Sürekli bir dönüş umudu taşıyoruz
Dosya Haberleri —

Musa Çiftçi
- 11 yıldır Güney Kürdistan’da yaşayan Musa Çiftçi ile bir siyasetçinin ‘sınırların’ ötesine taşan mücadelesini, sürgünlük deneyimini, yaşadıklarını ve Güney Kürdistan’daki çarpık siyasi yapıyı konuştuk…
- Her ne kadar dönmeyecekmişiz gibi burada yaşamaya devam etsek de, bir çözüm süreci gelişeceğine, yeniden halkımızla buluşacağımıza dair bir umudumuz var. Bu umut bizi ayakta tutuyor.
- Burada sistem iki aile arasında paylaşılmış. İki aile burayı adeta bir şirket gibi işletiyor. Ne gerçek bir parlamento var, ne halkın yararına işleyen bir meclis, ne de tam anlamıyla bir federasyon. Halk açlıkla boğuşuyor.
ERKAN GÜLBAHÇE
Musa Çiftçi, Hakkari’de genç yaşlarda siyasete başlamış; İl Sekreterliği, İl Başkanlığı, İl Eşbaşkanlığı gibi görevler üstlenmiş bir siyasetçi. DEHAP’tan HDP’ye, DBP’ye kadar farklı dönemlerde aktif görev almış, siyasi mücadelesinin bedelini defalarca gözaltına alınarak, tutuklanarak ve yıllarını cezaevlerinde geçirerek ödedi.
KCK ana davasında 53 kişiyle birlikte gözaltına alınıp beş yıl Diyarbakır Cezaevi’nde kaldı. Ardından da öz yönetim direnişi döneminde hakkında çıkan yakalama kararı nedeniyle Güney Kürdistan’a geçmek zorunda kaldı. 2022 yılında da gerekçe gösterilmeden ailesini karşılamak için gittiği Hewlêr’de gözaltına alındı ve 28 gün insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda kaldı. Musa Çiftçi, 11 yıldır ‘sürgünde’ yaşıyor. Bu süreç, onun için yalnızca fiziki bir yer değiştirme değil; derin bir aidiyet ve hasret duygusuyla iç içe geçen bir sürgün hikayesine dönüşür.
Güney Kürdistan’da sürgün yaşayan Musa Çiftçi ile bir siyasetçinin sınırların ötesine taşan mücadelesini, sürgünlük deneyimini, yaşadıklarını ve Güney Kürdistan’daki çarpık siyasi yapıyı konuştuk.
Sizi tanıyalım, Kuzey Kürdistan’dayken neler yapıyordunuz?
Ben Musa Çiftçi, 47 yaşındayım. Evli ve dört çocuk babasıyım. Siyasete genç yaşlarda başladım. Hakkari’de İl Sekreterliği, İl Başkanlığı ve İl Eşbaşkanlığı görevlerinde bulundum. Son olarak Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Hakkari İl Eşbaşkanlığı’nı yürüttüm. HDP döneminde Gençlik Komisyonu Başkanlığı yaptım. Ayrıca Parti Meclisi ve DEHAP Genel Meclisi üyeliklerinde yer aldım. Bu süreçlerde siyasi çalışmalarım nedeniyle birçok kez cezaevine girdim. 2001 yılında Hakkari İl Başkanı ile birlikte tutuklandım, üç ay cezaevinde kaldım. Çıktıktan sonra DEHAP Hakkari İl Başkanlığı görevine devam ettim.
2007 yılında bölge çalışmaları yürütürken Muş’ta gözaltına alındım, dokuz ay cezaevinde kaldım. Ardından Şırnak’ta Demokratik Toplum İnşası çalışmaları yürütürken yeniden gözaltına alındım. 2009’da KCK ana davası kapsamında 53 kişiyle birlikte gözaltına alındım ve yaklaşık beş yıl Diyarbakır Cezaevi’nde kaldım. Cezaevinden çıktıktan sonra Hakkari’ye döndüm, Demokratik Toplum Partisi İl Başkanlığı görevini üstlendim. Ancak öz yönetim direnişi sırasında hakkımda yakalama kararı çıkınca Güney Kürdistan’a geçtim. 11 yıldır Başur’da yaşıyorum.
Aileniz de sizinle mi geldi?
Kürdistan’a geçerken ailemi de yanımda getirdim. Ancak çocuklar burada okula devam edemedi. Türkiye’de Latin alfabesiyle eğitim gördükleri için buradaki Arami alfabesiyle devam etmeleri zordu. Bu nedenle çocukları Türkiye’ye geri göndermek zorunda kaldım. Ben burada kaldım, ailem ise Bakur’da yaşıyor. Sadece yaz tatillerinde ve 15 tatillerde gelip gidiyorlar. Bu durum 11 yıldır böyle devam ediyor.
Göç sürecinizde sizi en çok zorlayan ne oldu? Geride bıraktıklarınız arasında hala etkisini sürdüren bir bağ var mı?
Beni en çok zorlayan şey memleket hasreti oldu. Biz yaşadığımız yere, toprağımıza çok bağlı bir halkız. Kendi açımdan söyleyeyim; Hakkari’nin yeri bende çok ayrıdır. Oradayken de siyasi faaliyetlerden dolayı tam anlamıyla oranın havasını soluyamadım ama yine de Hakkari benim için başka bir anlam taşıyor. Türkiye’de birçok şehri dolaştım, İran’ı, Güney Kürdistan’ın farklı bölgelerini gördüm. Ama Hakkari’den kopmak benim için kolay olmadı.
Güney Kürdistan’a ilk geldiğinizde nasıl bir atmosferle karşılaştınız?
Açıkçası bu süreç bizde bir hayal kırıklığı yarattı. Yıllarca sadece Kürdistan ismini duymak bile bizde bir heyecan yaratırdı. Bu isim bizim için hep bir umut, bir hedef oldu. Ancak buraya geldiğimizde gördük ki, Kürdistan sadece bir isimden, bir sembolden ibaret kalmış. Hayal ettiğimiz Kürdistan ortada yoktu.
Beklentimiz çok farklıydı. Türkiye’de yaşarken sürekli baskı, tutuklanma endişesi ve işkence vardı. Üç kez zindana girip çıkmış olmanın yarattığı bir psikoloji vardı. İnsanın aklında şu olur: “Tamam, şimdi özgür topraklara gideceğim.” Ama buraya geldiğimizde yaşadığımız gerçeklikle hayal ettiğimiz arasında dağlar kadar fark olduğunu gördük.
Yeni bir hayat kurma süreci sizin için ne kadar zorluydu? Hem bireysel hem siyasal anlamda neler yaşadınız?
Ben siyasal mücadelede yer almış biriyim. Türkiye’de, Bakur’da, cezaevinde, çeşitli alanlarda mücadele ettim. Bu yüzden mücadele açısından çok zorlandığımı söyleyemem. Dünyanın neresinde olursam olayım, siyasi kimliğimi ve inancımı korumak için bir kararlılığım var. İnsan için en büyük moral kaynağı da budur. Cezaevindeki bir siyasi tutsak için de aynısı geçerlidir; onu ayakta tutan düşüncesi, ideolojisi, inancıdır.
Açıkçası burada geçirdiğim on bir yılın cezaevinden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Evet, fiziksel olarak cezaevinde değilim ama bir sürgün hayatı yaşıyorum. Aileden kopuk, topraklarından uzak yaşamak kolay değil. Her ne kadar burası Kürdistan olsa da, sürgünde yaşamak büyük bir moral gerektiriyor. Ben bu morali siyasi kimliğimden ve mücadele geçmişimden alıyorum.
Bunun dışında günlük yaşamın getirdiği zorluklar var. Burada geçim derdiyle uğraşıyoruz. İnşaatlarda çalışıyorum; fayans, alçıpan, sıva işleri… İlk geldiğimde tezgahtarlık da yaptım. Hem aileme hem kendime bakabilmek için sürekli çalıştım. Ancak bu hep geçici bir durumdu. Hiçbir zaman burada kalıcı olmayı düşünmedim, hala da düşünmüyorum. Hep “Bugün, yarın döneceğiz” diye yaşadık. Kendimizi hep dönmeye hazır tuttuk.
Bu dönemde siyasi kimliğinizle olan bağınızı nasıl korudunuz?
Benim için siyaset bir yaşam biçimi. Cezaevindeyken de böyleydi, burada da böyle. Her ne kadar günlük yaşamda farklı işler yapsak da, siyasi kimliğimizi ve örgütlülüğümüzü korumaya devam ediyoruz. Hem düşünsel hem pratik olarak örgütten kopmamak için çaba gösteriyoruz. Burada da zindanda olduğu gibi bir beklenti hali var. Nasıl cezaevinde insan tahliye olmayı beklerse, burada da sürekli bir dönüş umudu taşıyoruz.
Her ne kadar dönmeyecekmişiz gibi burada yaşamaya devam etsek de, bir çözüm süreci gelişeceğine, yeniden halkımızla buluşacağımıza dair bir umudumuz var. Bu umut bizi ayakta tutuyor.
Kuzeyli bir siyasetçi olmak burada sizin için bir avantaj mı, yoksa zaman zaman bir mesafeye mi yol açıyor?
İki partinin yaklaşımı çok farklı. KDP bölgesinde, yani Hewlêr, Duhok, Zaxo, Dîyala gibi yerlerde, siyasi kimliğinizi açıklamak neredeyse imkansız. Ben üç yıl önce sadece siyasi kimliğimden dolayı Hewlêr’de Asayiş tarafından gözaltına alındım ve 28 gün tutuklu kaldım. Orada ister esnafa ister sıradan bir vatandaşa kimliğinizi açıkladığınızda bu ciddi bir risk oluşturuyor.
KDP’nin bu konuda tutumu çok net. Bizim gelenekten gelen siyasetçileri sevmezler, saygı da göstermezler. Kendi siyasetlerini öncelerler, bizim mücadelemizi görmezden gelirler.
Süleymaniye’de ise durum farklı. Burada bir esnafa, bir taksiciye ya da herhangi birine siyasi kimliğinizi söylediğinizde “Pek (PKK)” derler; yani “İyi, hoş geldin” anlamında olumlu karşılarlar. Legal-illegal ayrımı yapmazlar. Hepsine birlikte PEK diyorlar. Ancak mücadelemize saygı gösterirler. Bu yaklaşımın oranı yüzde 80, belki yüzde 90’dır diyebilirim. Ama burada da başka bir zorluk var: Dil meselesi. Biz Kurmancî konuşuyoruz, onlar Soranî konuşuyor. Bu yüzden ilk geldiğimizde derdimizi anlatmakta zorlandık. Ne biz onları tam anlayabildik ne onlar bizi. Ama şimdi 11 yıl geçti; artık yüzde 99 Soranî’yi anlayabiliyorum, biraz da konuşabiliyorum. Bu bariyeri zamanla aştık.
Hewlêr’de neden gözaltına alındınız? O süreçte neler yaşadınız?
Ailem Hakkari’de yaşıyor. Sınır geçişi nedeniyle buraya doğrudan otobüsle gelmeleri mümkün değil. Genellikle Çukurca üzerinden Serzere (Üzümcü) Sınır Kapısı’ndan minibüsle Hewlêr’e geliyorlar. Ben de burada kendi aracımla Hewlêr’e gidip onları alıyorum. Daha önce defalarca bu yolu kullandım. Ancak Türk istihbaratının o bölgelerde rahatça örgütlenmesi ve KDP’nin yaklaşımı nedeniyle normalde Hewlêr tarafına gitmemeye çalışıyordum. Fakat bu kez mecbur kaldım. Ailem geliyordu, eşyaları fazlaydı, araçla almak zorundaydım. Öğleden sonra yola çıktım. İlk kontrol noktasında, hiçbir gerekçe gösterilmeden, sadece kimlik kontrolü yapılarak gözaltına alındım. 28 gün boyunca Asayiş’te tutulduğum.
Bu süreçte hem siyasi partiler devreye girdi hem de Avrupa’dan televizyonlar konuyu gündeme taşıdı. Burada da partim açıklamalar yaptı. Ciddi bir kampanya başlamıştı. Ama tüm bunlara rağmen serbest bırakılmadım. Ailem o sırada garajda beni bekliyordu. Eşim ve çocuğum ortada kaldı. Bir haber vermek istedik, ama buna bile izin verilmedi. 28 gün boyunca ne ailemle ne de bir avukatla görüştüm.
Gözaltı sürecinde neler yaşadınız?
Orada yaşadıklarım anlatmakla bitmez. Daha önce Türkiye’de defalarca gözaltına alındım, işkencelerden geçtim. Son olarak beş yıl Diyarbakır Cezaevi’nde kaldım. Ama Hewlêr’deki o 28 gün, Amed’deki beş yıldan daha ağır geçti.
İlk 10-15 gün müşahede odasında kaldım. Türkiye’de iki-üç kişinin kalabileceği bir odada 60-70 kişi kalıyordu. Gece lavaboya gitmek imkansızdı. İnsanlar pet şişelere ihtiyaçlarını görüp yastık gibi kullanıyordu.
15 günün ardından 160 kişinin kaldığı bir bölüme geçtik. Herkes sırt sırta yerde yatıyordu. Yer açmak için insanlar birbirini sıkıştırıyordu. Kolunu biraz oynatsan yerini kaybediyorsun. Sabaha kadar ayakta kalmak zorunda kalıyorsun. Tuvalete gitmek için insanların üzerinden basarak yürümek gerekiyor.
Orada sadece siyasi tutuklular değil, IŞİD üyeleri de vardı. Babası IŞİD’le savaşta şehit düşen biri, babasının katiliyle aynı tabakta yemek yiyordu. Tam bir izolasyon vardı. Dünyayla tüm bağ kesilmişti. Kendi televizyon kanallarını bile izletmiyorlardı. 28 gün boyunca dış dünyada ne olup bittiğini hiç öğrenemedik.
Ben yoğun baskılar sayesinde 28 gün sonra serbest bırakıldım. Ama bir buçuk yıl gözaltında kalan insanlar var. Emniyetin altına özel bir yer yapmışlar. Cezaevi değil, mahkeme yok, avukat yok. İnsanlar mahkemesiz, avukatsız, ailesiyle görüştürülmeden orada tutuluyor. Her gece yüzlerce insan getiriliyor, sahip çıkan olmazsa kalıyor. Çok ağır bir tablo bu.
Kuzey ve Güney Kürdistan toplumları arasında sizi en çok şaşırtan fark ne oldu?
Buraya ilk geldiğimde, Türkiye’nin bütün eleştirilerimize rağmen kısmen de olsa yönünü Avrupa’ya çevirdiğini düşünüyordum. Kuruluş kodları, yazı dili, yaşam biçimi bu yönelimi gösteriyordu. Son 20 yılda AKP bunu tersine çevirmiş olsa da genel anlamda bir Avrupa yönelimi hissediliyordu.
Burada ise Kürt halkının Arap kültüründen yoğun şekilde etkilendiğini gördüm. Yaşam biçimi, siyasi duruş, mücadele yöntemi ve yönetim tarzında Arap kültürünün baskın izleri var. Bu durum, bölgedeki Araplaşmanın ne kadar derinleştiğini açıkça ortaya koyuyor.
Bugün hala sürgünde yaşıyor olmanın psikolojik ve toplumsal etkileri sizde nasıl yansıyor? Kendinizi ‘sürgün’ olarak mı tanımlıyorsunuz?
Evet, kendimi burada bir çeşit cezaevindeymiş gibi hissediyorum. Bu durumun cezaevinin farklı bir versiyonu olduğunu düşünüyorum. Hiçbir zaman burayla bütünleşme, burada kalıcı bir yaşam kurma düşüncem olmadı. Koşullar normalleştiğinde, bir an önce kendi topraklarıma dönmek, yaşadığım yerlerde insanlarımla birlikte olmak istiyorum. Şu anda sadece Süleymaniye sınırları içinde kalabiliyorum. Hewlêr, Duhok, Zaxo, Dîyala gibi yerlere gitmem yasak. Gözaltından çıkarıldığımda beni bir taksiye bindirip, “Bu adamı Süleymaniye sınırına bırakacaksın,” dediler. Ayrıca, “Bir daha bu sınırlara gelirsen seni Türkiye’ye teslim ederiz,” uyarısı yaptılar. Yaklaşık 2-3 yıldır KDP’nin denetimindeki bölgelere giremiyorum. Bu, bir tür hapis hayatı demektir. Belki fiziksel bir cezaevi değil ama bir ilin sınırları içinde tutulmak da bir çeşit hapis.
Ben bu yaşadıklarımı Avrupa’da sosyal medyada sürekli “Kürdistan, Kürdistan bayrağı” diyenlere anlatmak istiyorum. Onlara önerim şu: Gelsinler burada, Kürdistan dedikleri yerde 3-5 ay halkın içinde yaşasınlar, gerçeği görsünler. Hayal ettikleriyle burada yaşananlar arasında ne kadar büyük bir uçurum olduğunu gözleriyle görsünler.
Buradaki halkın büyük bir kısmı, neredeyse eski dönemi arar hale gelmiş durumda. Çünkü sistem iki aile arasında paylaşılmış. İki aile burayı adeta bir şirket gibi işletiyor. Ne gerçek bir parlamento var, ne halkın yararına işleyen bir meclis, ne de tam anlamıyla bir federasyon. Halk açlıkla boğuşuyor.
Duhok’ta bir milletvekili, peşmergenin yoksulluğunu haber yaptığı için linç edilip yol kenarına atıldı. O peşmergelerin evinde ne buzdolabı var, ne klima; damları başlarına akıyor. Bir milletvekiline bu yapılıyorsa, halkın başına neler gelir, siz düşünün.
Basına da ciddi bir eleştirim var. Bu yaşananlar diğer parçalardaki halkla yeterince paylaşılmıyor. Seçimlerin iki yıl ertelendiği, seçimden sonra bir yıl boyunca hükümetin kurulamadığı bir sistem var. Yıllardır peşmerge güçleri birleştirilemedi. İki ayrı ordu gibi duruyorlar. Kendi aralarındaki sınırı bir devlet sınırı gibi kullanıyorlar. Hangi birini anlatacağımızı bilemiyoruz.
Sayın Öcalan’ın çağrısıyla yeniden gündeme gelen çözüm sürecine dair düşünceleriniz neler? Bu sürecin kalıcı bir barışa evrilebilmesi sizce mümkün mü?
Bugün Ortadoğu’daki dengelerin yeniden şekillendiği bir süreç yaşıyoruz. Sayın Öcalan’ın PKK’de başlattığı yenilenme ve dönüşümü bu anlamda çok önemli bir hamle olarak görüyoruz. Bu süreci büyük bir umutla takip ediyoruz ve sonuna kadar inanıyoruz. Alanda siyaset yapan biri olarak söylüyorum: Bu süreç Kürdistan’ın dört parçasındaki Kürtlere büyük kazanımlar getirecektir.
Biz bu durumu bir silah bırakma ya da fesih olarak değil, yeni bir mücadele evresi olarak görüyoruz. Yeni bir başlangıçtır. Bu yüzden büyük bir heyecan taşıyoruz.
Evet, Türkiye’nin ayak diremesi ve adım atmaması gibi durumlar var. Ama ben Türkiye’ye güvenilir mi güvenilmez mi diye bakmıyorum. Asıl mesele değişim ve dönüşümün kendisidir. Türkiye adım atsa da atmasa da bu süreç Kürt halkına kazanımlar getirecektir. Bu dönüşüm daha hızlı ilerlemeli. BİTTİ















