Miras, ölüme bırakılma ve bekleyiş sarmalında tutsaklığın biyopolitikası

  • Hasta tutsakların kendi bedenlerinde zamanı imlediklerini düşünüyorum. Onlar, zamanla iç içe geçmiş bir bekleyiş halindeler. Enformasyon üretiminde, saydamlaşan iletişimde, dijital panoptikonlarda, pornografide giderek sıkıştırılmış ve neredeyse yokluğa ulaşan zaman, hasta tutsak tarafından bozulur, genişler, dışarıdaki dünyayı da içine alacak kadar büyür. 

BERFİN ATLI*

 

Miras
Türkiye hapishanelerinde “ölüme bırakılan” hasta tutsakların biyopolitik bir mesele olarak özgünlüğü üzerine düşünmek ve bu meseleyi kendi özgünlüğüyle ayırmak gerekir. Ölüme bırakılma, 12 Eylül Askeri Cunta’sının işkence metodlarının bir parçası olarak iktidarının kapatma/kuşatma mantığına bırakılan eski bir miras, kadim bir işaret. Yanlış ameliyata sokma, sağlam raporu verme, tuvalet ihtiyacından yoksun bırakarak tutsağı çeşitli hastalıklara açık hale getirme, hepatit gibi hastalıkları enjekte etme 12 Eylül karanlığının işkence teknikleri olarak 40 yılın hafızasını oluşturdu bu topraklarda. Mengele’nin akrabaları (kan bağı değil, zulmün akrabalığı) bugün aramızda, hastanelerde görevlerinin başındaki başhekimler olarak veya sıcak yataklarında çocukları ve torunlarıyla emekli hayatlarının dinginliğini sürerek yaşlanıyorlar. Yıllar sonra 12 Eylül döneminde kendisine enjekte edilen Hepatit virüsünün bedeninde uyuklayarak Hepatit Delta’ya dönüştüğünü öğrenen tutsaklar, darbeden 15 yıl sonra kanserli bir odada bekleyişini sürdüren aileler, yeti kaybıyla kitaplarını okumaya ve yazmaya devam eden eski devrimciler de failler gibi yaşlandılar. Zamanın azalan tanıklığı insana bu yüzden endişe veriyor. Tanıklar yaşlanıyor, sakatlanıyor, yaralanıyorlar. Olmayacaklar, bir süre sonra. Bütün bu yaşananlar (sahi yaşamak denir miydi buna?) gerçekliğini nereden alacak sorusu, kayıt düşmenin ve bellek çalışmalarının önemine işaret ederek önümüzde cevaplanmayı bekliyor. Onlardan doğan boşluklarsa biyopolitikanın değişen mantığı ve yeni işleyiş mekanizmalarıyla güncellenerek, yenilenerek doldurulmaya devam ediyor. 

Ölüme Bırakılma
Biyopolitika, ne sadece öldürme ve yaşatma ile ilgili ne de yalnızca iki ucunda ölüm ve yaşam olan stratejiler silsilesi... Günümüzde ırkçılık, halk sağlığı, doğum ve ölüm oranları, toplama kamplarındaki sistematik öldürme, ikamet, demografik sorunlar ve bunların denetlenmesi, bilim alanındaki yenilikler gibi biyopolitik meselelere her geçen gün yenileri ekleniyor. Kürtaj, göçmenler hakkında alınan kararlar, küresel salgın hastalıklar, çevre sorunları, nükleer silahlar, organ nakilleri gibi. Bugün ise Türkiye hapishanelerinde yükselen “ölüme bırakılma”, infaz yakma, geç tahliye, ısrarlı ve keyfi gözaltı, ardında gizlenen koca bir “teknisyenler ordusu” ile gerçekliğini dayatıyor. 23 yıldır cezaevinde olan 83 yaşındaki Sıddık Güler, ağır hastalıklarına rağmen 10 sene boyunca cezaevinde kalmaya devam eden Abdullah İçli, hastaneye gitmek için 3 ay hücrede bekletilen ve gırtlak kanseri teşhisi konulan Abdurahman Aşkan, iki böbreği iflas eden, başında gaz fişeğinin isabet etmesi sonucu oluşan hasar iyileşmeyen ve infazı yakılan ağır hasta tutsak Ramazan Durmaz; tedavisi yarıda kesilerek, 5 yıldır kolundaki iki kurşunla yaşamını sürdürmek zorunda bırakılan Hamdullah Zengin, tedavi hakkı engellenen 29 yıllık tutsak Yusuf Akbaba, 10 yıl önce verilen disiplin cezaları gerekçesiyle tahliyesi 6 yıl ertelenen Menderes Leyla bu örneklerden sadece bazıları.

“Homo Sacer”
Foucaultcu tarihsel kavrayış; biyopolitikanın odağının beden olduğundan, iktidarın ise bu bedende görünürlük kazanmasından bahsetmiş olmasının yanında, biyopolitik araçların, aslında sadece biyolojiyi değil, aynı zamanda bir topluluğu da parçalamaya ve denetlemeye yaradığını önemle vurgular.  Bedene doğrudan ya da dolaylı olarak uygulanan her yaptırımın iktidarın kontrol gücünü arttırdığını ifade eden Foucault, yaptırımlarla kuşatılmış bedenin artık biyopolitik bir beden olduğunu ve onun, iktidara tabii olduğu kadar ona karşı direnme gücünü de içinde taşıdığını söyler. Her bedenin birer direniş mevkiine dönüşmesi, hasta tutsaklar kadar çok az örnekte bu denli kristalleşebilirdi. Ancak burada Agamben’i de anmak gerekir. Foucault’dan farklı olarak, Agamben, insanın hukuk tarafından dışlanarak biyolojik varlığına indirgendiğini, egemenliğin biyopolitik beden ürettiğini, egemenin, egemenliğini devam ettirebilmek için tam da bu bedene ihtiyaç duyduğunu anlatır. Dahası, Agamben’e göre biyopolitik bedenler için 17. ve 18. yüzyıldan çok daha eskilere gidilebilir ve gidildiğinde ise “homo sacer”, yani kutsal insanla karşılaşılır. 

Kutsal insan, öldürülebilecek kadar gözden çıkarılmış fakat kurban edilemeyecek kadar da kutsallığını muhafaza etmiş olan en eski biyopolitik bedendir onun için. Homo Sacer, hukuk ile biyoloji kadar, hukuk ile hukuk-dışılığın da iç içe geçerek muğlak bir alan olarak anlaşılmalıdır. Çünkü o ne yurttaştır ne de tamamen değildir. Bugün siyasi tutsakların Homo Sacer statüsüne indirgenmeye hazır olarak bekleyiş halinde bırakıldıkları ve özenli bir beden politikasının varlığı inkar edilemez. Agamben’in çıplak hayatlarından birinin, örneğin beyin ölümü gerçekleşen bir bireyin akıbetinin ne olacağının keyfi kararı; hasta tutsakların iktidar tarafından kuşatılmış bedenlerinde de görünür olur: açıklık, açık bırakılmak; her türlü müdahaleye açık hale getirilmek. Ancak bu açıklığın savunmasızlık olarak okumamak gerekir. 

Tutsakların bedeni, iktidara tâbi, pasif bedenler değil, direniş mevkiine dönüşen; kendisini iktidara dayatan, kavranabilirliğin ve okunabilirliğin sınırlarını yeniden kuran bedenlerdir kuşkusuz. Her şeye rağmen süren hak arayışları, kayıt düşmedeki ısrar, tarihe notlar bırakmaktaki sadakat, yükselen grevler ve mücadele bunu gösteriyor en azından. Bu bekleyiş halindeki bedenler kurtarılmayı bekleyen aciz bedenler değil, adaleti tesis eden fail öznelerdir. Üstelik biliyoruz ki, tahakküme maruz kalanlar için mesele hiçbir zaman tahakküm mekanizmalarının farkına varmak olmamıştır; mesele, tahakkümden başka bir şeye adanacak bir beden edinebilmektedir. Yine de beklemenin anlamını, bekleyişi ve bekleyiş ile zaman mefhumunun göbekten bağını daha ayrıntılı düşünmeyi öneriyorum. Bu bekleyişte zamana ne oluyor? Zamanın anlamı, hasta bir tutsak ve tutuklu yakınları için ne demektir? 

Bekleyiş
Antik Yunan’ın doğadan, mevsim dönüşümlerinden, sürekli ve daimi geri dönüşten, ebediyetten esinlenen döngüsel ve yönsüz zamanı, Tevrat ve Yahudilikle ortaya çıkan ve Avrupa’nın Hıristiyanlaşmasıyla baskın hale gelen, bir ucunda yaratılışın diğer ucunda ise kıyametin konumlandırıldığı, ileriye akan, çizgisel, modern zaman karşısında kırılmalar yaşamıştır. Zamanın döngüselliği, Orta Çağ’ın katedral çanlarından, mekanik saatlerin icadına kadar ve meta üretiminden, emek-zaman ilişkisine dek çeşitlenmiş bir yelpazeden farklı farklı darbeler alır. Sonunda döngüselliğini yitiren zaman, giderek kıvraklığını kaybeder ve keskin, düz, sonlu bir çizgiye evrilir gibi görünür. Çizgisel zamana olan yanılsamalı sadakatin aksine, Byung Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu kavramsallaştırması, ne döngüsel ne de çizgisel bir zaman anlayışını kabul eder. Han için, bizler içine kapatıldığımız dijital panoptikonlarda bütün zaman deneyimlerimizi eritiriz. Şeffaflaşmış bir zamanı tecrübe ederiz. “Zaman elimizin altındaki bir şimdiler dizisi kertesine getirildiğinde şeffaflaşır” der Chul Han, “Böylelikle gelecek de olumlulaştırılarak optimize edilmiş bir şimdi haline gelir. Şeffaf zaman kadere ve olaya yer vermeyen zamandır.”

Zamanın içinden çekilip alınan bu rastlantısallık ve tesadüfilik, şeffaflığın dokusunu oluşturuyor gibi görünüyor. Neredeyse her “an parçacığının” tasarımlanabilmesi, geleceğe özgü belirsizliğin ortadan kalkması, zirveye ulaşmış kesinlik ve netlik, yani dünyanın büyüsünün bozulup tatsızlaşması bu şeffaflaşmış, geçirgen, kırılgan zamanın bir sonucudur adeta. Hasta tutsakların kendi bedenlerinde zamanı imlediklerini düşünüyorum. Onlar, zamanla iç içe geçmiş bir bekleyiş halindeler. Enformasyon üretiminde, saydamlaşan iletişimde, dijital panoptikonlarda, pornografide giderek sıkıştırılmış ve neredeyse yokluğa ulaşan zaman, hasta tutsak tarafından bozulur, genişler, dışarıdaki dünyayı da içine alacak kadar büyür. Blanchot, Bekleyiş Unutuş eserinde “zamanın yokluğunun yarattığı baskının doğrulandığı yerde, zaman, olanaksız bekleyişi olanaklı kılar.” diye yazar. Tutsak tarafından beklenen; ne onu kurtaracak olan bir Mesih, ne de kendilerini yıkıma sürükleyecek bir kaos kıvılcımıdır: “Bekleyiş, ona beklemek için zaman bırakmaz.”

Kendi dijital panoptikonunda inzivaya çekilen, alışveriş yapan, çalışan, bilgi üreten, tüketen, like’layan, uyuklayan ve buna benzer başka gündelik pratikleri sakince sürdüren biz şeffaf insanların bekleyiş hali ile tutsağın bekleyişi arasındaki gedik gözle görülür. Bizler için eksik olan zamanın fazlalığıdır, tutsak beden için ise bekleyişin süresizliği zamanın içini boşaltır. Tutuklu yakınlarının “ölümü bekliyor” çığlığı, bir anlamda “olanaksız bir bekleyişi beklemek zorunda bırakılıyor” olarak düşünülmelidir. Siyasi tutsak olarak girdiği hapishanelerden kanser olarak çıkan insanların tutuklu yakınları, ağrılar içinde söylenen “bu illet” lafının anlamını bilirler. Kastedilen illetin, aslında iktidarın tutuklunun bedenine bir dokunuşu, tezahürü, lekesi olduğunu bilirler. Ve illetle, iktidarla savaşır gibi topyekün savaşırlar. Bedenler direniş mevkiine dönüştüğünde; iktidarın olduğu her yerde direnişin de olacağı gerçeğinde teselli bulabiliriz. Fakat tüm bu savaşta, tüm bu bekleyişte, zamanın kendisine ne olduğunu anlamalıyız. Zamanın hasta tutsaklar ve yakınları için nasıl işlediğini, ne anlama geldiğini ve bu mücadeledeki rolümüzü gözden geçirmeliyiz. İktidarın neyi beklediğini, tutsağın neyi beklediğini, tutsak ailesinin neyi beklediğini birbirinden ayırmak, üzerine düşünmek gerek.

* Feminist Araştırmacı / Sosyolog

Kaynaklar :
 -Agamben, Giorgio. Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. Çev: Betül Parlak. İstanbul: Kanat Kitap, 2010.
-Han, Byung-Chul. Şeffaflık Toplumu. Çev: Haluk Barışçan. İstanbul: Metis, 2015. 
-Weber, Max. Sosyoloji Yazıları. Çev: Taha Parlak. İstanbul: Hürriyet Vakfı, 1987.
-Agamben, Giorgio. Gelmekte Olan Ortaklık. Çev: Betül Parlak. İstanbul: Monokl, 2012. 
-Blanchot, Maurice. Bekleyiş Unutuş. Çev: Ender Keskin. İstanbul: Monokl, 2015. 
-Agamben, G. (2000) Tanık ve Arşiv. Ali İhsan Başgül (Çev). Ankara: Dipnot, (84-85)
-Agamben, G. (2013). Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. İsmail Türkmen (Çev). İstanbul: Ayrıntı.-Foucault, M. (2014). Özne ve İktidar. Işık Ergüder, Osman Akınhay (Çev). İstanbul: Ayrıntı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.