Kuyu daha da derinleşiyor

.

.

  • Emin olun Türkiye keskin bir kavşakta, makas değiştirmenin eşiğinde. Türkiye’de insanlar sabah neye uyanacaklarını tahmin edemiyor. Karanlık bir kuyu içindeyiz. Merdiven dayayıp karanlık kuyudan çıkmak gerekiyor. Yoksa gidişat şöyle: Kuyu daha da derinleşiyor.

ERKAN GÜLBAHÇE

İHD Onursal Başkanı ve eski Milletvekili Akın Birdal ile 1980’lerden günümüze Türkiye’nin insan hakları karnesi ve güncel siyasal gelişmeleri konuştuk. 
Türkiye’nin bir makas değiştirmenin eşiğinde olduğunun altını çizen Birdal, "Emin olun Türkiye keskin bir kavşakta. Bu kavşağı kazasız belasız atlatmanın yolu toplumun halkların ortak iradesidir. Türkiye’de sabah uyanan halkımız nelerle karşılaşacağını, neye uyanacağını tahmin edemiyor. Çünkü demokrasinin olmadığı yerlerde sürprizlere her zaman hazır olmak gerekiyor" diyor.  Çıkış yolunun demokrasi olduğunun altını çizerek yeni ittifak konusunda diyalog ve görüşmeleri sıklaştırmak gerektiğini ifade eden Birdal, "Bunun adı demokrasi konferansı olabilir, gelecek konferansı olabilir, adalet konferansı olabilir, ismi önemli değil ama derhal çalışmalar başlatılmalı" diyerek, geç kalınırsa ülkenin çok daha büyük bir karanlık içine çekileceği uyarısında bulunuyor: "Karanlık bir kuyu içindeyiz. Bundan dolayı merdiven dayayıp karanlık kuyudan çıkmak gerekiyor. Yoksa gidişat şöyle: Kuyu daha da derinleşiyor."
Meclisin işlevini yitirdiğini ve iktidara meşruiyet kazandırdığını vurgulayan Birdal, "Artık iktidar, daha önceki gibi de değil, muhalefete yönelik çok başka bir yaklaşım içinde. İktidarın derdi artık gündem yaratmak, değiştirmek değil, rejim değişikliği yolunda bir programı var. Buna karşı hem meclisteki hem sokaktaki muhalefetin bir ajandasının olması gerekiyor. Bir eylem programı çıkarılmalı, sokak ile meclisteki muhalefet ortaklaşmalı" diye belirtti.
Birdal’ın gazetemizin sorularına yanıtları şöyle:

Adınız 80’lerden bu yana insan hakları mücadelesi ile anılıyor. Çok genel bir soru olacak ama, o günlerden günümüze Türkiye’nin insan hakları açısından geldiği noktayı değerlendirebilir misiniz?
Türkiye’de 12 Eylül darbesi ile yeni bir anayasal düzene girildi ve İnsan Hakları Derneği, o enkazın üzerine, 1986 yılında kuruldu. Derneğimizin kuruluş bildirgesinde yaşam hakkını esas aldık. Darbe ile birlikte 51 kişi idam edilmiş, 50 bin kişi gözaltına alınmıştı; kayıplar ve faili meçhul cinayetler had safhadaydı. İşte bu günlerde aralarında aydınların, bilim insanlarının, mahkum yakınlarının ve annelerin bulunduğu 98 kişi bir araya geldi. Tabii itici güç, mahkum yakınları ve annelerdi.
Kuruluş bildirgemizdeki taleplerimiz, idam cezasının kaldırılması, genel af çıkarılması ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkı tanınmasıydı. İdam cezası, 2004 yılında kaldırıldı ama anayasa ve otoriter sistem değişmediği için yaşam hakkı, başka yollarla yok edilmeye devam edildi.
Şunu söylemek lazım: Kayıplar, cezaevlerinde işkence, suikastler, bugün de devam ediyor. O dönemde insanlar, Beyaz Toroslarla kaçırılıyordu, bugün farklı yöntemlerle kaçırılıyor ve kaybediliyorlar. İnsan hakları ihlalleri, sistematik bir biçimde devam ediyor.
İnsan Hakları Derneği, bu alandaki mücadelesinden, sisteme ve tabulara dokunmasından dolayı hedef oldu. Derneğimizin inanılırlığını ve güvenilirliğini yok etmek için her yola başvurdular. Birçok arkadaşımız katledildi veya cezaevine atıldı. Şubelerimiz kapatıldı, birçok arkadaşımız sürgün edildi. Bu durumu tersine çevrilebilecek güçlü bir irade de ne yazık ki ortaya konulamadı ve durum bugün de devam ediyor.

90’lı yıllarda Türkiye’de çatışmaların en yoğun dönemi yaşanırken dahi İHD ve başka bazı insan hakları kurumları çalışma alanı bulabiliyordu ve referans kabul ediliyorlardı. Bugün İHD ve diğer kurumların çalışma alanları daraltılmış durumda ve bu kurumlar da 90’lardaki rollerini oynayamıyor. Uluslararası alanda da bir zayıflık söz konusu. Neden bu noktaya gelindi?
90’larda toplumsal muhalefet, İHD şemsiyesi altında, ideolojik, politik farklılıklarına rağmen bir araya geliyordu. Tek bir yerden refleks gösteriliyor olması önemliydi. Sonra görece rahatlama oluşunca herkes kendi çatısı altına döndü. Sendikalar, emek ve demokrasi güçleri ve diğerleri…
İHD, insan haklarına bütünsel ve evrensel yaklaşımı temelinde bu coğrafyadaki önceliklerini belirledi ve ezilenlerden, emekçilerden yana tavır koydu. Kürt illerindeki Newrozları, kaçırılma ve kaybetme vakalarını, suikastleri takip ettik, tanıklığımızı raporlara yansıttık, Kürdistan’da olup bitenleri batıya taşıdık. O zamanlar uluslararası dayanışma çok önemliydi. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği ve Avrupa İşbirliği Örgütü gibi kurumlar da kurulma amaçlarına daha fazla bağlıydı. Bugün bunu söylemek mümkün değil.
1987’de bireysel başvuru hakkının kabul edilmesinden sonra 1989’dan itibaren bireysel başvurular yapılmaya başlandı. Türkiye, sözleşmenin tarafıydı ve çok özen gösteriyordu; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilmesini engellemek gibi bir tavır vardı. Keza o dönemde düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, köy yakmalar, dışkı yedirme vakaları, cezaevlerindeki ihlaller, işkenceler AİHM’e taşındı. Biz de İHD’de o dönemde avukat ve hukukçulara bireysel başvuru hakkıyla ilgili eğitimler vermiştik. O dönemde iktidarlar, uzlaşma yolu arıyordu; maalesef bugün bunu göremiyoruz.

Bu dönemde, AKP-MHP iktidarının hukuku ayaklar altına almasının nedenlerinden birinin uluslararası konjonktür olduğunu mu söylüyorsunuz?
Soğuk savaş bittikten sonra dünya, tek kutuplu, kapitalist bir dünya haline geldi ve halkların hakları savunmasız, korumasız bırakıldı. Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ilk kabul eden ülkelerden biri; Avrupa Konseyi’nin de ilk üyelerinden biri. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin öngördüğü haklar ve özgürlüklere uyup uymamak, her ülkenin kendi etik değerlerine, hukukuna ve rejimine bağlıydı; uyulmaması halinde bir yaptırım gündeme gelmiyordu. Birleşmiş Milletler İkizler Sözleşmesi diye adlandırdığımız iki sözleşmenin ve Avrupa Konseyi’nde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilmesiyle bu durum biraz değişti: Taraf ülkelerin uymaması halinde askeri ve ticari yaptırımlar öngörülüyordu. Ne yazık ki gelinen aşamada bu yaptırımların hiçbirine başvurulmuyor.
Son dönemde yaşananlar gösteriyor ki, evrensel gözetim ve koruma altında olan değerler, korumasız ve savunmasız kaldı. Uluslararası toplumun bir anlamı ve caydırıcılığı, bu anlamda kalmadı. Türkiye’deki iktidarın “Ben yaptım, oldu” anlayışını da cesaretlendiren bir tutum bu. Bunlar, Kürt sorununun çözümsüz kalmasının sonuçları. Demokrasiyle, hukukla ilgili kaygıları, anayasanın kötülüğüne dair eleştirileri bir yana bırakın: Anayasa diye bir şey kalmadı. Sorun, hukuki zeminde değil, siyasal zemindedir.

Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelerin gereğini yerine getirmiyor; uluslararası kurumlar ise bu duruma hiçbir ciddi tepki göstermiyor. Bu kurumların Türkiye’deki ihlallere kayıtsızlığını bozmak için ne yapılabilir?
Silah ticaretinde hukuk normları ve insan hakları standartları esas alınmıyor; devletler arası ticari ilişkiler esas alınıyor. Ne kadar silah alınıp satıldığına, ticaret hacmine bakılıyor. Türkiye de NATO ülkeleri arasında silah ticareti konusunda ilk sıralarda.
Bence Avrupa ve dünyadaki insan hakları kuruluşlarının, barış ve emek örgütlerinin, aydınların, yazarların destek ve dayanışmasını sağlamak gerekiyor. Onların kendi iktidarları üzerinde demokratik bir basınç oluşturmasının sağlanması gerekiyor.
İçeride ise, ortaklaşma sağlanmalı. Herkes kendi sokağında; oysa istemler ve talepler ortak. Peki bu istekleri aynı platforma taşımak konusunda bir irade neden ortaya konulamıyor? Geçtiğimiz günlerde sol ve sosyalist partilerin liderleri toplandı, aynı talepleri dile getirdiler fakat ortaklaşma konusunda bir irade ortaya konulamıyor. Alanlarda buluşmalıyız. Politik nüanslar olabilir ama bizi ortaklaştıran değerler, barış, adalet, insan hakları ve özgürlükleri olmalı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, işlevini yitirdi ve bu önemli bir gelişme. Meclis’teki muhalefetin de bir caydırıcılığı kalmadı. Bence iktidara şu anda mecliste meşruiyet kazandırılıyor. Bütçe görüşmelerinde görüyoruz: Artık iktidar, daha önceki gibi de değil, muhalefete yönelik çok başka bir yaklaşım içinde. İktidarın derdi artık gündem yaratmak, değiştirmek değil, rejim değişikliği yolunda bir programı var. Buna karşı hem meclisteki hem sokaktaki muhalefetin bir ajandasının olması gerekiyor. Bir eylem programı çıkarılmalı, sokak ile meclisteki muhalefet ortaklaşmalı.

90’larda çatışmaların en yoğun olduğu dönemde dahi sizin de içinde olduğunuz heyet, esir askerlerin geri alınması için yapılan diyaloglarda rol aldı, bu girişimler başarılı da oldu. Ama bugün böyle bir yol değil de, Garê operasyonu gibi başarısız da olan bir yol denendi. Neden?
1996 yılında PKK’nin elinde esir olan 8 askeri diyalog yolu ile geri almak için benim, Fethullah Erbaş’ın ve Mazlum-Der başkanının içinde bulunduğu bir heyetle görüşmelere başladık. Sonuçta çabalarımız sonuç verdi ve sekiz askeri aileleri ile buluşturduk. Bugün hala iyi günümüzde, kötü günümüzde arayan askerler var.
Bu, çok insani bir girişimdi; kapalı bir tünelin dışarıya açılan pencereleri gibiydi. Yeni bir diyalogun başlangıcıydı. Bu diyalog yolunun başarısının ortada olmasına rağmen iktidar, Garê operasyonuyla askerlerini, canlı ya da cansız geri almak istedi; nitekim bu girişim başarısız oldu. O kadar insan evlerine dönebilecekken cenazeleri geldi. Bu, “Ben yaptım oldu” otoriter anlayışının bir ürünü ve bence Kürt sorununun çözümsüzlüğünün sonucu.

HDP’nin kapatılması girişimleri bu krizi daha fazla derinleştirmez mi? 
Halkının iradesini organize olup nihai olarak HDP çatısı altında buluşmaları ve organize olmaları, kadınların bu konudaki belirleyiciliği egemen güçleri çok rahatsız ediyor. Bu nedenle düşmanca bir tutum içerisindeler. HDP’yi kapatarak yeni bir yola girmek istiyorlar. Halkın Emek Partisi’nden günümüze dek kapatılan her parti suya atılan bir taşın halkaların etkisini gösterdi. Ne oldu? Büyüye büyüye genişledi. Bundan dolayı HDP’nin kapatılıyor olması hiçbir sonuç vermez. Tersine Kürt halkının mücadelesini daha da yükseltir. Her Newroz ateşi Ankara’ya çok önemli mesajlar vermiştir. Biz 1992’lerden başlayan yasak günlerin, kanlı Newrozlarına da tanıklık ettik. En son Newroz ateşi, halkın kendi diline, kültürüne, bugününe siyasi temsilcilerine ve geleceğine sahip çıkışının ateşi haline geldi. Doğudan batıya yol gösterici, aydınlatıcı oldu. Bundan bir sonuç çıkarmak gerekir. 

Peki muhalefetin pozisyonunu nasıl görmek gerekiyor?
Bu inatçı ve ısrarcı politikadan vazgeçilmeli, yeniden diyalog yolu seçilmelidir. Bu diyaloğun ne getirip ne götürdüğü herkes tarafından yaşanarak görülmüştür. Bu konuda yeniden bir kararlılık gösterilmeli. Yok gösterilmeyecekse var olan süreçte bir çıkış aramak yerine yeni bir ittifak ki biz onu demokrasi ittifakı diye adlandırıyoruz. Demokrasi platformu, demokrasi blokudur adı her ne olursa. Ama yola kimlerle gidilecekse, sonradan arkamdan kötülük gelmeyecek bir arkadaşlık olmalı. Burada ana muhalefet partisine önemli rol düşüyor. Ama ne yazık ki ana muhalefet partisi, partnerliğe başkalarını seçerek bu yolu açmak yerine tıkıyor. 
Bu bağlamda HDP’nin içinde yer aldığı ya da HDP’nin öncülüğünde bütün emek ve demokrasi güçleri, itirazı olanlar, adalet, barış, demokrasi ve insanlık onuruna bağlı eşit ve özgür yaşamak isteyenler yeni bir havuzda buluşmalı. Böylesi bir blok Türkiye’yi erken seçime taşımalı. Pandemiyi fırsata çevirip insanları emeğine konan, bunu rant kapısına çeviren büyük sermayenin insanları ölüme göndermesine müsamaha etmemek gerekiyor.

Bu noktada Selahattin Demirtaş’ın üçüncü yol çıkışı var…
Yeni ittifak konusundaki diyalogları, görüşmeleri sıklaştırılmalı. Ki bunun adı demokrasi konferansı olabilir, gelecek konferansı olabilir, adalet konferansı olabilir ama derhal çalışmalar başlatılmalı. Bugünlerde bir çalışma nedeniyle bütün dosyaları elden geçiriyorum. Geçmişte yaptığımız demokrasi kurultayları var, barış konferansları var, adalet konferansları var. Derhal çalışma yürütüp, ön kurul oluşturmalı ve bu kurul bunu konferansa taşımalı. Konferansta ortaklaşmalı, bir ajanda çıkarılmalı ve süreci kısaltmalılar. Yoksa benim kaygım bugün yapılabileceklerin gelecekte bir süre daha yapılamaz hale dönüşmesidir. Çünkü karanlık bir kuyu içindeyiz. Bundan dolayı merdiven dayayıp karanlık kuyudan çıkmak gerekiyor. Yoksa gidişat şöyle: Kuyu daha da derinleşiyor.

İktidarın derdi gündem yaratmak değil, rejim değişikliği yolunda bir programı olduğunu belirtiniz… Son birkaç ay içinde İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, HDP’ye yönelik kapatma hamlesi, milletvekillerinin tutuklanması, Garê operasyonu gibi gelişmeleri düşününce Türkiye bir makas değiştirme noktasında mı? 
Elbette elbette, Türkiye makas değiştirmenin eşiğinde. İzninizle onu da şöyleyim burada bir rol de Avrupa’daki arkadaşlarımıza düşüyor. Türkiye’deki çalışmalarınızın izdüşümünü Avrupa’da yapmaları gerekiyor. Ki Avrupa’daki uluslararası güçleri harekete geçirmenin zemini de var.  Arkadaşlarımızın sosyal medyada yazılı ya da görsel mesajlarını okuyoruz, çabalarını izliyoruz. Avrupa’da bir çaba göstermek gerekiyor. Bütün insan hakları kuruluşlarını, barış örgütlerini, emek örgütlerini dünyayı teslim alan ideolojik bir hegemonyanın kabuğunu kırmak gerekiyor. Hepimizin sorunu. Bu yolda da bir temel tutulmalı.

Bu hengameden nasıl bir çıkış yolu öngörüyorsunuz?
Çıkış yolu demokrasi. Meclisteki muhalefetin durumunu gözden geçirmesi gerekiyor. Meclis dışı ve içi ittifakları bir programa bağlı kılmak gerekiyor. Emin olun Türkiye keskin bir kavşakta. Bu kavşağı kazasız belasız atlatmanın yolu toplumun halkların ortak iradesidir. Türkiye’de sabah uyanan halkımız nelerle karşılaşacağını, neye uyanacağını tahmin edemiyor. Çünkü demokrasinin olmadığı yerlerde sürprizlere her zaman hazır olmak gerekiyor. Sürprizlere yol açmayacak gerçek bir demokrasiyi ortaya koymak gerekir. Biraz kararlılık cesaretle ortak bir programla bu gidişatı durdurabiliriz. 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.