Demokratik Cumhuriyet’i inşa edebiliriz

Dosya Haberleri —

Levent Köker

Levent Köker

  • Prof. Dr. Hüseyin Levent Köker: "Bu iktidar değişimi eğer Anayasa’yı da değiştirerek parlamenter sisteme geçişi başarabilirse, bu durumda Türkiye için daha demokratik bir gelecek inşa etmek, hatta “Demokratik Cumhuriyet’e geçebilmek için büyük bir imkân doğacaktır.
  • Geçmiş parlamenter sistemin çözemediği temel sorunların başında Kürt sorunu gelmektedir. Millet İttifakı, temel sorunu böyle görmüyor; sorunun başkancı-otoriter sistemden kaynaklandığı görüşünde. Oysa temel sorun sistemin de üzerine kurulu olduğu milliyetçi devlet paradigmasından kaynaklanıyor."

ARAM PİRO

Mevcut seçim ve siyaset gündemi, ittifakların gündemleri, parti kapatmaları aday ve destek tartışmaları ile devam ederken sistemsel tartışmalar geri planda kalıyor. Değişen anayasa, yönetim biçimi, tek kişiye bağlı Türk usulü otoriter başkanlık sistemi ve nihayetinde bir Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) devletine dönüşen hükümet yapısının karşısına, alternatif olarak kendini tanımlayan millet ittifakının parlamenter sisteme geri dönüş vaadini var. Buna “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” deniliyor. Bu vaat eskiye dönüş mü yoksa her siyasetin kendine göre şekillendirdiği gibi "Millet İttifakı siyasetinin" sadece kendi siyasi ideolojisini kapsayan bir sistem mi? Millet İttifakı'nın söz ettiği “güçlendirilmiş parlamenter sistem” sağlamak için atması gereken adımlar nedir? Diğer yandan HDP’nin geçtiğimiz şubat ayında öncülük ettiği Demokratik Cumhuriyet Konferansı'nda sistem ve fikirlerini deklare ettiler. HDP Demokratik Cumhuriyet hedeflerini şöyle tarif ediyorlar: “Demokratik Anayasa, özgür yurttaş ve evrensel hukuk temelinde Cumhuriyeti demokratikleştirmek.” Ülkenin ihtiyacı olan demokrasi kriterlerilerine ilişkin Kamu hukukçusu Prof. Dr. Hüseyin Levent Köker ile konuştuk.

Mevcut sistem ana hatlarıyla nelerdir hocam?

Mevcut sistem şeklen bir başkanlık sistemi. Türkiye’nin yabancısı olduğu bir sistem. Bilindiği gibi Türkiye’de 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde, 1921 Anayasası yürürlükteydi ve bu anayasaya göre “meclis hükümeti” sistemi vardı. Bu, yasama, yürütme ve yargı erklerinin TBMM’de toplandığı bir sistemdi. 1924 Anayasası ile birlikte bu sistem parlamenter sistem yönünde değişti, böylece Cumhurbaşkanlığı makamı ile birlikte yürütme görevi TBMM içinden çıkan ve TBMM’nin güven oyuna dayalı olarak görev yapan, Başbakan ve Bakanlardan oluşan Bakanlar Kurulu’na bırakıldı. 1924’ten sonra, iki askeri darbe döneminde, yani 1961 ve 1982’de yenilenen anayasal düzenlerde de bu parlamenter sistem ana özellikleri itibariyle korundu. Sadece, 1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’na önceki anayasalara göre daha fazla yetki verilmesi söz konusuydu. 2007’de yaşanan kriz sonrasında, Cumhurbaşkanı’nın doğrudan seçmenler tarafından seçilmesi benimsendi ve ilk kez 2014’te uygulandı. 2014’teki bu Cumhurbaşkanı seçiminden sonraki süreçte, parlamenter sisteme göre zaten fazla yetkili olan Cumhurbaşkanı, doğrudan seçmenler tarafından seçilmiş olmasının getirdiği bir sonuç olarak, yürütme yetkilerini Bakanlar Kurulu ile paylaşma mecburiyetini eleştirmeye başladı ve 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl ortamında, 16 Nisan 2017’de gerçekleştirilen halk oylamasıyla kabul edilen Anayasa değişikliği sonrasında mevcut sisteme geçilmiş oldu.

24 Haziran 2018’deki seçimlerden sonra tam anlamıyla yürürlüğe giren bu sistem, yürütme görev ve yetkilerini tek kişide, yâni Cumhurbaşkanı’nda toplamaktadır. Cumhurbaşkanı, aynı zamanda TBMM’deki çoğunluk partisinin genel başkanı olarak, yargı organlarına yapılacak olan üye atamalarında doğrudan ve dolaylı olarak etkili olmakta ve bunun uzantısı olarak ülke yargısının pratikteki işleyişini de kendi kontrolü altında bulundurabilmektedir. Cumhurbaşkanı, ayrıca, Cumhurbaşkanı seçiminin de yenilenmesi şartıyla, dilediği zaman TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verebilmektedir ki Türkiye, 10 Mart 2023’te Cumhurbaşkanı’nın aldığı karar sonucunda bugün bir erken seçim süreci içinde bulunmaktadır. Daha fazla uzatmadan söyleyecek olursam, Türkiye’nin mevcut sistemi şeklen başkanlık ama, Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin yarattığı hukukî ve fiilî “kuvvetler birliği” bakımından “başkancı-otoriter” veya “hiper başkanlık” sistemi gibi adlarla nitelenebilir. Her halükârda sistemin “demokratik” olmadığına şüphe yoktur.

Mevcut sistemin demokratik olmadığını ve “baskıcı-otoriter” olduğunu söylediniz. Bu baskıcı-otoriter sistemin yarattığı tahribat neler?

Mevcut sistemin yarattığı en önemli tahribat, Türkiye’nin 1990’ların ortalarından itibaren gerçekleştirmiş olduğu bir dizi Anayasa ve diğer hukuk reformlarıyla elde etmiş olduğu kazanımları geri almış olmasıdır. Malum, Türkiye 1945’ten bu yana, askerî darbe ve müdahalelerle kesintili de olsa, çok partili parlamenter siyasi hayatı olan bir ülkeydi. 12 Eylül ürünü Cunta Anayasası (1982), demokratik özelliklerinden çok otoriter, devletçi yanlarıyla öne çıkan bir Anayasa idi. Bu Anayasa, 1987’den itibaren toplam 19 defa değiştirildi. Bu değişikliklerden biri, başörtüsü ile ilgili olanı AYM tarafından iptal edildi. 2017’deki sistem değişikliğinden önceki diğer değişikliklerde ise sistemin demokratikleşmesi yönünde önemli kazanımlar elde edilmişti. 2017 değişikliği ile getirilen “başkancı-otoriter” sistem altında bu kazanımların ağır bir tahribata uğratıldığını görüyoruz. Bugünkü duruma göre Türkiye, hiçbir zaman tam özgürlükçü demokratik bir ülke olmadığı gerçeğini unutmadan söylersem, artık dünyanın özgür olmayan ülkeleri klasmanında yer almakta, hukuk devleti endekslerinde en alt sıralara düşmüş durumdadır. Tahribatın en büyük kısmı yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlüklere saygılı olma, demokratik süreçleri işletebilme gibi alanlarda yaşanmaktadır.

Bundan önceki sistem çocuk haklarına, mülteci haklarına ve insan haklarına çekinceler koyan bir sistemdi ve hala mevcut sistemde de var. Bu çekinceler yani temel insan hakları konusunda dahi sınıfta kalmışken ve karnenin iyi olmadığını tüm dünya tarafında da bilinirken Millet İttifakı’nın bunu gündemlerine almamalarının siyasi bir gerekçesi olabilir mi? Ve bu temelde önceki sistemi de bize biraz özetler misiniz?

Önceki sorunuza cevap verirken dediğim gibi, Türkiye 1945 sonrasında çok partili hayata geçiş yaptı ve o tarihten bu yana da, darbelerle kesilmiş olsa da, bunu devam ettirebildi ama unutmamak gerek, hiçbir zaman tam anlamıyla özgürlükçü demokratik bir ülke olamadı. Bunu vurguladıktan sonra, sorunuz hak ve özgürlüklerle ilgili ve hak ve özgürlükler de öncelikle anayasal düzenle ilgili bir konu olduğu için, Türkiye’nin anayasal gelişmeleri bağlamında ele almak daha doğru olur. Çünkü çok partili hayat olmasa da, tek-parti döneminde de Türkiye’de bir Anayasa düzeni mevcuttu. Cumhuriyet’in ilanı sırasında ise, 1921 Anayasası vardı. 1921 Anayasası döneminde de, 1921’le çatışmaması şartıyla 1876 Anayasası’nın yürürlükte olduğu kabul edilmişti. Şimdi, bunları akılda tutarak sorunuza gelirsem, burada bir ayrım yapmak yerinde olur. Sorunuz temel hak ve özgürlüklerle ilgili, o yüzden bu ayrımın önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrım şu: Temel insan hakları ve özgürlüklerini, bugünkü Anayasa düzeninde olduğu gibi, kişi hakları, sosyal ve ekonomik haklar ve siyasi haklar diye ayırabiliriz ya da bunlara sırasıyla negatif haklar, pozitif haklar ve siyasi katılma (ya da yurttaşlık) hakları diyebiliriz. 1876’dan 1961’e kadar, Türkiye’nin geçmiş anayasa tecrübesinde haklar ve özgürlükler yurttaşların hakları ve özgürlükleri olarak anlaşılmıştır. Henüz insan hakları anlayışının dünya devletler düzeninde hukukî bir karşılık bulmadığı bu dönemde, örneğin 1876 Anayasası’nda “Osmanlı vatandaşlarının haklarından, 1924 Anayasası’nda ise “Türklerin haklarından söz edilmişti. 1924’ün burada önemi var çünkü burada kullanılan “Türk” tabiri, etnik bir mensubiyeti anlatmasının yanında, “Türkiye ahalisine vatandaşlık bağı itibariyle verilen ad” anlamına gelmektedir. Bunun sorunlu bir ifade olduğunu biliyoruz. Çünkü 1924 Anayasası’ndan, hatta Cumhuriyet’in ilanından önce, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nda, Türkiye vatandaşlarından “gayrimüslim azınlık”ta olanlara Antlaşma’nın üçüncü kısmında bazı haklar tanınmıştı. Bu ayrım, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları tarafından, Türkiye halkının sadece dini esaslara göre farklılaştırılabileceği, dil ve diğer unsurlar bakımından fark gözetilmeyeceği yolundaki bir “siyasi paradigmanın göstergesidir. Bir diğer deyişle kurucu paradigma, Müslüman çoğunluk-gayrimüslim azınlık ayrımı üzerine inşa edilmiş, sonra, 1924 Anayasası ile birlikte buradaki tüm halkın vatandaş olarak “Türkleştirilmesi” benimsenmiştir. Tarihin 1924 sonrasındaki seyrini dikkate aldığımızda açıkça belirginleşiyor ki, asıl paradigma, yirminci yüzyılın başlarında sayıları iyice azaltılmış olan gayrimüslimlerin ardından, çok büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye toplumunu “Türkleştirme” paradigmasıdır.

Şimdi, bu paradigma 1961 ve 1982 anayasaları altında, soruda sözünü ettiğiniz pek çok uluslararası temel hak ve özgürlüklerle ilgili çekincelere veya beyanlara yol açmıştır. Sadece çocuk hakları değil, Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, yine Birleşmiş Milletler Medenî ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi pek çok temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası sözleşmeye Türkiye’nin önemli çekinceler koyduğu veya bazı durumlarda bir beyan ile kendisini bu sözleşmelerin bazı hükümlerinden istisna etmek istediği görülmektedir. Bu çekincelerin büyük bir kısmı, Türkiye’nin kendi yurttaşları arasındaki bazı farklılıkları görmek ve kabul etmek konusunda, yukarıda değindiğim paradigmasından kaynaklanan direncidir. En büyük direnç de dil, daha doğrusu anadili konusundaki farklılıklardır. Türkiye Cumhuriyeti, çok uzun bir süre, yurttaşlarının Türkçe dışında bir anadile sâhip olabileceklerini kabul etmemiştir. Bugün bu direnç kısmen yumuşamış ve kanunlara anadili olarak girmese de, “Türk vatandaşlarının sâhip oldukları farklı dil ve lehçe” olarak girebilmiştir. Bu bağlamda hatırlatmak gerekir ki 12 Eylül Cuntası, Türkçe dışındaki dillerin, özellikle de Kürtçe'nin mevcudiyetini kanunla yasaklama yoluna gitmiş ve böylece literatüre “kanunla yasaklanmış dil” kavramını armağan etmişti. Bu ucube yasak 1991’de kaldırıldı, daha sonra başta Kürtçe olmak üzere Türkiye’deki farklı anadillerin öğretilmesi, hatta bu dillerle ilgili yükseköğretim birimleri kurulması mümkün hâle geldi, devlet radyo ve televizyonunda Kürtçe ve diğer dillerde yayın yapan kanallar kuruldu. Bütün bu kazanımlara rağmen bugün hâlâ “anadili” üzerindeki çekinceler varlığını sürdürmektedir.

Anadili ile ilgili örnekten sonra, genel anlamda fikir verici bir diğer noktanın da altını çizmemiz gerekir. 1945 sonrası, hak ve özgürlüklerin sâdece “vatandaşlar” bakımından değil, tüm insanlar için geçerli hak ve özgürlükler olduğu anlayışına paralel olarak Türkiye de başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere pek çok uluslararası temel hak ve özgürlüklerle ilgili sözleşmeye taraf olmuştur. Bunun bir uzantısı olarak, 1982 Anayasası’nın demokratikleştirilmesi yönündeki çabaların bir sonucu olarak 2004 yılında Anayasa’nın 90. Maddesine eklenen bir fıkra ile uluslararası temel hak ve özgürlüklerle ilgili sözleşmelerin kanunlar karşısında üstün olduğu kuralı benimsenmiştir. Buna rağmen Türkiye yargı pratiğinde hâlâ kanunları esas alan kararlar verilmekte veya uluslararası hak ve özgürlüklerle ilgili başta AİHM olmak üzere uluslararası yargı kararları savsaklanmakta, hatta Demirtaş, Kavala ve hapishanede tutulan diğer siyasiler ve basın emekçisi yurttaşlar örneğinde görüldüğü gibi, düpedüz uygulanmamaktadır.

Millet İttifakı’nın seçimler sonrasında parlamenter sisteme geçiş ile ilgili önerilerinde ve ortak politikalar metninde bu sorunların çözümüne yönelik herhangi bir anlamlı işaret görülmüyor. Bunun sebebi, kanımca bu ittifakın önemli bileşenleri arasında, başta İYİ Parti’nin parti olarak yukarıda değindiğim paradigma içinde yer almaktan kaynaklanan bir itirazının varlığıdır. Bu itirazın Millet İttifakı’nın diğer bileşenleri tarafından da kısmen de olsa paylaşıldığını söylersem, bu da çok yanlış olmaz. Aslında bu durum, Millet İttifakı’nın, iddia ettiği gibi, yeni bir sistem inşa etmeyi değil, eski parlâmenter sistemi, işaret ettiğim hak ve özgürlüklerle ilgili bütün kısıtlamaları ile birlikte restore etmeyi amaçladıklarını kanıtlamaktadır.

Millet ittifakının 12 maddelik parlamenter sisteme geçiş programı yani “dönüş vaadi” ülkeyi ileriye taşıyacak mı? Çünkü temel insan haklarını bile bir ölçü olarak alırsak bundan söz eden yok.

Sınırlı da olsa evet! Evet, iki nedenle: Birincisi, Cumhurbaşkanı’nın değişmesi ve bugünkü Cumhur İttifakı’nın parlâmento çoğunluğunu kaybetmesi, bir rahatlama sağlayacaktır. İkincisi, bu iktidar değişimi eğer Anayasa’yı da değiştirerek parlamenter sisteme geçişi başarabilirse, bu durumda Türkiye için daha demokratik bir gelecek inşa etmek, hatta “demokratik Cumhuriyet’e geçebilmek için büyük bir imkân doğacaktır. Bu imkân, parlamenter sisteme geçiş sürecinde, HDP’nin ya da seçimlerdeki adıyla Yeşil Sol Parti’nin ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bazı taleplerini gerçekleştirebilmesi hâlinde daha da anlamlı bir düzeye çıkacaktır. Tabi yine de Millet İttifakı’nın hak ve özgürlüklerle ilgili eski paradigmatik çekinceleri sürdürmesinden kaynaklanan sınırlar tam olarak aşılmış olmayacaktır.

Millet ittifakının 12 maddelik Parlamenter sürece geçiş sürecini metninin içerisinde “Türkiye'yi, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, ilke ve hedefler doğrultusunda anayasa, yasa, kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme esasları çerçevesinde, istişare ve uzlaşıyla yöneteceğiz” deniyor. Ortaya koydukları hedef ve ilkeler neticesinde nasıl bir yaklaşım bekliyorsunuz? Sistemi değiştirmeye aday bu iddiayı güçlendirirken en çok hangi maddeler üzerinde durursa inandırıcı olur?

Millet İttifakı’nın parlâmenter sisteme geçiş önerisi, önceki sorunuza cevap verirken söylediğim gibi, sınırlı da olsa, bugünküne göre çok daha özgürlükçü bir siyasi hayat vaat ediyor. Bu bakımdan olumlu. Bununla birlikte, benim düşünceme göre bu ittifak şu hususu görmedi ve görmüyor. Türkiye, yüzyıllık bir parlamenter deneyim içinde bazı temel sorunlarını çözemediği için, son beş yıldır uygulanmakta olan bu baskıcı, boğucu “başkancı” sistemin cenderesi altına sokuldu. Geçmiş parlâmenter sistemin çözemediği temel sorunların başında da Kürt sorunu gelmektedir. Kürt sorunu ise daha genel bir düzeyde, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri süren, toplumda var olan farklılıklarla uyumlu olmayan homojen bir ulusal varlık yaratmaya dönük milliyetçi paradigmanın terk edilmesiyle çözülebilecek bir sorundur. Millet İttifakı, temel sorunu böyle görmüyor, bundan farklı bir bakışla, sorunun başkancı-otoriter sistemden kaynaklandığı görüşünde. Temel sorunun sistemde değil, sistemin de üzerine kurulu olduğu milliyetçi devlet paradigmasında olduğunu görebilselerdi, o zaman geçişi sâdece bir sistem değişikliği olarak değil, toplumsal farklılıkları siyasi olarak tanıyan bir yeniden inşa süreci olarak kavrayabilirlerdi. Bu bakımdan, parlâmenter sisteme geçiş projesi bir rahatlama sağlayabilir ama çözüm için sizin teriminizle “inandırıcı” olamıyor demek zorundayım.

Bu sistem tartışmalarını hangi ölçülerle ele almalıyız, evrensel demokrasi kriterleri ile beraber Türkiye’nin ihtiyacı olan sistem evrensel standartlara baktığımızda nasıl olmalı?

Temel ölçümüz demokrasidir. Demokrasi ise farklılıkların birey, gruplar ve halklar düzeylerinde tanınması ile gerçekleştirilebilir. Bir diğer açıdan, bireysel ve kamusal-siyâsî otonominin (özerkliğin) varlığını kavramsal olarak kendi içinde bir araya getiren bir değerler ve kurallar bütünü olarak demokrasiyi ölçü almalıyız. Böyle yaptığımızda hem kavramsal olarak hem de Türkiye’nin somut tarihi gelişiminin geldiği bugünkü noktada çözmeye çalıştığı sorunların gereği olarak, ne gibi kurumsal yapıların inşa edilmesi gerektiği ana hatlarıyla ortaya çıkar. Belirgin olan bir şey var ki o da, Türkiye’nin sorunlarının başkancı veya parlamenter sistemlerle ilgili sorunlar olmadığı, bu sorunların hiçbir biçimde “milliyetçi-merkeziyetçi devlet” anlayışı korunarak çözülemeyeceği. Bunda anlaşırsak, demokrasisinin evrensel standartlarını yakalayabilen Türkiye’ye özgü bir cumhuriyeti, özetle “Demokratik Cumhuriyet’i inşa edebiliriz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.