Sürecin garantörleri olmaya çalışıyoruz
Dosya Haberleri —

Hüseyin Küçükbalaban
“Sivil toplumun dışında bırakıldığı bir barış süreci yürümez” diyen İHD Eşbaşkanı Hüseyin Küçükbalaban ile çözüme ilişkin hazırladıkları raporu ve sivil toplumun rolünü konuştuk:
- İHD Eşbaşkanı Hüseyin Küçükbalaban: “TMK doğrudan Kürt sorunuyla bağlantılı olarak getirildi. Bir kişi “terör” suçlarından ceza almışsa, onun infazı da bu kanunda düzenleniyor. Bu kanun tamamen kaldırılmalı. TMK’ye dokunmadan ne infazda eşitlik sağlanabilir ne siyasi mahpusların tahliyesi kolaylaşır ne de düşünce, ifade ve toplanma özgürlüğü önündeki baskılar hafifler.
- Demokratik entegrasyon yasaları çıkarılmalı. Önce TMK kaldırılacak, ardından demokratik entegrasyon yasaları getirilecek. Bu yasalar “silah bırakanlar, Avrupa’da olanlar, cezaevindeki siyasi mahpuslar gelin sisteme adapte olun” anlamına gelmemeli. Bu yeni bir zihniyeti ve yasal süreci gerektirir.
- Bu süreç bozulursa, nasıl bir vahametle karşı karşıya kalacağımızın bilincindeyiz. Bu nedenle dünyadaki benzer süreçlerin deneyimlerinden faydalanarak önerilerimizi sunuyor ve sivil toplum örgütleriyle bu sürecin garantörleri olmaya çalışıyoruz. Sivil toplumun ve halkın dışında bırakıldığı bir barış süreci yürümez. Dolayısıyla barış hem toplumun hem de siyasetin bir ihtiyacıdır.
- Sürecin ilerlemesi adına savaşın durması, negatif barışın pozitif barışa evrilmesi, barışın inşası, savaşın yarattığı travmalarla yüzleşilmesi, silah bırakanların demokratik sürece katılması gibi pek çok başlığı içeren öneriler sunduk. Ancak bunların yalnızca öneri aşamasında kalmasını istemiyoruz.”
ERDOĞAN ALAYUMAT
İnsan Hakları Derneği (İHD), “İnsan Hakları Yaklaşımıyla Kürt Meselesinin Çözümüne Dair Yasal Değişiklik Önerileri” başlıklı bir rapor yayımladı yakın zamanda. Raporda, geçmişteki barış süreçlerinin neden başarısız olduğu analiz edilirken, kalıcı çözüm için devletin güvenlikçi politikalardan vazgeçmesi, toplumsal barışın ise halkın doğrudan katılımıyla inşa edilmesi gerektiği vurgulanıyor. Gazetemizin sorularını yanıtlayan İHD Eşbaşkanı Hüseyin Küçükbalaban, “Sivil toplumun dışında bırakıldığı bir barış süreci yürümez” diyerek sürecin daha şeffaf yürütülmesinin önemine vurgu yaptı.
İktidar ve muhalefet partileri Kürt meselesini ya görmezden geliyor ya da güvenlikçi politikalar üzerinden konuşuyor. Siz bu raporla bu duruma nasıl bir müdahalede bulunmak istediniz?
Türkiye’de Kürt sorunu 100 yıllık bir mesele. Son 40 yıl ise savaş ve çatışmayla geçmiş bir sorun. Elbette bu meselenin ortaya çıkmasının bir zemini var. Peki “Neden böyle bir rapor hazırladınız?” sorusuna vereceğimiz yanıt şu olur: Bütün bu sorunu ortaya çıkaran yasal, anayasal ve idari uygulamalar nedir, ne değildir, bu soruna nasıl etki ediyor? Bütün bu sorulara cevap olmaya çalıştık. Her ne kadar güncel politik gelişmelere, Kürt meselesinin çözümüne ilişkin İHD bakışıyla bir söylemde bulunsak da derli toplu, Anayasa’dan başlamak üzere yasal ve idari süreçlerin tamamına ilişkin bir yol ve yöntem gerektiğine dair görüşlerimizi bu raporda daha geniş açıkladık.
Raporunuzda mevcut Anayasa’nın Kürt meselesinin çözümünde en temel engel olduğunu söylüyorsunuz. Hangi maddeler bugün en fazla sorun yaratıyor ve nasıl bir değişiklik öneriyorsunuz?
Aslında Anayasa'nın tümü baştan itibaren değişmelidir. Bildiğiniz gibi Anayasa'nın hemen başlangıç kısmında ifade edilmiş olan pek çok şey, yalnızca Türk kimliğine atıfta bulunan maddelerle dolu. Bazı maddelerinin değiştirilmesi bile teklif edilemez. Devletin birliği tanımı, yönetim sistemine ilişkin tanımı gibi pek çok konu Anayasa'da değiştirilmez hükümler içeriyor. En sorunlu maddelerinden biri ise 66. madde. Bu madde doğrudan vatandaşlık tanımını düzenliyor ve “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” diyor. Bu, başlı başına sorunlu bir tanım. Çünkü bu ülkede onlarca etnik kimliğin yaşadığı bilinen bir gerçek.
1935 yılına kadar etnik kimliklerin varlığına ilişkin veriler var. Bu kimliklerin bir kısmı cumhuriyet içinde eritildi, bir kısmı mübadele yöntemiyle yerlerinden edildi ve Ermeni Soykırımı’nda olduğu gibi bir kısmı da tamamen yok edildi. Şimdi hem dini hem de etnik anlamda bu kadar çoğulcu bir coğrafyada tekçi bir anayasanın varlığı başlı başına bir sorun. Her ne kadar pek çok değişiklik yapılmış olsa bile bu Anayasa'nın ruhu darbecidir. En nihayetinde bu bir darbe anayasasıdır. “Bu Anayasa'da ne sorundur?” dersek, sorun olmayan tek bir yanı yok. Zaten Kürt sorununun ortaya çıkmasına neden olan da bu Anayasa'nın kendisidir.
Bizim önerimiz; daha demokratik, çoğulcu ve çok kültürlü bir yapıya hitap eden, bütün etnik kimlikleri kabul eden, halkların direnme, yoksulluğa karşı korunma ve güvenlik haklarını teminat altına alan, insan haklarına dayalı bir anayasa yapılması yönündedir.
Türkiye’de temel sorunlardan birinin anadilde eğitim hakkı olduğunu söylüyorsunuz. Egemen siyaset, anadilde eğitimi “ülkeyi böler” diye tartışıyor. Sizce anadilde eğitim hakkının tanınması ülkeyi böler mi, yoksa toplumsal barışı mı güçlendirir?
Dünyada pek çok ülkede birden fazla dil resmi dil olarak kabul ediliyor. Afrika kıtasında bazı ülkelerde 30’un üzerinde dilde eğitim veriliyor. Bu ülkeler bölünmüyor, tam tersine daha kaynaşmış, yurttaşlık bilinci gelişmiş toplumlar haline geliyor. Türk harflerinin kabulü ve tatbikiyle ilgili kanunda Latin alfabesi düzenlenmiş. Kürtler de Latin alfabesini kullanıyor ancak alfabelerinde bulunan X, W, Q gibi harfler yasak.
Daha geriye gidersek, 1930’lu yıllarda “Vatandaş Türkçe konuş, çok konuş” kampanyaları vardı. Kürt diline ilişkin “kart, kurt” söylemleri ya da “Türklerin karda yürürken çıkan seslerden ortaya çıkan bir dildir” denilen süreçler yaşandı. 1990’lı yıllara kadar Kürtçe konuşmak evde bile yasaktı. 1991-1992 yıllarında kısmen bazı düzenlemeler yapıldı ama hiçbir zaman kamusal alana yansımadı. Dil yasağına ilişkin en kritik adımlar 2003 yılında atıldı. Bu dönemde özel kurslarda Kürtçe'nin öğrenilmesine izin verildi. Ancak kaynak, sözlük ve kursların açılmasına önünde ciddi engeller çıkarıldı.
Örneğin Batman’da açılmak istenen kursun kapısının ölçüleri bile engel sayıldı. Urfa’da “Özel Kürt Dili ve Merkezi” ismi gerekçe gösterilerek aylarca izin verilmedi. Başka özel öğretim kurumlarına tolerans gösterilirken Kürtçe kurslar söz konusu olduğunda uygulanmayan prosedürler birden hatırlandı. Daha sonra kurslar açıldı ama bu kez de “Burada eğitim verecek kişilerin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olması” gibi akla hayale gelmeyecek kurallar konuldu. Tüm bu engellemelere rağmen kurslar açıldı ama kısa ömürlü oldu.
Ömürleri neden kısa sürdü?
Açıkçası bir halk, kendi anadilini gidip kurslarda öğrenemez. Zaten doğuştan sahip olduğu bir hakkı kurslara sıkıştırıp ona bir hak tanımış gibi yapamazsınız. Bu yüzden bu kurslar kısa sürdü. O yıllarda hatırlarsınız, binlerce üniversite öğrencisi anadilde eğitim talep ettiği için tutuklandı; binlercesi hakkında davalar açıldı. Devletin kanalı TRT’de önce iki saatlik Kürtçe yayın yapan TRT 6 açıldı, ardından TRT Kurdî kuruldu. Mardin Artuklu, Dersim, Bingöl ve Dicle üniversitelerinde Kürdoloji bölümleri açıldı.
2012 yılında okullarda Kürtçe seçmeli dersler verilmeye başlandı. Ancak valilikler bunu “mahalli dil ve lehçelerde seçmeli dersler” diye tarif etti. Böyle bir tanım olabilir mi? Buna rağmen kabul edildi ama getirilen kriterler, seçmeli derslerin verilmemesi üzerine kuruluydu. O yıl 170 bin çocuk seçmeli olarak Kürtçe'yi seçmişti, 2024’te bu rakam 25 bine düştü. 2012’den 2024’e kadar Kürtlerin sayısı mı azaldı? Hayır. Devlet bu hakkı tanımış gibi yapıp kullanılmaması için her türlü aracı devreye soktu.
Kürt sorununun temel ayaklarından biri Kürtçe'nin serbestçe kullanılma meselesidir. Meclis’te Kürt sorununun çözümü için kurulan komisyonda bile bir barış annesinin Kürtçe konuşmasına izin verilmedi. Anadilde eğitim bu ülkeyi bölmez, tam tersine birleştirir.
Dil ve kültürel haklardan bahsetmişken, bugün hala Kürtçe üzerindeki yasak ve sınırlamalar devam ediyor. Bu yasakların kaldırılması yalnızca Kürtler için değil, Türkiye’nin demokratikleşmesi için nasıl bir anlam taşıyor?
Hem dil hem kültür hem de anadilde eğitim konusunda Türkiye, “Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi”, “Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”, “Çocuk Hakları Sözleşmesi”, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” gibi birçok uluslararası sözleşmede özellikle dil ve kültürel haklar konusunda çekince koymuş durumda. En basiti, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17, 29 ve 30. maddeleri “Bir çocuğun ailesinden öğrendiği dille ve inançla yaşamını sürdürme ve eğitim alma hakkına sahiptir” der. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 26 ve 27. maddeleri kültürel hakları tarif eder. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de farklı dillerin ve kültürlerin haklarına referans verir. Türkiye bu maddelere çekince koymuştur ama bu çekinceleri kaldırmak için anayasal değişikliğe gerek yok. İstenirse hemen kaldırılabilir.
Bir yanda 100 yıllık bir sorun var, diğer yanda demokrasi sorunu hala olduğu gibi duruyor. Dil ve kültürel haklar üzerindeki baskılar devam ederken, Kürt sorununun çözümüne dair sürece insanların güvenmemesi gayet normal. Bu hakların sağlanması bir zihniyet değişikliğini gerektirir. O zihniyet değişirse, gerçek anlamda demokratikleşmeden söz edebiliriz. Yıllarca “Kürtler dilini isterse Pomaklar da ister” gibi ırkçı, kafatasçı anlayışlarla yüzleşmenin zamanı geldi. Devlet, farklı halkların renklerini, dillerini ve kültürlerini yaşamasına izin vermeli. Bu ülkenin zenginliği budur.
Raporunuzda “Terörle Mücadele Kanunu’nun” (TMK) kaldırılmasını veya köklü şekilde değiştirilmesini öneriyorsunuz. Bu yasa böyle kaldığı sürece Kürt meselesinde siyasal çözüm mümkün mü?
Bu yasanın varlığı Kürt sorununu çözmez. Yasalar böyle kaldığı sürece hukuku askıya alırsınız. Kürt meselesinde ister silahlı mücadele, ister siyaset, ister sendikacılık olsun; TMK tüm bu toplumsal kesimlere ve demokratik güçlere karşı kullanılan bir kanundur. Gazetecilerden sendikacılara, siyasetçilerden belediye başkanlarına, insan hakları savunucularına kadar herkesin yargılandığı yasa bu. Düşünce ve ifade özgürlüğünü ihlal eden bir kanun.
Zaten mevcut TCK’de örgütlü suçları tarif eden maddeler var. Ancak TMK doğrudan Kürt sorunuyla bağlantılı olarak getirildi. Bir kişi “terör” suçlarından ceza almışsa, onun infazı da bu kanunda düzenleniyor. Bu kanun tamamen kaldırılmalı. TMK’ye dokunmadan ne infazda eşitlik sağlanabilir ne siyasi mahpusların tahliyesi kolaylaşır ne de düşünce, ifade ve toplanma özgürlüğü önündeki baskılar hafifler.
Peki bu kanunun yerine ne getirilmeli?
Hazırladığımız raporda belirtiyoruz: Demokratik entegrasyon yasaları çıkarılmalı. Önce TMK kaldırılacak, ardından demokratik entegrasyon yasaları getirilecek. Bu yasalar “silah bırakanlar, Avrupa’da olanlar, cezaevindeki siyasi mahpuslar gelin sisteme adapte olun” anlamına gelmemeli. Bu yeni bir zihniyeti ve yasal süreci gerektirir. Ayrımcı tüm yasaların kaldırılması, çoğulcu ve herkesi eşit yurttaş olarak gören bir anlayışla kurucu bir anayasa yapılmalıdır. İnkar ve asimilasyon politikaları terk edilmelidir.
Siz demokratik entegrasyon yasalarından bahsediyorsunuz ama demokratik siyaset alanı genişlemek bir yana daha da daraltılıyor. Binlerce siyasetçi hala cezaevinde, kayyum uygulamaları kalıcı hale geldi. Sizce bu politikalar Kürt sorununu çözmek yerine derinleştirmiyor mu?
Siyasal alanın daraltılması meselesi Kürt sorunu ile doğrudan bağlantılı, ancak sadece onunla açıklanamayacak kadar kapsamlı bir durum. Seçim yasasının tamamen değişmesi gerekiyor. Daha demokratik bir seçim yasası hazırlanmalı. Örneğin yüzde 10’luk seçim barajı 12 Eylül darbesinin ürünüdür. Şimdi yüzde 7’ye düşürüldü ama baraj sorunu tamamen kaldırılmalıdır. Devlet, Kürtler söz konusu olduğunda haklarının kısıtlanması, siyaset yapmaları önündeki engeller, seçme-seçilme haklarının gaspı gibi uygulamalarla hareket ediyor.
Dün sadece Kürtlerin siyaset yapma hakkı gasp edilirken, bugün sol, sosyalist güçlerle birlikte CHP’nin bile siyaset yapması engelleniyor. Bugün kayyum uygulaması CHP’ye kadar uzandı. Oysa bu uygulamalar önce Kürtlere dayatıldı. Şimdi ise Türkiye’deki tüm kesimlere yönelik bir baskı politikasına dönüştü. Siyasal alanın daraltılması artık ülkenin temel sorunlarından biri haline geldi. Binlerce siyasetçi, aydın, STK temsilcisi cezaevlerinde. Dışarıda mücadele edenlere ise “Siz de her an içeri girebilirsiniz” mesajı veriliyor. Biz “Kürt sorununun çözümü için demokrasi mi, barış mı?” diye sorduğumuzda diyoruz ki; hem demokrasi hem barış olmalı. Birisi olmadan diğeri mümkün değildir.
2013-2015 arasında bir çözüm süreci yaşandı ama başarısız oldu ve büyük bir yıkımla sonuçlandı. Önceki süreçte yapılan hatalar neydi? Bugün resmi ve yasal dayanakları oluşturulacak bir süreç başlatılacaksa ilk olarak hangi adımlar atılmalı?
1993’ten bu yana devlet, Kürt tarafıyla çok sayıda görüşme yaptı. 2013-2015 süreci ise 24 Temmuz 2015’te hala aydınlatılmamış Ceylanpınar olayıyla son buldu. Sürecin kurgulandığı koşullar ile bugünkü koşullar aynı değil. Meclis'te “Terörün Sona Erdirilmesi” adıyla çıkarılan yasa kapsamında bir komisyon kurulmuştu. O dönemde HDP ve AKP ağırlıklı olarak komisyonda yer alıyordu. CHP, MHP ve diğer partiler sürece açıkça karşıydı. Bugün kurulan Komisyon’da ise iktidar bloku ve Kürt tarafı dışında CHP ve diğer partiler de yer alıyor. Ancak 2013’te başlayan çözüm sürecinde de bugün yürüyen süreçte de üçüncü bir göz yoktur. Her iki süreci de dışarıdan denetleyen yapılar bulunmuyor. Geçmişte sivil toplum sürece dahil edilmemişti, bugün de edilmiyor.
Biz sürece ilişkin görüşlerimizi kamuoyuyla paylaştık. Alınması gereken dersler bakımından dünya deneyimlerini incelenmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu süreç bozulursa, nasıl bir vahametle karşı karşıya kalacağımızın bilincindeyiz. Bu nedenle dünyadaki benzer süreçlerin deneyimlerinden faydalanarak önerilerimizi sunuyor ve sivil toplum örgütleriyle bu sürecin garantörleri olmaya çalışıyoruz. Sivil toplumun ve halkın dışında bırakıldığı bir barış süreci yürümez. Dolayısıyla barış hem toplumun hem de siyasetin bir ihtiyacıdır.
Son olarak, hazırladığınız bu rapor iktidar tarafından dikkate alınır mı? Bir de toplumsal muhalefete ne mesaj veriyorsunuz?
Biz aslında bu raporu, sürecin parçası olan ve izleyen herkese bir çağrı olarak hazırladık. Tarihe düşülen bir nottur. Amacımız, süreç bozulursa “Biz aslında güzel şeyler önermiştik” demek değil. Bu sürecin başarıya ulaşmasının gerçekçi yol ve yöntemini ortaya koymaya çalıştık. Sürecin ilerlemesi adına savaşın durması, negatif barışın pozitif barışa evrilmesi, barışın inşası, savaşın yarattığı travmalarla yüzleşilmesi, silah bırakanların demokratik sürece katılması gibi pek çok başlığı içeren öneriler sunduk. Ancak bunların yalnızca öneri aşamasında kalmasını istemiyoruz.














