Mezar ve mezarlık alanları

  • Mezarlar içinde ölülerin koruma altına alınması ve bunun rastgele değil de belli bir alanda sürekli olarak tekrar edilmesi, bizim ölen bireyler üzerinden ortak ve kolektif bir hafıza alanı yaratmak istememiz olarak da anlaşılmalıdır. 

MESUT ALP

 

Mezar ve mezarlık alanlarının varlığı, insanlık tarihinde önemli bir kırılmanın, hatta değişimin de göstergesidir. Ölülerin belli bir alanda, belli bir amaçla ve özenle defnedilmesi insanın iç dünyasının ve doğa algısının da değiştiğini gösterir. Dünya üzerinde yaşayan diğer canlılardan farklı olarak insanın yaşam enerjisi son bulan veya başka bir tabirle “ölen” aile veya grup bireylerini koruma altına almaya başlaması, belki de bizim kültür (d)evrimi sürecimizde çok önemli bir sıçramaydı. Çünkü ölen birey, doğadaki birçok varlık gibi tekrar diriliyor olmalı ve yaşamalıydı. Ağaçların yaprak döktükten sonra yine yeşermesi, larvaların çeşitli böcek ve kelebeklere dönüşmesi gibi, insanın da başka bir hayat veya forma dönüşmesi gerekiyordu. Çünkü Homo Sapiens (düşünen/bilge insan) öleceğinin farkında olan bir varlıktı. Öleceğini bilen bir varlığın bu eksende hareket etmesi de kaçınılmazdır. Bundan dolayı, insanlar başka bir yaşam varlığını inşa etme ihtiyacı duymuşlardır. Bu yeni yaşama açılan kapı da ölen bireylerin belli bir yerde, belli ritüellerle ve çeşitli koruma girişimleri ile defnedilmesi ile mümkün görünüyordu. İlk örnekleri günümüzden yüz bin yıl öncesine kadar eskilere dayandığı söylenen mezar yapma kültürü bu kaygılarla başlamış oluyordu. 

 

Mezar ve inanç ilişkisi

Mezarların hayatımıza girmesi, inanç gibi büyük bir fenomenin de doğması anlamını taşıyor. Yapılan arkeolojik kazılar, mezarların görülmeye başlamasıyla insanların doğaüstü varlık ve olaylarla da ilişkiye girmeye başladığını gösteriyor. Çünkü öleceğini bilmek, aynı zamanda öldükten sonra bir hayat ve bu hayatın “ütopya”sını da inşa etmek anlamına geliyor. Bu tür girişimlerin ilk örnekleri belki mağara resimleri olarak görülse de en somut örnekleri Kuzey Kürdistan sınırları içinde kalan Göbekli Tepe, Karahan Tepe, Kurt Tepe, Taş Tepe ve Boncuklu Tarla gibi arkeolojik alanlarda tespit edilen tapınak kültürlerinde karşımıza çıkmaktadır. Mezar gibi basit bir yapının inşası, hayatımıza inanç gibi büyük bir fenomeni ölmeyi fark etmekle sokuyorsa, öleceğini bildiğini bilmek veya öleceğini bildiğinin farkında olmak, hayatımızda felsefeye de yer açmış olmalı. Çünkü bu bakış farklılığı, ölümden sonraki hayata dair bir tedbir olmaktan ziyade, bu hayatın sorgulanmasını daha da elzem kılmaktadır. Felsefenin, yani sorgulamanın soyut kavramlar üzerinden de gelişebilen zeminine çok girmeden biz mezar ve mezarlık kavramları ile olan ilişkimizi biraz daha açalım. 

 

Kuşaklar arası aktarım

Mezarlar içinde ölülerin koruma altına alınması ve bunun rastgele değil de belli bir alanda sürekli olarak tekrar edilmesi, bizim ölen bireyler üzerinden ortak ve kolektif bir hafıza alanı yaratmak istememiz olarak da anlaşılmalıdır. İlk inanç sistemlerinin başında gelen “ata kültü,” yani klan, kabile ve/veya aile bireylerimizden oluşan kült olgusu, salt bir inanç sistemi değil, bir çeşit bilgi ve deneyim aktarma sistemidir de. Binlerce yılda edinilmiş olan bilgi ve becerileri bir bayrak yarışı misali ellerinden aldığımız büyüklerimiz ve bunu beraber deneyimleyip geliştirdiğimiz çağdaşlarımız, bizim için bu kolektif hafızanın varlık ve devamlılığı anlamına geliyordu. Mezarların içinde korumaya aldığımız bireyler ile her sevinç veya felaket öncesi ya da sonrası iletişime geçmek, onlarla paylaşmak veya onlardan yardım istemek bin yıllık ortak hafızamızla da iletişime geçme anlamı taşıyordu. Onlarla sürekli iletişim ve etkileşim ister istemez bizi o coğrafya, köy, kent veya eve daha çok bağlıyordu. Bundan dolayı mezarlar ve mezarlıklar bizim ortak aidiyetimizi de belirleyen bir kimlik enstrümanı olarak farklı bir rol üstlenmeye de başlıyordu. 

 

İşgalde mezarlıklar ilk hedeflerden biridir

Bir yapı veya unsurun ortak hafıza alanı olarak işlev görmesi ise, o alanın veya oluşumun her zaman için savaşan taraflar arasında bir “hedef” ve “fethedilmesi” gereken bir yer olarak görülmesine neden olur. Dinler tarihine baktığınızda, başka bir inanç sisteminin üstüne gelen “yeni” din, ilk olarak ibadethaneleri devşirir, ikinci yaptığı şey ise mezarlık alanlarını ya imara açması ya da yok etmesidir. Buna güncel birkaç örnek verilebilir. Şırnak’ın Cizre ilçesindeki Meydan Cami’nin yapımı çok eskilere dayanmaz. 1990’lı yıllarda veya hemen öncesinde yapılmış olması muhtemeldir. Eğer bu camiye giderseniz tuvaletin olduğu kesimin hemen yanında metruk bir kapı, onun içinde de inanılmaz süslemelerle nakşedilmiş bir mezar yapısı görürsünüz. Normalde bu mezar ve yanında bulunması gereken diğer altı adet mezar, Ezîzan beylerinin (Bedirxanlar olarak bilinir, lâkin sürekli yapılan bir hatadır bu; Bedirxan bir şahıs, hanedanlık ise kurumdur. Bedirxan'in kendisi de bir Ezîzan miridir.) mezarlarıdır. Lâkin bu cami yapılarken bilinçli bir şekilde tuvaletin yeri bu mezarlık alanı olarak seçilmiş ve altı mezar, mezar taşları ile birlikte, Dicle Nehri’ne atılmıştır. Bu bilgileri, o bölgede kazı yaparken, Ezîzan beyliğinden Mir Xalid Bedirxan ile camiye yaptığımız bir gezi sırasında camideki yaşlılardan bizatihi kendim dinledim. 

 

Şeyh Adî’nin mezarını açıp yakarlar

Mezarlarla yapılan savaşın din eksenli olanına bir örneği gelin başka bir kazı alanından verelim. Dara veya diğer adıyla Anastasiapolis kazı alanının batısında yüzlerce kaya mezarından oluşan bir nekropol (mezarlık) vardır. MÖ 1. yüzyıldan itibaren varlık gösterdiğini düşündüğümüz bu alan erken Hristiyanlık ve doğal olarak erken İslamiyet’in izlerini barındıran bir alan. Hristiyanlık bu bölgeye geldiğinde ilk olarak nekropol alanındaki büyük mezar odalarını küçük şapel ve kiliselere dönüştürür. Burada amaç, eski pagan izleri ve bağları yok etmekle beraber yeni kutsiyeti eski kutsiyetle eklemleme kaygısıdır da. Aynı şeyi erken İslam döneminde bütün bunların üzerine türbelerin inşa edilmesi suretiyle görmek mümkündür. Oldukça geniş bir ova ve dağ eteğine kurulmuş olan bu antik kentte çok rahatlıkla başka yerlere ibadethane ve mezarlık yapılabilecekken eski mezarlığın seçilmesi, dile getirdiğim kaygıların somut örneğidir. Son olarak başka bir örneği Şeyh Adî bin Müsâfir'in Güney Kürdistan’daki Laleş’te bulunan mezarı üzerinden verebiliriz. 18.-19. yüyıllarda bölgede vuku bulan gerilimlerde Musul’un Osmanlı paşaları Êzîdîler üzerine yürüyüp toplu katliamlar gerçekleştirdiklerinde Laleş’e gelip Şeyh Adî’nin mezarını açıp yakmışlardır da. Katledilen binlerce insanın yanı sıra dini liderin mezarının açılıp yakılması, savaşın bir ölü ve bir mezara karşı da verilmesi, mezarların aslında karşı taraf için ne denli büyük bir güce sahip olduğunu ve nasıl bir korkuya neden olduğunu anlamak için yeterlidir. 

 

Ailelere yas mekanını bile çok gördüler 

Günümüzde de halen devam eden bu sürecin yeri, zamanı ve tarafları değişse de amaçları aynıdır. Barbar DAİŞ çetelerinin işgal ettikleri her yerde ilk olarak arkeolojik yerlere saldırması, yatır, türbe ve mezarlık alanlarını tahrip etmesi, bölge ve yerleşke halkının hafıza alanlarını yok etme kaygısı ve isteğinden kaynaklıdır. Bunun en büyük yakın tarih örnekleri arasında cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra Türkiye’nin birçok şehrinde baş gösteren şehir yangınları yer alır. Bunun devam eden kısmı ise daha dün İstanbul Hasköy Musevi mezarlığının tahrip edilmesi olarak görülebilir. Aynı şekilde Kuzey Kürdistan’da devam eden savaşta, ölen bireyin kim ve nerede nasıl öldüğünün bir önemi olmaksızın mezar taşında Kürtçe yazı yazıyor diye mezarın kırılıp tahrip edilmesi dilin varlığına kasıttır. 2015 senesi ile yumuşayan savaş ikliminden dolayı Kuzey Kürdistan halkı, gerillaların naaşlarını çeşitli yerlerden toplayarak ortak hafıza alanları yaratmaya başlamışlardı. Dersim’den Bagok Dağları’na birçok yerde şehitliklerin kurulduğunu görürsünüz. Lâkin sabote edilen barış sürecinin hemen akabinde bu mezarlık alanlarının bombalar ve dozerlerle yerle bir edildiğine de şahitlik edersiniz. Annelerin, kardeşlerin veya bir halkın ortak acı alanları aynı zamanda kirli savaşın da bir almanağı ve hafıza alanı anlamına da geliyordu. Ne savaşın kolektif bir şekilde hafızalarda yer almasını ne de ortak bir buluşma alanının oluşturulmasını istemeyen devlet, toplumu bir yana bırakırsak, ailelerin kayıpları için kullanacakları yas mekanını bile çok görmüş ve yok etmiştir.

 

Amaç hafızayı yok etmek

Unutulmalıdır ki; gününüzden sekiz bin sene öncesine Anadolu'nun orta yerinde bulunan Çatalhöyük ve onun gibi birçok neolitik yerleşim yerinde, insanlar ölülerini kendi yaşadıkları evlerin içine defnediyor, aidiyet alanını kendi evinin içi ve ölüsünün bedeni üzerinden şekillendiriyordu. Bu pratikten binlerce yıl sonra ülkenin içinde bulunduğu savaş koşullarında gerilla aileleri ve halk, bir bütün olarak coğrafyayı "evi" "yurdu" olarak özümsemiş olacak ki, Urmiyeli bir gerillayı Nusaybin Bagok şehitliğine, Efrînli bir gerillayı da Dersim dağlarındaki bir şehitliğe taşımakta beis görmemişlerdir. Bu yaklaşım ve mezarlık alanı üzerinden şekillenen bilinç büyük bir korkuya ve paniğe sebep olmuş ki, yüzlerce saldırı ile binlerce mezar kırılmış, tahrip edilmiş veya tamamen yok edilmiştir. Bu deneyim, şehitlikler dışında Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen bütün kentlerinde, şehir mezarlıklarında da en az bir kere yaşanmıştır. Amaç bir mezarın kırılması değil, bir toplumun bugünkü yaşam ve deneyimine dair yarının hafızasını silmek, yok etmektir.   

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.