Kürtlere dar edilen yaşamın sınırları...

Forum Haberleri —

  • Kürtlere ve Kürtlerle dayanışma içinde olanlara dar edilen zamanın sınırları, yayılıp genişleyerek ülkeyi baştan başa içine aldı. Öyle bir aşamaya varıldı ki, Kürt’e dar edilen zamanın sınırları Kürtlerin dışına taştı.

HASAN HAYRİ ATEŞ

‘Barbarları Beklerken’ romanında J.M. Coetzee, “Hiçbir şey hayal debileceklerimizden kötü olamaz,” dese de, Türkiye’de son beş yılda düşlemle gerçeklik adeta yer değiştirdi. Gerçeklik, neredeyse hayal edilemeyecek olanın çok çok ötesinde seyretti. O kadar ki, Kürtlere yaşatılan zulmün ve kötülüğün her türlüsü, bir kıyamet anı gibi yaşandı. 

7 Haziran 2015 seçimlerinin nasıl terörize edildiği, seçim meydanlarının nasıl kana bulandığı hatırlardadır. Seçimlerden sonra ise Suruç’ta patlatılan canlı bombayla, otuz üç gencin katledilmesi sonucu, kaos dönemi için düğmeye basıldı. Derken Ankara Tren Garı’nda devreye konulan bir başka katliam sahnesi... Ardından bombardıman edilen Sur-Cizre-Nusaybin... Nazilerin gaz fırınlarına dönüştürülen Cizre bodrumları ve dahası...

Yine savaşlarda da riayet edilen, insanlığın ortak ilkelerinden defin hakkının hiçe sayıldığı bir dönemdi. Cemile Çağırga’nın cenazesi defnedilemediği için, yakılan ağıtlar eşliğinde günlerce buzdolabında tutuldu... Katledilen Taybet İnan ananın cenazesi evlerine bir kaç adım ötede günlerce sokak ortasında kalırken, Kadın Hareketi aktivistlerinden Pakize Nayır, Sêvê Demir ve Fatma Uyar’da aynı akıbeti yaşadı. Hayal edilemez bir şer zamanıydı ve vahşetten en büyük payı mezarlar alıyordu. Canavarlar! Tahrip etmekle kalmıyorlardı, cesetleri çıkartıp götürüyorlardı. Bu şekilde yüzlerce mezar açılarak kemikler binlerce kilometre uzakta ki İstanbul’a götürülüp, bir kaldırımın altına gömüldü.

Yaşanan vahşete karşı insanlığın temel tutkusu olan barışı savundukları için, akademisyenlerin ve onları destekleyenlerin ardından, binlerce Kürt emekçi kamudan ihraç edildi. Başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere halkın seçilmiş temsilcileri rehin alınarak, hapishanelere dolduruldu. Rehineliğin mengenesinden kurtulabilenler ise her şeylerini arkada bırakıp, kendilerini bir bilinmezin kollarına atarak, sürgün bir hayata sığınmak zorunda kaldı.

Derken Türk tipi sömürgeciliğin yağma ve çapul güruhu kayyumlar geldi. Artık Kürt’ün vatanı ve üzerinde yaşadığı her karış toprak, tüm zamanların görüp göreceği en kural tanımaz işgal, istila ve talan savaşına sahne oldu. Böylece Efrîn’le başlayarak Rojava’da işgal bölgeleri oluşturuldu, Güney Kürdistan’da işgal derinleştirilerek genişletildi. Kuzey Kürdistan’ın her karış toprağı savaşa sahne oldu.

Hukukun geçersizleşmesi ve 
kurumsallaşan kayyum düzeni

Kürtlere ve Kürtlerle dayanışma içinde olanlara dar edilen zamanın sınırları, yayılıp genişleyerek ülkeyi baştan başa içine aldı. Öyle bir aşamaya varıldı ki, Kürt’e dar edilen zamanın sınırları Kürtlerin dışına taştı. Hem öyle bir taştı ki, bunun ne olduğunu anlamak için Gülen Cemaati’nin başına gelenlere bakmak yetiyor. İktidar güdümlü 15 Temmuz darbe girişiminde hayatını kaybedenlerin cenazelerinin ailelerine verilmeyerek “Hainler Mezarlığı” adı altında kazılan kuyulara doldurulduğu hatırlardadır. Bu kesimlerin mal varlıklarına nasıl el konularak, adeta yağmalandığı da.

Elbette bu bahsettiklerimizle de kalınmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara Çubuk’ta uğradığı saldırının, yine kendisini en iğrenç bir üslupla aşağılayarak tehdit eden mafya başı Alaattin Çakıcı’nın cezasız bırakılması da önemli bir mesajdı. Böylece CHP’nin Kürtler aleyhine olan tüm politikalarda iktidarla ortaklaşması yeterli görülmüyor, mutlak itaat ve koşulsuz teslimiyet isteniyordu.

Burada görülmesi geren şu ki, Kürtlere karşı işlenen her türlü suç cezasızlık zırhına büründükçe, meşruiyet kazandı. Böylece tüm ülkede başta kadın cinayetleri olmak üzere, pek çok alanda geçerli bir norm haline geldi.

Hukuksuzluğun normalleştirilmesi, Sayın Öcalan’a yönelik mutlak tecritle başladı. İmralı sistemi, hukuk tanımazlık ve idarenin fütursuz keyfiyetiyle hayat bulurken, temel hak ve özgürlükler bağlamında dile getirilen her talep, Sayın Öcalan’a getirisi götürüsü üzerinden ele alındı. Dolayısıyla hukukun rafa kaldırılmasında ve mutlak keyfilikte, İmralı uygulamaları ilk adımdır.

Zamanında İmralı’daki mutlak keyfiliğe karşı çıkamayanlar, ağır bedel ödemeye başlayınca, hukuk-hukuksuzluk tartışması yapmaya başladılar. Oysa diktatör Erdoğan’ın tasarruflarıyla pratikleşen mutlak keyfiliğin hüküm sürdüğü bir ortamda hukuksuzluk tartışması yapmak, abesle iştigaldir. George Orwell’in meşhur sözü ile söylemek gerekirse; “Aslında hiç bir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.” Evet, günümüz Türkiye’sinde de artık hiç bir şey yasadışı değil, hiç bir şey hukuksuz değildir. Çünkü ortada rejim muhalifleri bakımından geçerli bir yasa ve hukuk kalmamıştır. En son Demirtaş davasında AİHM de bunu tescillemiş oldu.

Hukuksuzluğun normalleştirilmesi gibi, kayyumlar da, Kürt kazanımlarını gasp etme üzerinden normalleştirilerek kurumsallaştırılmaya çalışılıyor. Bu durum normalleştikçe, tüm Türkiye’de adım adım iktidarın temel uygulamasına dönüşecektir. Şimdilerde Boğaziçi Üniversitesine kayyum rektör atanması bunun somut göstergesidir. Ancak Boğaziçili öğrenci ve akademisyenlerin görkemli karşı koyuşunun, toplumsal muhalefetten gerekli desteği gördüğünü söylemek mümkün değildir.

Gelinen aşamada kayyum düzeni, STK’lar üzerinden yasal bir muhtevaya kavuşturularak, bir yönetim biçimine dönüştürülmek isteniyor. Gerekçe ise “terör finansmanını engelleme.” Böylelikle “terör” yaftasıyla Kürt düşmanlığı üzerinden, kayyum düzenine meşru zemin oluşturuluyor, gelebilecek itirazların önü kesiliyor. Sorun, salt Kürtlerle alakalı gürüldüğü sürece yakın zamanda Barolar; Tabipler ve Mimar Mühendis Odaları başta olmak üzere sendikalara ve hatta siyasi partilere de kayyum atandığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Sonuça olarak;

Bu bağlamda gelinen nokta, salt Kürtler için değil, iktidarın nimetlerinden nemalananlar haricinde, geniş kesimler açısından bir kabustur. AKP-MHP-Ergenekon ittifakıyla rejimin açık bir biçimde otoriterleştiği ve tüm ilgili kurumlarla birlikte gücün katı biçimde merkezileştiği ve tek elde toplandığı bir dönem yaşanıyor. Bu, yeni rejimin inşa sürecidir. Bu süreç, “beka” ve “ikinci kurtuluş savaşı” söylemi ile ete kemiğe büründürüldü. Amaçlanan ise Özgürlük Hareketi şahsında Kürt kazanımlarını bertaraf etmektir.

Dolayısıyla rejimin yapmaya çalıştığı, kendisi için temel engel gördüğü en etkili direniş dinamiği olan Özgürlük Hareketi’nin ezilmesi, güçten düşürülmesidir. Elbette dört parça Kürdistan’da çok geniş bir halk desteğini arkasına almış, çok etkili bir diyaspora örgütlülüğü olan, salt askeri bir güç olmayıp esas olarak yüksek siyasi mobilizasyona sahip bir hareketi ezmek mümkün değildir. Fakat salt kendini savunma maksatlı saldırıları bertaraf etmekle meşgul edildikçe de, direnişi kitlesel düzeyde yüksek bir politik mobilizasyona kavuşturmada sorunlar yaşayacaktır. Bu durumda yapılması gereken, Türkiye ve Ortadoğu halklarının yegane direnme gücü olan Özgürlük Hareketine her zeminde omuz vermektir.

Bunu yapmayıp, Türk devletinin bitirme ve tarihe gömme hesaplarına bel bağlayarak el ovuşturanlar; el ovuşturmakla da kalmayarak, Özgürlük Hareketi’nin yokluğu üzerine sömürgecilerle ortaklaşanlar, tarihe bir lanetin simgesi olarak geçeceklerdir. Bu uğursuz rollere soyunanlara karşı tutum almak, ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur.

Bu kapsamda İmralı’da Sayın Öcalan’a uygulanan tecridi kırabilmek, hukukun tesisi bakımından atılması gereken ilk adımdır. Yasal bir zemine kavuşturulmak istenen kayyum düzenini aşabilmenin yolu da, ilk etapta belediyeler üzerinden Kürtlerin iradesinin tanınmasını sağlamaktan geçiyor.

Bütün bunlar yapılamadığı sürece bir bütün Türkiye’de toplumun en geniş kesimleri hukukun yokluğuna ve kayyum rejimine uzunca bir süre rıza göstermek zorunda kalacaktır. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.