlıyor ve herhangi bir yeri gündüz gözüyle göremeden, bütün misafirlerle birlikte kalınacak olan otellere yerleştiriliyoruz. Yarın sabahtan itibaren, her bir karış toprağı, tarihin görüp görebileceği en vahşi, en katliamcı, en yıkıcı dehşeti karşısında kazanılmış, öfkenin ve kör cehaletin tüyler ürpertici kıyıcılığının elinden söke söke alınmış, özgürleştirilmiş topraklarda dolaşacak, bu coğrafyada üretilen sinemayı bu coğrafyanın yeniden inşa edilmiş salonlarında izleyecek, bu coğrafyada sinemanın akıl, felsefe, estetik değerlerini, sinemanın sesini, sedasını, ışığını, rengini, fikrini tartışacağız.
https://www.ozgurpolitika.com/haberi-roj-ava-206792
Yarın: “Devrim Sineması ya da Sinema Devrimi”














