Acıdan kaçmanın esareti

MAHİR FIRAT FİDAN

 

"Acı, iyileştirici etkisini hiç ummadığımız yerde gösterir." Martin Heidegger

Yaşadığımız çağın toplumsal bilincine varabilmek için, acı ile haz arasındaki gerilime ve çekişmeye bakmak, zamanın ruhunu okumak için bir kapı aralıyor bize. Kadim bilgeliğin yüz yıllar boyunca, insanın kemale ermesi için bir ön koşul olarak kabul ettiği ve aynı zamanda derinliğe varmanın bir ifadesi olan acı, şimdilerde sadece kaçınılması gereken bir duygu olarak karşımızda duruyor. İnsanlar acıdan olanca gücüyle kaçıyor... Neoliberal yaşam örgüsünün bir nasihati olarak da kendi ifade eden bu kaçış, insan duygulanımlarında bir diğer uç nokta olan haz yaşamına evrilen bir diğer süreci beraberinde getirdi. İnsanın varlığının en temel duygusu olan acı, içinde bulunduğumuz çağda neden kaçılan ve kaçınılan bir duygu haline geldi? Acıdan kaçan insan, özünde neyi kaybediyor? Bu yazıyla beraber bu soruların cevabına bir katkı sunmaya çalışacağız. 

Yakın zamanda filozof Byung Chul-Han’ın Palyatif Toplum, Günümüzde Acı adlı kitabı yayınlandı. Han, bu kitapla beraber acı ve insan arasındaki ilişkinin köklerine iniyor ve günümüz dünyasıyla bir kıyas yaparak aradaki farkı insanın sarsan yönleriyle ortaya koyuyor. 11 makalenin arasında acının farklı yönlerini değerlendiren Han, kendi tanımlamasıyla Neoliberal Mutluluk Dispotizifi’nin ipliğini pazara çıkarıyor ve insan duyguları üzerinde inşa edilen çarkın teşirini okuyucuya sunuyor. 

Han, acıdan kaçan toplum için Palyatif terimi kullanmayı uygun görüyor. Palyatif esas olarak bir tıp terimi. Bu terim daha çok çözümü olmayan durumlarda geçici müdahaleler için kullanılıyor. Han, günümüz dünyasının acı ile bağlarını ele alırken bu terim üzerinden inşa ediyor metnini. Çünkü acıdan kaçan modern insan, ancak geçici çözümlerle yaşamı sürdürebiliyor. Yaşamın getirdiği yıkımlarla karşı karşıya kaldığında hissedilen acıdan kaçarak, bir nevi köklü çözümleri de elinin tersiyle itiyor. İnsanın en temel yanılgısı burada başlıyor.

Biraz daha öze vardığımızda insanın ilk duygusu acıdır denilebilir. Anne ile bebek arasındaki ilk kopuş, ilk ayrılık ve ilk çığlık, insanın ilk acı deneyimidir. Korunaklı bir dünyadan, yabancısı olduğumuz bir dünyaya ilk adımdır. Sancılıdır. Sancısı bir ömür boyunca insana yazgılıdır. Dinmez. Dinmemesi de gerekir aslında, dindirilmemesi gerekir. Yaşamı gerçek anlamda görünür kılan ve yeniliğe kapı aralayan tam da bu dindirilmez acıdır. Han’ın düşüncelerinin önemi tam olarak burada başlıyor. Neoliberal iktidar tekniklerinin insanı acıdan uzaklaştırarak bir performans öznesi haline getirdiğini ve bu öznenin ise kendi kedisini sömürmeye başladığını ısrarla anlatıyor. 

 

Algofobi-Acı korkusu

“Bana acıyla ilişkini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” Han, kitabına Ernest Jünger’in bu sözüyle başlıyor. Bu bölümün temel izleği acı korkusunun temelinde yatan paradigmanın çözümlenmesidir. Ve Han bu paradigmanın dostluktan aşka, aşktan siyasete kadar varan yansımalarını ele alır.  Bu konuda şunları yazar: “Günümüzde her yerde bir algofobi, genel bir acı korkusu hakim. Acı toleransı da hızla düşmekte. Algofobi sürekli-anesteziye yol açtı. Acı yaratacak her türlü durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır artık. Algofobi toplumsal alana da uzanır. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma  baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir”

Han’ın da ifade ettiği gibi acıdan kaçısın en önemli kaybı, her şeyin tekilleşerek aynıya dönüşmesidir. Farklı olanı deneyimleme şansı ortadan kaldırılır. İnsanın kemale erme süreci darbelenir. Yüzleşmekten korkulan her acı, insanın kendi ufuk genişliğine atılmış bir pranga görevi üstlenir. Bu satırları okuyunca insan acıyı yüceltme gibi bir duyguya kapılabilir. Fakat Han, bu durumdan özellikle kaçınır. Acıyı insanın yaşamının doğal süreci olarak ele alır. İtiraz ise bu doğal süreci yok sayan neoliberal yaşam biçiminedir.

 

Hakikat olarak acı

Hakikat… Düşünce tarihini bütün bir yolculuğunun nedeni olarak kabul edilen bir hazine. Han’ın düşüncelerinin değerli kılan bir diğer nokta da hakikat ve acı arasındaki temel bağa işaret etmesi. Yani acıyı hakikatin güvenilir bir ölçüsü olarak ele alması. Han bununla da yetinmez, palyatif toplumu hakikati olmayan toplum olarak tanımlar. Şöyle yazar: “Kopuşlar acı veriyorsa bağlar hakiki demektir. Sadece hakikatler acı verir. Hakiki olan her şey acı vericidir. Palyatif toplum hakikati olmayan toplumdur. Aynının cehennemidir.”

Aynının cehenneminde olmak… Bu sarsıcı ifade insan yaşamının sorgulanması gereken yöne doğru bir gedik açar. Aynılaşmak, insan yaşamının bütün hareketini durdurur. Sarsıntıdan, yıkıntıdan, çatışmadan korkan insan, aynın cehennemine hapsolmaya başlar. Neoliberal iktidar tekniklerinin ustaca kullandığı yöntemler insan bilincini haz yaşamında tutarak ya da bunu kutsal bir metin gibi insana sunarak insanı körleştirir. Han’a tekrardan kula verelim: “Acı ancak gerçek bir aidiyetin tehdit olduğu yerde belirir. Yani acı olmadığında körüzdür, hakikate ve bilgiye ulaşamayız… Acı olmaksızın ne sevmiş ne de yaşamışızdır. Hayat, rahat bir hayatta kalmaya feda edilir. Yalnızca canlı bir ilişki, gerçek bir birliktelik acıya muktedirdir. Buna karşılık cansız, işlevsel bir-aradalık bozulduğunda bile acısızdır. Canlı bir birlikteliği ölü olandan ayıran acıdır.

İnsan, acıdan kaçarken  “Hayatı yaşamak” gibi modern bir slogana eşlik ediyormuş gibi hissedebilir. Fakat acıdan kaçarken aslında daha büyük bir yanılgıya esir düşeriz. Görünmez prangalarla, bizzat ikna edilerek… Acının insan yaşamındaki yerini yadsımak, insan yaşamından keskinleşen gözleri ve yaşamın en ayırt edici yönlerini görmeyi insandan almaktır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.