Edebiyat kapalı mekânlardan çıkmalı
Kültür/Sanat Haberleri —
- “Hiçkuşu, pek çok kaynaktan, damardan beslenmekle beraber başta kendinden önce bu yolu açmış kadın yazarlardan ve beraberinde toplumsal alandaki feminist mücadeleden de güç alıyor. Bu yola ve mücadeleye başka mümkünleri de kendi dil, söyleyiş, biçimince görünür kılarak eklemleniyor, güç katmaya çalışıyor.”
MİHEME PORGEBOL
Melike Koçak’ın Hiçkuşu adlı ilk öykü kitabı Can Yayınları’ndan çıktı. Koçak, aslında Türkiye’deki edebiyat çevrelerince uzun yıllardır bilinen ve üreten bir isim. Okuyucuyu yakın tarihte hepimizi sarsan, her birimizin üzerinde çeşitli izler bırakan toplumsal olayların arasında gezdirerek birer tanıklık anlatısına dönüştürdüğü öykülerinde Koçak, kahramanını anlatının zamanına bakan bir açıya oturtuyor. Bu da kahramanın hem yalnızlığını gösteriyor hem de kahramanın toplum, devlet ve sistem tarafından kuşatılmışlığının tablosuna dönüştürüyor öyküyü.
Derviş Aydın Akkoç, Birikim Dergisi’nde yayımlanan ‘Melike Koçak ya da Tanığın Zevkli Azabı (I)’ başlıklı değerlendirmesinde “Koçak’ta söz olaylar karşısında hükmen mağlup, dahası mahcuptur. Bu mahcubiyetin tazyiki de sözü kaçınılmaz olarak politik duyuşa sevk eder, kışkırtır. Politik duyuş ve reflekslerin estetik duyuşun parıltılı yaratımlarını karartma riski –çoğun karartır da- göze alınmıştır” diyor. Belki de ana akım edebiyat çevrelerince artık “risk almak” diye tanımlanan bu göze alış Hiçkuşu’nu bir dönem eserine dönüştürüyor.
Biz de Melike Koçak’la edebiyat ve Hiçkuşu üzerine konuştuk:
Türkiye’de edebiyatı az buçuk takip edenler seni de az buçuk tanır, edebiyatla yoğun ilişkini bilir. Nedenini de cevabını da tahmin edebiliyorum ama ilk kitabının neden bu kadar beklediğini yine de sormak istiyorum.
Sevgili Miheme, bildiğine emin olduğum kısmı kendi dilimce söylemeye çalışayım. Yollarımızın kesişme gerekçeleri sebeplerimden biri. Bitimsiz savaşın, savaş halinin uzaktan da olsa tanığıyım. Bu, insanın hayatında, gündeliğinin akışında elbette kırılmalara sebep oluyor. Onca acı, elem, keder, dert yaşanırken söz bitmiyor ama yetersiz kalıyor. Elbette yaşam akıyor ve hafızaya sesler, görüntüler, kokular işleniyor ama onları iplik iplik etmek, bağlamak, dokumak için zaman gerekiyor. Hakikatin gücü, edebiyatı aştığında önce susmak gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü böyle zamanlarda buluşma noktası söz, dil, edebiyat değil de kolektif mücadele anları, alanları oluyor. Yazmak ancak yakın ya da uzak bir geleceğe, sonraya kalıyor. Durup düşünmek, dilde, zihinde, kağıtta ferah bir yer açmak için zamana ihtiyaç duyuluyor. En azından bende böyle oldu, oluyor.
Bir başka sebebim belki de şu; anlatılacak, anlatılan öyle çok hikâye var ki. Benim derdim en başka, yeni, ilginç, trajik vb. hikâyeyi bulmak, anlatmak değildi, değil. Yeryüzünden, canlılardan, bedenden, şehirden, sokaktan, hayattan kağıda taşıdıklarımı nasıl dile getireceğimdi daha çok. Hikâyenin kendisine kapılıp gittiğim metinler yok değildi, ama onlar antrenmandı. Bu kitapta da yoklar. Dura bekleye süzüle önüme koyduğumun dili üzerinde çalışırken nasıl bir biçim, dil, üslup soruma cevaplar ararken bir yandan da etik kaygılar taşıyordum. Mesela rol çalmamalıydım, sesim öykülerin öznelerinin sesini bastırmamalıydı, duygulara bıçak saplayıp çıkarmamalıydım... Beklemem, edebiyat içi dışı teorik okumalarla sağlamamı yapmam gerekiyordu. Tüm bu süreç, bir kitabımın yayınlanacak olmasından çok daha önemliydi. Yeterince dinlendiklerine kani olunca e hadi o zaman dedim.
Senden ülke ve toplumun içinde bulunduğu durumu, sosyal ve siyasi skandalları, ayrışma ve çatışmaları okuyabiliyoruz. Yazar ve sanatçıların yaşadıkları çağın tanığı oldukları söylenir ancak Türkiye’de bunu görebilmek çok zor... Sence sebebi ne?
Görsek mi iyi, görmesek mi onu da bilemiyorum. Hani betimleyeceksek, romantize edeceksek, oradan kendimize vicdan devşireceksek... sussak daha iyi belki.
Elbette bunun iyi örnekleri yok değil. Ama sayıp döküp bilinenleri tekrar etmeyeyim. Dağılmadan ve dağıtmadan sorunu esas alarak sorularla düşünmeye çalışayım. Mesala, tanıklık ve yüklediği ağırlık, etik ve estetik sorumluluk kaldırılamıyor olabilir mi? Tanık olunanı anlatmanın dili, biçimi bulunamayıp, endişe duyulup yazmaktan vazgeçiliyor olabilir mi? Bir de belki şu, yazmak da yüzleşmenin araçlarından biri. Bundan kaçılıyor olabilir mi? Yüzleşmek nihayetinde sorumluluk almayı da gerektiriyor. Yazmanın dışında her ne iş yapıyorsanız yapın, başka hangi alanda, alanlarda var olursanız olun yazdığınıza politik açıdan paralel ya da eş bir tavır, tutum almadığınızda yazdığınızı da tartışmaya açıyorsunuz. Yazdığının etik ve politik sorumluluğunu taşıyamayacak olmak da tanık olunanları yazıya geçirmeye engeldir belki. Büyük laflar etmekten, ahkâm kesmekten çekinirim, umarım öyle tınlamaz. Sorunun aklıma getirdiği sorular bunlar sadece.
“Yas” öyküsünde insanları sokağa çağıran birini görüyoruz ancak tüm gerekçeli çağrılarına rağmen umduğunu bulamıyor, kimse sokağa çıkmıyor. Belki bu çağrıları sosyal medyadan yaptı diyedir ama bu detay dikkatimi çekti. Orada, yaşananlara karşı kayıtsızlıktan mı yoksa çağın insanı pasifize eden araçlarından mı söz ediyorsun?
“Yas” öyküsündeki kişi sosyal medyadan çağrı bile yapmıyor neredeyse, ona da inanmıyor. O kadar bıkkın ve bungun, ama her an bir “felaket” haberiyle karşılacakmış hissiyle tedirgin. Biçimi başka başka da olsa yazıya, yazmaya inanıyor biraz biraz. Yaşanan parçalanmayı parçalı bir yazıyla belleklere kazımaya. Önce kendi belleğine. Bu, o öyküdeki kişi.
Bana gelince... Sosyal medya çığlığın duyulmasını sağlayan önemli bir araç. Bunun yaygınlaşmasını, yan yana gelmeyi de sağlıyor. Ancak bir sonraki çığlığa kadar sessizlik. Bizim gibi ülkelerde çığlıkların çokluğu ve sürekliliği de birbirlerini görünülmez, duyulmaz kılabiliyor. Harekete geçiren bir yanı olduğu kadar afallatan, hareketsiz bırakan ya da beğenmekle, paylaşmakla görev savdıran bir yanı da yok değil. Sosyal medyayla beraber diğer araçları, alanları beraber kullanabildiğimizde o zaman etkisi muazzam büyüyor. Çoğu zaman henüz yan yana gelmeden parçalanmalara, kopuşlara sebep olduğu da âşikar. Manipülatif bir tarafı da var. Hep uyanık, zinde olunmalı karşısında. Johann Hari Çalınan Dikkat’te (Metis, çev. Barış Engin Aksoy) “İnsanların enformasyon özümseme hızının bir üst sınırı olduğu, bu bariyeri aşmaya çalıştığınızda beyninizin anlama kabiliyetini aştığını” ortaya çıkaran bir çalışmadan söz ederken bilim insanlarının “hızlı okumaya meyilli insanların karmaşık ya da çetin metinlerden uzak durmaya meyilli olduklarını” keşfettiğini de ekler. Pek çok imkânı taşısa da bir yan etki olarak senin de belirttiğin gibi kayıtsızlık, donup kalma gibi yan etkilerden de söz edebiliriz belki. Ne onlu ne onsuz.