Öcalan’ın özgürlüğü barışın anahtarıdır
Dosya Haberleri —

Michela Arricale/foto: Erdoğan ALAYUMAT
- CRED Eşbaşkanı, İtalyan avukat Michela Arricale: İmralı Cezaevi, hukuksuzluğun sembolüdür. Tek bir kişiyi ruhen ve fiziken yıkmak için tasarlanmış bir yer. Erişilemeyen bir ada, dış dünyayla tüm bağlantısı kesilmiş bir hücre ve on yılı aşkın süredir uygulanan mutlak tecrit, buradaki temel gerçekliktir.
- Bu yalnızca “tecrit” değil, tamamen dış dünyayla bağlantının kesilmesi, yani incommunicado durumudur. Bu, günlük bir işkence olmanın ötesinde, bir kişiyi ve onun üzerinden bir halkı yok etmeye yönelik kasıtlı bir çabadır. Hukukun üstünlüğü reddedilmekte, hukuk çıplak bir tahakküm aracına indirgenmektedir.
- Öcalan, İmralı’dan bile süreçte aktif, dinamik ve vazgeçilmez bir rol oynuyor. Dinliyor, yanıt veriyor ve gerçek bir diyalog kuruyor. Mesajları tek taraflı bildiriler değil; bizlerle konuşuyor, süreci tartışarak yönlendiriyor.
BARIŞ BALSEÇER
Avrupa Demokratik Avukatlar Birliği (ELDH) ve ona bağlı Demokrasi Araştırma ve Geliştirme Merkezi (CRED), uzun süredir Türkiye’deki hukuk ihlallerini ve özellikle İmralı’daki tecridi uluslararası gündeme taşıyor. Adalet Bakanlığı’na gönderilen çok sayıda başvuru ve mektuba rağmen Türkiye, 2016’dan bu yana resmi bir yanıt vermedi. Eylül ayında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin “umut hakkı” konusunda vereceği karar ise, hem Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü hem de Kürt sorununun çözümü açısından kritik bir aşama olarak görülüyor.
İmralı’daki tecridin doğurduğu ihlalleri, uluslararası hukuk mekanizmalarının etkisizliğini ve PKK’nin silahsızlanmasının barış sürecine yansımalarını CRED Eşbaşkanı, İtalyan avukat Michela Arricale ile konuştuk.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a gönderilen mektubu hazırlarken hangi yasal ve insani argümanlara vurgu yaptınız? Bu talebin uluslararası kamuoyu üzerindeki etkisi nasıl oldu?
Yıllardır Türk Adalet Bakanlığı’na hitaben çok sayıda talebe imza attım. Ancak ne ben ne de diğer imzacılar bu taleplere herhangi bir yanıt aldık. Türk devleti, 2016’dan bu yana bu başvurulara resmi bir açıklık getirmedi.
Mektuplarımız, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlallerine dayanıyordu. Özellikle insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelenin yasaklanması (Madde 3), savunma hakkı ve aileyle temas hakkının engellenmesi (Madde 8) ile uzun süreli tecrit yasağını düzenleyen BM “Mandela Kuralları”nın ihlali ön plana çıkarıldı. Türkiye’ye bu standartların yalnızca “tavsiye” değil, bağlayıcı yasal yükümlülükler olduğu hatırlatıldı.
Türkiye bu mektuplara 11 aydır yanıt vermiyor ve bu şaşırtıcı değil. Asıl sarsıcı olan, uluslararası siyasetin bu duruma tamamen sessiz kalmasıdır. Bu sessizlik, taleplerimizin etkisini yalnızca zayıflatmıyor; aynı zamanda yıkıcı bir etki yaratarak Ankara’ya uluslararası standartları cezasızca görmezden gelebileceği mesajını veriyor.
Bu ihlallere dair somut örnekler ve etkiler nelerdir? Türkiye’nin bu uygulamaları düzeltme yükümlülükleri neler?
İmralı Cezaevi, hukuksuzluğun sembolüdür. Tek bir kişiyi ruhen ve fiziken yıkmak için tasarlanmış bir yer. Erişilemeyen bir ada, dış dünyayla tüm bağlantısı kesilmiş bir hücre ve on yılı aşkın süredir uygulanan mutlak tecrit, buradaki temel gerçekliktir. Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) baskısıyla başka mahkumlar adaya nakledildiğinde bile koşullar değişmedi. Aynı insanlık dışı rejim onlara da dayatıldı. Oysa uluslararası standartlar açık: Üç günden uzun süren tecrit hukuka aykırıdır. İmralı’da ise bu yirmi altı yıldır sürüyor. Bu yalnızca “tecrit” değil, tamamen dış dünyayla bağlantının kesilmesi, yani incommunicado durumudur. Bu, günlük bir işkence olmanın ötesinde, bir kişiyi ve onun üzerinden bir halkı yok etmeye yönelik kasıtlı bir çabadır. Hukukun üstünlüğü reddedilmekte, hukuk çıplak bir tahakküm aracına indirgenmektedir. Buna rağmen Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Öcalan’ın “umut hakkı” olmadığını söyleyebildi.
Türkiye defalarca “insan onuruna saygı” ve “savunma hakkını güvence altına alma” yükümlülükleri konusunda uyarıldı. Ancak İmralı’da bunların hiçbiri geçerli değil. Öcalan yıllarca avukatları ve ailesiyle görüştürülmedi. Kendisini temsil eden avukatların neredeyse tamamı “terör” suçlamalarıyla yargılandı. Bu durum, hukukun değil keyfiyetin göstergesidir. İşte bu yüzden İmralı’daki mahkumları “siyasi mahkum” olarak tanımlıyoruz: Çünkü burada hukuk hiçbir anlam taşımıyor.
ELDH bu koşulları izlemek için CPT ve BM gibi mekanizmaları nasıl kullanıyor?
ELDH, İmralı’daki koşulları izlemek ve raporlamak için CPT ve Birleşmiş Milletler (BM) mekanizmalarını etkin şekilde kullanıyor. CPT’nin ziyaretleri ve raporları, Türkiye’ye uluslararası standartlara uyma baskısı yapıyor, ancak bu baskının yaptırım gücü sınırlı kalıyor. Biz de bu raporları temel alarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve BM İnsan Hakları Komitesi nezdinde şikayetler ve davalar açıyoruz. Ne var ki, bu mekanizmaların etkisi, devletlerin siyasi iradesine bağlı olduğu için çoğu zaman sınırlı kalıyor.
Sayın Öcalan’ın özgürlüğü ve halkla doğrudan temasının barış ve demokratik çözüm sürecindeki rolü nedir? Bu rol nasıl güçlendirilebilir?
Öcalan’ın avukatlarıyla görüşebilmesi, temel haklarını kullanabilmesi açısından zorunlu. Ancak bu tek başına yeterli değil. Stratejist ve öncü rolünü yerine getirebilmesi için halkıyla doğrudan, sansürsüz ve aracısız iletişim kurabilmesi gerekiyor. Bu nedenle özgürlüğü hayati önem taşıyor. Hepimiz onun özgürlüğü için kampanyalar düzenlemeye odaklanmışken, Öcalan Temmuz ayında yayımladığı mesajıyla zaten devreye girdi. Bu mesaj, yalnızca bir açıklama değil, genel siyasi yönelim belgesi niteliğinde kurucu bir metindir. Burada açıkça şunu söylüyor: “Beni donuk bir ikona dönüştürmeyin; aksi halde engel olma riski doğar.” Ayrıca “Kolektif özgürlük olmadan bireysel özgürlük olmaz” diyerek Demokratik Konfederalizm’in temel ilkelerini hatırlatıyor. Yani Kürt halkı özgürleşmeden, onun özgürlüğü de anlam taşımaz.
Öcalan, İmralı’dan bile süreçte aktif, dinamik ve vazgeçilmez bir rol oynuyor. Dinliyor, yanıt veriyor ve gerçek bir diyalog kuruyor. Mesajları tek taraflı bildiriler değil; bizlerle konuşuyor, süreci tartışarak yönlendiriyor. Barış sürecindeki rolü, özgürlüğüne kavuşması ve halkıyla doğrudan iletişim kurabilmesiyle güçlenebilir. Bu, fikirlerini sansürsüz biçimde paylaşmasını ve Kürt halkının siyasi temsilcileriyle doğrudan diyalog kurmasını mümkün kılacaktır.
Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı ve PKK’nin feshi ve ardından gelen bir grup gerillanın silah bırakma eylemi barış süreci için ne ifade ediyor? Uluslararası kurumların ve toplumun tepkisi ne oldu?
PKK’nin kendisini feshetmesi ve silahsızlanması tarihi bir olaydır. Mücadelenin silahlı aşaması sona ermiş, siyasi alana geçilmiştir. Günümüz dünyasında savaş, şiddet ve silah hakim dil haline gelmişken PKK bunun tersini seçti. Yaklaşık elli yıllık bir çatışmayı savaş alanından siyasete taşıdı. Bu, devrimci bir adımdır. Batı Asya’nın savaşlar ve soykırımlarla derin yaralar aldığı bir dönemde, bu gelişme adeta yıkıntılar arasında filizlenen bir barış tohumu gibidir.
Uluslararası kurumlar bu gelişmeyi memnuniyetle karşıladı; BM güçlü bir destek gösterdi. Fakat Avrupa Birliği’nden söz değil, somut adımlar bekliyoruz. Özellikle PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması sürece gerçek bir güç katacaktır. Uluslararası toplumun ise bir kısmı süreci memnuniyetle karşılamıyor; bunun başında İsrail geliyor. Sembolik silahsızlanma töreni sırasında İsrail’in “Dürzileri savunmak” gerekçesiyle Şam’ı bombalaması tesadüf değildir. Barış süreci başarıya ulaşırsa, bölgedeki dengeleri değiştirecek ve bu da İsrail’in çıkarlarına ters düşecektir.
Nitekim İmralı heyetiyle yapılan görüşme notlarında Öcalan açıkça “Kürtler üzerinden İsrail hakimiyetine hayır” diyerek, Filistin, Lübnan ve Suriye’den sonra İsrail’in hegemonik emellerini engelleyebilecek aktörlerin İran ve Türkiye olduğunu belirtiyordu. Türkiye ile Kürtler arasındaki çatışma, her zaman İsrail’in stratejisinin temel dayanaklarından biri olmuştur. Kürtler bu oyunda kullanılmamalıdır.
Kürt tarafının somut adımlarına rağmen Türk devleti henüz bir adım atmış değil. Sizce Türk devleti Kürt sorununu çözmek için hangi yasal ve siyasi adımları atmalı?
Türk hükümeti, sözlerinden çok daha yavaş hareket ediyor. Öcalan’ın ilk çağrısında vurguladığı gibi, barış sürecinin büyümesi için demokratik bir ortam şarttır. Bu da kurumsal ve anayasal reformlarla, Kürtlerin meşru siyasi aktörler olarak tanınmasıyla başlar. İlk ve en önemli adım, yalnızca siyasi görüşleri nedeniyle tutuklu bulunan tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasıdır. Öcalan başta olmak üzere, Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş, müvekkillerini savundukları için yargılanan avukatlar, gazeteciler, doktorlar, akademisyenler ve görevden alınan belediye başkanlarının, kısacası politik nedenlerle iktidarın zulmüne maruz kalan herkesin özgürlüğüne kavuşması gerekir. Ancak o zaman devlet sözlerini eyleme dönüştürebilir ve barış sürecini baskıdan demokratik siyasete taşıyabilir.
Temmuz’daki son gözlem misyonumda defalarca sordum: Hükümet sözlerini tutmazken güven nasıl sağlanır? Bu kararlılıkla nasıl ilerlenir? Bu sorular yanıt almak kolay değil. Çünkü pratikte tam tersi yaşanıyor. Barıştan söz edilirken CHP’ye karşı baskı kampanyaları başlatıldı, partililer tutuklandı, seçilmiş belediye başkanları görevden alındı. Dahası, Kürt yanlısı partilerle seçim ittifakı yaptığı için CHP’ye “terör” suçlaması yöneltildi. Sanki birlikte seçime girmek bir terör eylemiymiş gibi davranıldı. Bu yaklaşımın temelinde şu örtülü varsayım vardı: “Kürt yanlısı partiler teröristtir; onlarla ittifak yapan da teröristtir.”
Bazıları ise hükümetin hiçbir şey yapmadığını söylemenin doğru olmadığını düşünüyor. Örneğin, Suriye sınırındaki bombardımanlar hafifledi, belki tamamen durdu. DEM Parti’nin bazı belediye başkanları görevden alınmadı. Ayrıca yasal ve kurumsal konuları ele almak üzere bir parlamento komisyonu kuruldu. Bunlar doğru, ancak her zaman asgari düzeyde gerçekleşti ve Ankara’nın doğrudan suçlanmamak için sürecin çökmesini beklediği izlenimini verdi. Bu noktada Öcalan, Temmuz mesajıyla yeniden devreye girdi. Her zaman yaptığı gibi yolu gösterdi, bakış açısını değiştirdi. Kürt halkının mücadelesi ve direnişiyle bu barış fırsatı kazanıldı. Şimdi aynı güç, kararlılık ve iyi niyetle ilerlemek gerekiyor. Başarıya inanmalı, hedefi başkalarına havale etmemeliyiz. Barışın tüketicisi değil, inşacısı olmalıyız. Türkiye’ye rağmen, bugüne kadar olduğu gibi bu hedefe mutlaka ulaşacağız.
Kürt tarafı süreci “Barış ve Demokratik Toplum” olarak adlandırırken, Türk devleti “Terörsüz Türkiye” söylemini öne çıkarıyor. Bu yaklaşım, Kürt sorununun çözümünde nasıl bir etki yaratıyor?
Türkiye’nin gerçek niyetleri konusunda şüphe uyandıran unsurlardan biri de budur. Kötümser bir bakışla bu söylem, barışa gerçekten inanıldığı için değil; yeni bir baskı dalgasının zemini hazırlanabilsin diye barışa açılıyormuş gibi bir görüntü yaratıyor. Bu tablo, 2016’daki süreci hatırlatıyor. O dönemde Trump yeni seçilmiş, barış girişimleri gündeme gelmişti. Ardından darbe girişimi ve yaşanan gelişmeler hafızalarda hala taze. Dolayısıyla meseleye berrak bir zihinle yaklaşmak kolay değil, çünkü ortada küçümsenmeyecek kadar açık sinyaller var.
Türkiye’de “terörden arındırılmış” bir ülkeye karşı çıkan herkesin felaket sonuçlarla yüzleşeceği söylemi sürekli tekrarlandığında, sanki tek bir hata her şeyi bozacakmış gibi bir atmosfer doğuyor. Bu yaklaşım, devletin barış sürecine odaklanmaktan çok, şimdiden sürecin başarısız olacağını varsaydığını gösteriyor. Böylece olası bir çöküşün bütün sorumluluğunu Kürtlere yüklemeye hazır bir konumda duruyor.
Öcalan’ın uyarısı da tam olarak buna işaret ediyor: Süreci kötü niyetle çarpıtılamayacak somut adımlarla -örneğin silahsızlanmayla- ilerletmemiz gerektiğini vurguluyor. Başkalarının harekete geçmesini beklememeli, öncülüğü biz yapmalı ve diğerlerini takip etmeye zorlamalıyız. Çünkü Türk hükümetine güvenmediğimiz için, tam da bu sebeple harekete geçmeliyiz.
Uluslararası toplumun katkısı Kürt sorununun çözümünde neden önemli? ELDH, AİHM, CPT veya BM gibi platformlarda nasıl baskı oluşturuyor?
Uluslararası dikkatin kritik olduğuna inanıyorum. Türk hükümetinin verdiği sözleri tutması için her düzeyde baskı uygulanmalı. Bu baskı yalnızca kurumsal değil, toplumsal da olmalı. Çünkü gerçek şu ki hiçbir Avrupa kurumu Türkiye’ye doğrudan bir şey dayatacak güce sahip değil ve Erdoğan bunun farkında. Avrupa liderleri kıtayı jeopolitik olarak önemsiz bir konuma indirdi. Dolayısıyla kurumlar, biçimsel olarak varlık gösterseler de özünde çok az şey yapabiliyor. Buna karşılık toplumsal destek çok daha etkili olabilir; hem Türkiye içinde Erdoğan’ın iç meşruiyetini doğrudan etkiler hem de uluslararası düzeyde sonuçlar doğurur.
ELDH, AİHM, CPT ve BM gibi platformlarda İmralı’daki koşulları belgeleyen raporlar ve şikayetlerle baskı oluşturuyor. CPT’nin ziyaretleri ve raporları, Türkiye’yi uluslararası standartlara uymaya zorlamak için bir araç olarak işlev görüyor. Ancak bu mekanizmaların etkisi, devletlerin siyasi iradesine bağlı olduğu için sınırlı kalıyor. ELDH’nin önceliği, hukuki argümanlarla uluslararası farkındalığı artırmak ve Türkiye’yi sorumlu tutmak. Fakat siyasi irade eksikliği nedeniyle bu çabalar çoğu zaman tam sonuç vermiyor.
Napoli, Palermo ve Reggio Emilia gibi İtalyan şehirlerinin Sayın Öcalan’a fahri vatandaşlık vermesi, Kürt sorununun küresel bir insan hakları meselesi olarak algılanmasına ne gibi katkı sağlıyor?
Bu adımlar kesinlikle önemli bir katkı sunuyor. Ancak mesele yalnızca bir insan hakları sorunu değil; aynı zamanda demokratik ve siyasi bir meseledir. İnsan hakları, özellikle kapitalist batıda, genellikle bireysel haklar, kişisel onur ve özgürlük bağlamında ele alınıyor. Oysa burada söz konusu olan yalnızca hapishane tecridi ya da savunma hakkı değil; kolektif siyasi talepler ve halkların kendi kaderini tayin hakkıdır.
Öcalan’ın figürü bu nedenle kritik: O, bu iki boyutu birleştiriyor ve doğru mesajı iletiyor. Fahri vatandaşlık kararları, Kürt sorununun sadece yerel bir mesele olmadığını, evrensel bir adalet ve demokrasi mücadelesi olduğunu gösteriyor. Bu tür sembolik adımlar, uluslararası kamuoyunda farkındalığı artırarak Kürt sorununun küresel ölçekte bir insan hakları ve demokrasi meselesi olarak algılanmasını güçlendiriyor.
Eylül 2025’te Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Sayın Öcalan’ın “umut hakkı” konusunda bir karar vermesi bekleniyor. Sizce bu karar Kürt sorununun çözümüne nasıl katkı sağlayabilir? ELDH bu süreçte hangi yasal argümanları öne sürüyor?
Hukukun tek başına Kürt sorununu çözmeyeceğine ve Öcalan’ı özgürleştirmeye yetmeyeceğine inanıyorum. Bu belki tartışmalı bir görüş, ama kesinlikle böyle düşünüyorum. Hukuki ve resmi süreçler, taleplerin görünür kılınması ve meşrulaştırılması için temel bir önkoşuldur. Ancak hukukun uygulanıp uygulanmaması, her zaman devletin siyasi iradesine bağlıdır.
ELDH, Bakanlar Komitesi kararını desteklemek için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesine (insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele yasağı) ve 8. maddesine (aile ve özel hayata saygı) dayanıyor. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Öcalan hakkında verdiği kararlar da hukuki dayanak olarak kullanılmaktadır. “Umut hakkı”, ömür boyu hapis cezalarında koşullu salıverilme ihtimalini garanti altına alan Avrupa standartlarına uygundur. Bu karar, Türkiye üzerinde uluslararası baskıyı artırabilir. Ancak gerçek bir çözüm için hukukun yanı sıra siyasi iradenin devreye girmesi zorunludur.
Son olarak, İtalyan bir avukat olarak Sayın Öcalan’ın durumu ve Kürt sorununun çözümü sizin için neden önemli? Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm anlayışı İtalya’daki avukatlar ve aktivistler arasında nasıl yankı buluyor?
Demokratik Konfederalizmin ilkeleri, yalnızca bireysel değil, özellikle kolektif haklara saygıyla tamamen uyumludur ve bu yönde ilerlemektedir. Bu nedenle savaş sonrası ortaya çıkan tüm demokratik anayasalar ve BM Şartı ile de tutarlıdır. Sorun, içinde yaşadığımız gerçek siyasi düzendedir. Bu düzen, “ulusal güvenlik” ya da sermayenin çıkarlarını koruma adına temel hakların sistematik biçimde ihlal edilmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Kürt halkının mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Eğer bir silahlı çatışma siyasi ve demokratik yollarla çözülebilirse, bu böyle bir çözümün mümkün olduğunu kanıtlar; aynı zamanda bize gerçek bir barış hakkı talep etme gücü verir.
İtalya’daki avukatlar ve aktivistler arasında Öcalan’ın fikirleri özellikle adalet, demokrasi ve kolektif haklar vurgusuyla yankı buluyor. Demokratik Konfederalizm’in yerel özerklik ve doğrudan demokrasiye dayalı yaklaşımı, İtalya’daki bazı taban hareketleriyle de uyum sağlıyor. Ancak bu fikirlerin yaygınlaşması, mevcut siyasi ve hukuki sistemlerin direnciyle karşılanıyor.















