Egemenliğin dönüşümü
Dosya Haberleri —

Sömürgecilik
Anayasanın eşiğinde-2
- Herhangi bir şey mülkleştirilmediği gibi, siyasal bir kavram olarak “egemenlik” dahi mülkiyet ilişkisinin dışında değerlendirilir ve kimin sorusuna cevap aranmaktansa, nasıl kullanılacağı sorusu üzerine yoğunlaşılırsa sosyalizm içinde bir cevap bulma olanağımız oluşacaktır.
- Kavram olarak da kişi veya gruplara mal edilmesi halinde yozlaşmaya mahkum olacaktır. Diğer yandan egemenlik diye bir kavramın var olmadığı da söylenemeyeceğine göre esas soru, bunun nasıl kullanabileceğinde tıkanmaktadır ve buna verilecek cevapta her olay özelinde kendini yenilemesi gereken bir soru olarak belirmektedir.
- Egemenliği halktan alarak “üretilen rızaya” değil, halkla birlikte örgütlemek. Bu anlayışın somutlaştığı en önemli örneklerden biri, Rojava pratiğidir. Egemenliğin ulus-devlet formu dışında da var olabileceğini gösteren bu deneyim, ahlaki politik toplumun olanaklarını gözler önüne sermiştir.
ONUR CAN AYKUT
Çalışmanın ilk yazısında demokratik ulus hukukunun karşıtlarıyla olan bağlantısından bahsedilmeye çalışıldı. Deyim yerindeyse; farklı dünyaların bir evrende toplanması gibi, sınırlar ve duraklar belirlenmeye çalışıldı. Bu yazıda daha ziyade benzerleriyle olan farklılıklarından yola çıkılarak kesişimler ve art alanlara değinilecektir. Hal böyleyken çok daha iç eleştiri bekleyen bir bölüm olduğunu belirtmekte fayda var.
Kavramsal çerçeve
Bu yazının dayandığı teorik temelleri anlamak için öncelikle iktidar, otorite ve egemenlik kavramlarının birbirinden nasıl ayrıldığını açıklığa kavuşturmak gerekir. Bu üç kavram, modern siyasal düşüncenin temel direkleri arasında yer alır, ancak farklı düşünürlerde farklı içeriklerle şekillenmiştir.
Arendt’e göre "otorite", geçmişten gelen bir meşruiyeti ve kabulü ifade eder. Otorite, zorlamaya gerek duymadan kabul gören bir iktidar biçimidir ve kökenini çoğunlukla gelenekten alır. Modern çağda otoritenin çöküşünü, Arendt aynı zamanda meşruiyet krizinin ve tiranlığın yükselişinin bir işareti olarak yorumlar. Ona göre otorite ile zor ayırt edilmelidir; zira zor, iktidarın ya da otoritenin yokluğunda devreye girer. Bu bağlamda Arendt, egemenlik kavramını problemli bulur çünkü egemenlik, çoğu zaman mutlaklığı ve itaati çağrıştırır.
Agamben ise Foucault’dan aldığı biyopolitika analizinden yola çıkarak egemenliği merkeze alır. Onun için egemenlik, klasik bir istisna haline karar verme yetkisi olarak tanımlanır. Bu yetki sayesinde egemen, hukuku askıya alarak yaşamı hukuk-dışı ama aynı zamanda hukuk içinde tutar. Bunu "Homo Sacer" kavramıyla açıklar. Öldürülebilir ama kurban edilemez yaşam biçimi tanımlanır. Buna göre; modern egemenlik, bu çıplak yaşamı üretme ve yönetme kapasitesiyle işler. Hapishaneler ve mülteci kampları buna örnek gösterilebilir. Agamben egemenliğin bu mekanlarda vücut bulduğunu söyler.
Ancak bu yazıda kullanılacak egemenlik kavramı, klasik anlamda bir yetkinin kimde olduğundan çok, hukukun askıya alınsa dahi nasıl işlediğiyle; iktidarın ise yalnızca zora değil, rıza üretimine ve yaşamın düzenlenmesine nasıl yöneldiğiyle ilgilidir. Bu çerçevede otorite, geleneksel meşruiyet biçimlerinin günümüz siyasal alanında nasıl sarsıldığını ve yerini hangi iktidar biçimlerinin aldığını anlamak açısından önemlidir.
Hukukun tarihsel formu
Mevcut hukuk formunun Roma’dan bu yana bir ticaret ve mübadele ilişkilerinin düzenlenmesi olduğu söylenebilir. Bu durum üretim ilişkilerinin ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin radikal bir değişim yaşamaması ile doğrudan ilgilidir. Roma’dan bu yana hukukun temel düsturunun değişmediğine değinilmişti; Hukuk, farklı biçimlere girmiş olabilir ancak içerik konusunda bir değişim yaşanmamıştır. Temel mantık yürütme metodu aynıdır, kâr amacı taşımaktadır ve bunu tahakküm geleneği üzerine oturarak yapmıştır. Tam da bu sebeple egemenlik biçiminde köklü bir değişme olmadığından söz edilebilir. Bir diğer yandan temelde, babanın hakimiyetinin hukuki statü elde ettiği bir toplumdan bahsettiğimizi de belirtmek gerekir. Bunların bir sonucu olarak hukukta da benzer metot ve kavramlarla iş tutabilmek mümkün hale gelmiştir. Egemenlik uygulamalarının özü değişmedikçe hukuksal formların da değişmediğinin en trajik örneğini reel sosyalist akım/rejimlerde görebiliriz.
Sosyalizmde egemenlik sorunu
Teorik düzlemde reel sosyalizmin ne vaat ettiğinden bağımsız olarak ne yaptığına bakılacak olursa, konumuz bağlamında, en belirgin olarak fark edilecek husus, parti-devlet özdeşliğidir. Bu durum bir bütün olarak toplumu durağanlaştırdığı, reflekssizleştirdiği gibi kaçınılması gereken ve sönümleneceği öngörülen devlet ve hukuku da kendi içinde ölümsüz bir hale getirmekteydi. Bu benzerlik Marksist sosyalist gelenek ile kapitalist modernitenin egemenlik siyasalarının birbirinden pratik olarak ayrılamamasıyla açıklanabilir. Marksist geleneğin, özelde Marks’ın bir devlet teorisi yoktur denilemez ancak egemenliğin bir sınıfa, partiye veya benzerine bir süreliğine de olsa yükletilmesinin ulus-devlet anlayışına süre kazandırmaktan başka anlama gelmediği acı tecrübelerle görülmüştür.
Sovyetlerde, çıkış noktası halk adına mücadele vermek olan partinin nihayette devletleşmesi, ilerleyen süreçte partiye/devlete karşı çıkanın halka ihanet ettiği sonucuna götürmüştü. Dolayısıyla karşı çıkışlar, irili ufaklı yaptırımlara konu olmuştu. Bu durumun aşılması egemenliğe dair sorunun "kimin" değil "nasıl" sorusuyla anlamlandırılmaya çalışılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Zaten mevcut düzlemde kimin sorusu spekülatif olmaktan öteye gitmemiştir.
Egemenliğin yozlaşması
Bugün anti-demokrat olarak adlandırdığımız rejimler dahi egemenliği halk adına kullandığını, yaptıklarının halkın yararına olduğu düsturuyla hareket etmişlerdi. Ancak egemenliğin nasıl uygulanması gerektiğine dair bir soruyla birlikte her an kendini yeniden üretmesi gereken bir noktaya tekabül ettiğinden, meşruiyeti de her an üretebilen bir organizma haline dönüşür. Bu sayede yapılacak eylem veya işler dayanışmacı bir pratikte çözülmek zorunda kalır ve egemenliğin meşruiyeti sorunsalı kendiliğinden çözüme kavuşur. Elbette konu bu kadar basite indirgenmemelidir ama bir başlangıçtır denebilir. Tüm teorik tartışmalardan azade olarak böylesi bir durum sosyalizmin özüne daha uygun değil midir? Yani herhangi bir şey mülkleştirilmediği gibi, siyasal bir kavram olarak “egemenlik” dahi mülkiyet ilişkisinin dışında değerlendirilir ve kimin sorusuna cevap aranmaktansa, nasıl kullanılacağı sorusu üzerine yoğunlaşılırsa sosyalizm içinde bir cevap bulma olanağımız oluşacaktır. Ancak mülkleştirme dışı ilan etmeyip belirli bir sosyolojik grubun olduğu iddia edilmeye devam edildikçe kapitalist modernite de ulus-devlet de sönümlenmeyecektir. Başka bir ifadeyle, mülkiyet ilişkisi sadece insan yahut mal ile kurulmaz. Bir kavram da kişi veya gruplara mal edilmesi halinde yozlaşmaya mahkum olacaktır. Bir diğer yandan egemenlik diye bir kavramın var olmadığı da söylenemeyeceğine göre esas soru, bunun nasıl kullanabileceğinde tıkanmaktadır ve buna verilecek cevapta her olay özelinde kendini yenilemesi gereken bir soru olarak belirmektedir.
Egemenliği yeniden anlamlandırmak: Rojava
Mevcut egemenlik biçimi salt güç ve iktidar arar. Bu gücün ve iktidarın nasıl kullanıldığı ve neye dayanarak kullanıldığı pek önemli değildir. Tamamen önemli değildir diyemiyoruz. Tarih boyunca despotik monarşilerden, totaliter modern rejimlere kadar birçok egemenlik biçimi; iktidarın kaynağını halkın rızasına dayandırmış ancak bunu zor ve manipülasyon ile almıştır. Siyasal tarih bunlar ve benzeri egemenlik iddialarıyla doludur. Bütün bu kurulan egemenlikler için çeşitli başarılar atfedilebilir; ekonomik kalkınma ve kitleleri sürükleyebilme bunların başında gelir. Ancak hakiki bir rızaya dayalıdır denemez. Zaten onların da böyle bir iddiası yoktu. Kaldı ki; egemen olmak isteniyorsa böyle bir gaye anlamsızdır. Mevcut hukuksal mekanizma da buna cevaz verir.
Demokratik ulusun ufku
Reel sosyalizmin devletin, dolayısıyla iktidarın, sönümlenmesi idealine rağmen egemenlik ilişkisini merkezileştirdiği önceki bölümde tartışıldı. Bu durumun yalnızca reel sosyalist pratiklerde değil, tüm modern egemenlik biçimlerine içkin olduğunu görmek gerekir. Ancak bu mekanizmayı aşmak gibi bir gaye taşınıyorsa başka bir paradigma aramak gerekir. Sayın Öcalan’ın tanımıyla ahlaki-politik toplum, bireylerin ve toplumun ortak yaşamı ahlaki değerlerle tartışarak kurdukları, iktidarın ise dışsal değil içsel meşruiyete dayandığı bir yapıdır ve bahsi geçen tarzda bir egemenlik anlayışını kendiliğinden engeller niteliktedir.
Dolayısıyla başka bir dünya, başka bir siyasal teori ve başka bir hukuk kuramı ile egemenliğin yeniden tanımlanmasını gerekli kılar. Bu tanım zorun ya da çoğunluğun değil, toplumun ahlaki-politik doğasının inşasında aranmalıdır. Komünal toplumsallık tam da burada devreye girer: Egemenliği halktan alarak “üretilen rızaya” değil, halkla birlikte örgütlemek. Bu anlayışın somutlaştığı en önemli örneklerden biri, halklar arası özyönetim deneyimiyle Rojava pratiğidir. Burada yerel meclisler, kadın komünleri, halk mahkemeleri gibi yapılar; devleti merkeze almayan, komünal ahlaka ve katılımcı siyasete dayalı bir yaşam inşasına yönelmiştir. Egemenliğin ulus-devlet formu dışında da var olabileceğini gösteren bu deneyim, ahlaki politik toplumun olanaklarını gözler önüne sermiştir. İşte tam bu noktada Sayın Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik modernite” kavramı, kapitalist modernitenin dışında, hatta modernitenin dışında, başka bir toplumsal örgütlenme ve hukuk anlayışının da mümkün olduğunun en açık örneğidir. Bu yalnızca teorik bir öneri değil, aynı zamanda yaşanmakta olan bir deneyimdir. Özcesi; egemenliğin doğal olduğunu kabul edip sahiplenmeden kullanmanın bir yolu olduğunun göstergesidir.
Sonuç yerine;
Yazı boyunca egemenlik biçimlerine dair çeşitli örnekler verildi. Temelde iki tür egemenlik biçimi olduğundan, yakın tarihteki sosyalist deneyimlerin de bundan payını aldığından bahsedildi. Bunun yanında başka bir tahayyülün mümkün olduğu, gerçekleştiği ve daha da gerçekleşebileceğine dair imkanların varlığı ortaya konulmaya çalışıldı.
Egemenlik kurumuyla bir mülk ilişkisi kurulamayacağı ancak, deyim yerindeyse, evrenin/yaşamın kendi kuralları olduğu, insanın ancak buna keşfederek uyum gösterebileceği kulağa çok da yabancı gelmese gerek. Tam olarak tersinden hareketle buraya varabiliriz. Teorik olarak birinin “egemenlik belirli kişi/aile/zümreye aittir” demesi akıl dışı gelecektir. Ancak bu akıl dışılığın yaşanıyor ve normal hale gelmiş olması tam da manipülasyon, hile ve rıza üretimi gibi kavramlarla açıklanabilir. Bir de buna çıkarların bulaşması algıyı, gerçekliğin önüne kalın bir perde olarak çekmek için yeter ve artar bir konum hazırlamaktadır.
Bir anayasa eninde sonunda belirli bir otorite kavramının üzerine oturur ve kendini orada geliştirir, ilerletir. Mevcut haliyle egemenlik kuramları, somut olarak anayasalar, gerek Türkiye’de gerek dünyada, bir özgürlük ve güvenlik dengesi kurma çabasındadır. İllaki bu anayasal bir beklenti ise belki en sonda yerini alabilir. Ancak meşru bir anayasadan beklenti bu olmamalıdır. Sadece bu, hiç olmamalıdır. Anayasa toplumun ve bireyin kendini geliştirebileceği, varlığını sadece fiziken değil, manevi olarak da koruyup büyütebileceği bir alan açması konusunda elimizdeki en önemli siyasal argümandır.
Sonuç olarak egemenlik ne devredilecek bir hak ne de temellük edilecek bir yetkidir. Böyle bakıldıkça ve özüne yani otoriteye dair bir dönüşüm olmadıkça, baskı üretmeye devam eden bir olgu olarak kalmaya devam edecektir. Egemenliği, doğru bir kavramsallaştırmayla da otoriteyi, kime verdiğimiz değil nasıl kullanabileceğimiz esas mesele olmalıdır. Bu da ne sadece hukuksal bir reform ne de yeni bir yönetim modeliyle sınırlıdır; bu bir bütün olarak ilişki biçimlerimizle alakalıdır. Anayasa, bu dönüşümün taşıyıcısı ve güvencesi olacaksa anlamlı olacaktır.














