'Dışarının içeriden farkı yok' demek tehlikeli
Dosya Haberleri —
14 yıl tutsak kaldıktan sonra tahliye edilen ve aynı dosya gerekçe gösterilerek tekrar tutuklanan Nesrin Akgül, gazetemizin sorularını yanıtladı:
- Hiç beklemediğim bir anda tahliye olup zindandan çıkmıştım. 1 buçuk yılı aşkın süre dışarıda kaldıktan sonra yine ansızın zindana girmiş oldum. İçeride ve dışarıda olma döngüselliği maalesef ki varlık mücadelesi veren her Kürt’ün, sosyalistin, muhalifin mücadele hikayesini anlatıyor.
- Dışarının ve içerinin aynı olduğunu dile getiren söylemler, dışarının da hapishaneye dönüştüğünü anlatsa da aslında zihinde yarattığı algı bakımından tehlikeli. Hapsedilme, kapatılmayla doğan açık cezalandırmalar normalleşeceği gibi tecrit de alışılan bir sisteme dönüşür; toplumsal refleksler zayıflar.
ERDOĞAN ALAYUMAT
Hukuk ve yasaların askıya alındığı Türkiye'de adalet mumla aranır oldu. Nesrin Akgül, yaşamının 14 yılını esaret altında geçirdi. 2022 yılının Şubat ayında Kandıra Cezaevi'nden tahliye olan Akgül, Eylül 2023’de aynı dosyadan tekrar tutuklandı. Akgül en fazla 1 yıl daha hapishanede kalacak. Öngörülen tahliye tarihi ise Şubat 2025. O da yeni bir suçu uydurulmazsa! Avukatı aracılığıyla gazetemizin sorularını yanıtlayan Nesrin Akgül, içerisi ve dışarısı arasındaki farkı, içeriden dışarıyı nasıl yorumladıkları, bir kadın olarak cezaevinde nelere maruz kaldıklarını ve tüm baskılara karşı nasıl direndiklerini gazetemize anlattı.
14 yıllık tutsaklığın ardından tahliye edildiniz ve aynı dosyadan tekrar tutuklandınız. Öncelikle kısaca kendinizi tanıtıp yargı sürecinizi özetleyebilir misiniz?
1981 yılında İstanbul'da doğdum. Kadın, Kürt ve Alevi kimliğinin taşıyıcısı olmak bu topraklarda erkenden kimlik mücadelesi içerisinde olmanın uyanışını sağlıyor. Hem bu kimliğin benlikte yaşadığı çelişkiler hem de dış etkenlerin dayattığı yabancılaşma, ötekileştirme, asimilasyon politikaları karşısında var olma mücadelesiyle yola koyuluyor. Ben de bu mücadele içerisindeyken ilk olarak 2005’te Wan'da tutuklandım. Yaklaşık 14 yıllık bir tutukluluk sürecinin ardından Kandıra Cezaevi’nden tahliye oldum. İçeride geçirdiğim tutukluluk süreci bir yargılama garabetine dönüştüğünden bir türlü sonuçlanmadı. Hakkımda istenilen 'cezanın' ağırlaştırılmış müebbet mi yoksa üyelik mi olacağı hususu kesin bir karara dönüşemediği için dosyam Yargıtay ile mahkemeler arasında sürekli mekik dokudu. Aynı dosya kapsamında Meletî, Dêrsim ve son olarak Ankara mahkemelerinde yargılandım. 2022’nin Şubat ayında Yargıtay’ın usul ve esastan oy birliği ile aldığı üyelik 'cezası' kararı ile mahkemeye çıkıp yeniden yargılandım. Mahkeme uzun tutukluluk süresini gözeterek beni tahliye etti. Verilecek üyelik 'cezası' kesinleşse de hangi sınırdan olacağı belli değildi. Eylül 2023'te üyelik üst sınırdan ceza verilmesi kesinleşince yeniden tutuklanarak Gebze Cezaevi'ne getirildim. Şubat 2025'te tahliye olacağım günün sonunda 14 yılı aşan bir sürece yayılan yargılama sürecim nihayete ermiş olacak.
Son yıllarda iktidarın baskıcı politikaları ifade edilirken durumun vahameti ”Dışarının içeriden çok da bir farkı yok" söylemiyle ifade ediliyor. Siz 14 yılınızı hapishanede geçiren bir kadın tutsak olarak bize biraz cezaevi koşullarını, içeri ve dışarının farkını anlatır mısınız?
Hiç beklemediğim bir anda tahliye olup zindandan çıkmıştım. 1 buçuk yılı aşkın süre dışarıda kaldıktan sonra yine ansızın zindana girmiş oldum. İçeride ve dışarıda olma döngüselliği maalesef ki varlık mücadelesi veren her Kürt’ün, sosyalistin, muhalifin mücadele hikayesini anlatıyor. Demokratik bir yaşam hayali, özgürlük mücadelesi ile verilen meşru direnişler ülke gerçeğinde en ağır cezalandırma ve hapislik gerçeğine çarpıyor. Bu noktada içeri ve dışarı arasında oluşan zaman-mekan faklılığının çokça deneyimlendiğini belirtmek isterim.
Dışarının ve içerinin aynı olduğunu dile getiren söylemler, dışarının da hapishaneye dönüştüğünü anlatsa da aslında zihinde yarattığı algı bakımından tehlikeli. Şu bir gerçek ki kapitalist modernite iktidarını toplumsal alana yayarken hapishane sistemini de bir model olarak uygulamaya sokuyor. İktidar, sahip olduğu yönetim aygıtları ile toplumu atomize edip bireyselleştirerek, gözetim altında tutarak ve bunu her yöntemle topluma aşılayarak, gözetim altında tutulana cezalandırma baskısı kurarak ortaya disipliner bir sistem ortaya çıkarıyor. Bu sistemin 'büyük kapatılma' ile uygulandığı laboratuvarlar ise hapishaneler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak ortada çok önemli bir fark var ki o da cezalandırılanların, 'büyük kapatılma' ile içine alındıkları mekanizma, ulus-devletlerin pasif hukukunu en inceltilmiş siyaset aracı haline getirip tüm uygulamalarını meşrulaştırması ile birbirini tamamlıyor. Bu sayede toplum aleyhine galabe çalan pozitif hukuk, iktidar aygıtlarınca disipline edilmeye çalışılan toplumun cezalandırılması aracına dönüşüyor. İçeri-dışarı ayrımını hangi temel ölçülere göre yapacağımız önemli. Şayet bu ayrıştırma, suçlu-suçsuz toptancılığı ile yapılırsa kendine muhalif olanı da cezalandırması meşrulaşır. Tersinden, bu aradaki farklar ortadan kaldırılırsa hapsedilme, kapatılmayla doğan açık cezalandırmalar normalleşeceği gibi tecrit de alışılan bir sisteme dönüşür; toplumsal refleksler zayıflar.
Siyasal otorite soykırım aracına dönüştürdüğü yasal hukuk aygıtları ile öylesine akıl almaz bir tutuklama, yargılama, cezalandırma mekanizması kurdu ki hem toplumda bir korku imparatorluğu yarattı hem de buna alışmayı öğretti. Bu durumu daha anlaşılır kılmak için bu sistemin zindandaki günlük yaşama yansımalarına bile bakmak yeterli. Topraktan kopartılıyorsun. Doğayı sadece içine çektiğin hava ve çerçevesi daraltılmış bir sınırda izliyorsun, yürümek veya koşmak istesen sürekli dönmek zorundasın. Daha ötesi iletişim ve haberleşme kısıtlaması, başkasının üzerine kapattığı demir kapılar, o kapıdan dışarı çıktığında yapılan açık-dolaylı hizalanmalar... Yani daha bir dizi günlük uygulamaya bakılınca bile bu farkın ciddi bir ara oluşturduğunu görüyorsun. O nedenle bu cümleyi kurarken izah edilenin ne olduğu, içeri-dışarı arasındaki farkı koruyarak yapılmalı.
Kadın tutsaklar olarak içeride yaşamı nasıl organize ediyorsunuz?
İçerisi mekânsal olarak daraltılmış, kısıtlanmış bir alan ve burada hapishane sisteminin hapsedilene uyguladığı denetimin en organize halini yaşıyorsun. Devrimci tutsaklar olarak biz de buna karşı kendi örgütlü sistemimizle direniyoruz. Şayet o örgütlülük bir yerden bile çatlarsa sistem hızla oraya sızar. O nedenle kendini savunmanın, direnmenin en güçlü aracı olarak örgütlülük, etkili bir formasyona dönüşüyor. Bunun harcı da komünal ruh ile örülüyor. Koşulların kısıtlılığı ve izolasyon insanı yaratıcı kılıyor. Sürekli bunu kırmak için daha başka ne yapabiliriz üzerine düşündürtüyor. Ve ortaya harika yaratıcılıklar çıkıyor. Dışarı bu noktada farklılıklar oluştursa da organize olmadaki ortak nokta aynı; doğru hedefler sağlama ve bunu gerçekleştirecek irade. Komünal ve örgütlü beraberliği sağlamada dışarısı kendini işlevsel ve organize edici kılamıyorsa bunun sebeplerini koşulları anlama, imkanları değerlendirme, engelleri aşma, duruş ve düşüncesini sağlama yetersizliğinde görebiliriz.
İçeriden dışarıyı siyasal ve sosyal açıdan nasıl yorumluyorsun?
2014 süreciyle beraber demokratik çözüm arayışları doğrultusunda başlatılan sürecin çöktürme planı ile birlikte yeni bir evreye dönüştüğünü biliyoruz. Zaten sürecin müzakereye evrilmemesi bu değişimin işaretlerini veriyordu. 2015 yılıyla beraber çöktürme planı kapsamında siyasal otorite yenilenmiş bir faşist rejime dönüştü. Bu bölgesel ve uluslararası politikalardan azade bir değişim değildi. Ortadoğu, binlerce yıllık insanlık öyküsü kadar uygarlıkların da doğuş ve büyüme öyküsüne beşiklik eden bir coğrafya olduğu için bu bölgede yaşanan kriz, çatışmalar, köklü, çoklu olmaktadır. Bu realite ile bakınca Ortadoğu’da siyasetin düz, çizgisel olmasını bekleyemeyiz. 2014 yılı ile başlayan soykırım sürecinin bugün İsrail-Filistin çatışması ile domino etkisiyle devam ettirildiğini gördük. Aynı süreçlerde Karabağ'da yaşayan Ermenilerin yaşanan çatışmalı süreç ardından tehcir edilişine tanıklık ettik. Dikkat edilirse Ortadoğu’da yaşanan son çatışmaların merkezinde Kürtler, Filistinli Araplar ve Ermeniler yer aldı. Bu çatışmalar 3. Dünya Savaşı’nın zirveleşen çatışma haliyle uluslararası ve bölgesel güçlerin dahiliyetiyle sürüyor. Adeta uygarlıklar çatışmasına tanıklık ediyoruz.
Çöktürme planına karşı demokratik siyaset alanı, halkı politik bir özne ve güç haline getirecek yüksek bir direniş duruşunu ivmeli olarak ortaya çıkartamadı. Çok görkemli direnişler olsa da bu direnişler yeni bir stratejik taktik hamle yapmanın ön açıcı güçü, dayanağı haline getirilemedi. Bu stratejiyle düşünememenin günübirlik siyasetin sonucu olarak da yaşandı. Siyasi bir otoritenin gücü her şeyden çok muhaliflerin zayıflığından beslenir. Gelişen yeni süreç aslında iktidarın var olma karakterinden beslenerek, hız kesmeden kendini şekillendirdi. Tabii devlet aklının bile kabul etmeyeceği sürekli savaş halinin beraberinde yaratacağı krizler de derinleşti. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel her alanda toplumsal sorunlar da boyutlandı. Bu sürece karşı demokratik siyaset alanı hamle yapacağı yerde daha çok içe kapandı, daraldı. Toplumla yaşayan ama yaşadığı toplumu benimsemeyen, değişmeyen, gelişmeyen her yapı çürür. Böylesi zamanlarda her türlü iç sorun temel gündem haline gelerek esas gündemlerde uzaklaşmaya yol açar. Bu da ancak yeni akış yolunun sağlanması ile aşılır.
Aslında demokratik siyaset alanının tecrübe ettiği muazzam bir miras var. Çok güçlü bir örgüt programı, toplumsal dayanağı var. Ama bunlar yeterince değerlendirilemiyorsa sorunu başka yerde aramak gerekiyor. Bu koşullarda hücrelerine kadar örgütlü olmak örgütlenme anlayışını doğru politikalara dayandırmak, demokratik zihniyete göre yaşamayı bilmek elzemdir. Kolektif mantığın temel kuralı örgütlü bir disiplinle çalışmaktır. Bunun için örgütlü mekanizmaların da kendini halka dayandırması gerekir. Halka dayalı olmak; halka inanmak, kendini halka inandırmak, halkla halk için var olmak, hatta ona da hata yapma şansını tanıyacak karar gücünü temsil etmekle sağlanır. Aksi bürokratik, merkeziyetçi, elitist, konformist siyaset anlayışını ortaya koyar. Burada niyetler sorgulanmaz. Ortaya çıkan sonuçlar siyasal düzlemde tanıma kavuşur. Fonksiyonel bir örgütlenme ile ne kadar rol ve işlev o kadar örgüt ile oluşacak demokratik çoğulculuk kazanılmazsa ortada bürokratik hantal ve yeteneğe ve başarıya göre değil; yetkiye dayalı bir yöneticilikle işleyen bir örgütlenme ortaya çıkar. Bu da inşacı değil sürekli dar hedeflerle olanı korumakla yetinen, siyaseti seçim-seçmen ilişkisine indirgeyen bir resmi ortaya çıkarır.
Seçim süreci adeta siyaseten nerede durduğumuzu sergileyen bir turnusol kağıdı oldu. Bu seçim tablosu ne bir mutlak zafer ne de yenilgiyle tanımlanabilir; ortaya konulan hedeflerdeki başarısızlıktır. Bu süreç parti içi tartışma, toplantılarla halk toplantılarıyla etraflıca ele alındı. Ciddi eleştiriler ortaya çıktı; özeleştiriler verildi. Burada ortaya çıkan sonuçta halk şunu dedi; ifade etme, tartışma ve karar verme gücüysek, politik alanın temsili, gücü de bizi dinlemez bizimle var olmazsa siz politik alanın dışına çıkarsınız biz de örgütsüz kalırız. Deprem ve seçim sürecindeki tabloyu üst üste koyduğunuz zaman halkın kolektif iradesinin eyleme geçmesi, bunun örgütlendirilmesi nasıl kazanılacağını aksinin de başarısız kılacağını gösteriyor. Ben bu sürecin de doğru yaklaşılırsa aşılacağına inanıyorum. Zaten aksi halde geriye düşmeye devam ederse halk da buna karşı tavır koymasını bilecek bir politik güce, bilince sahiptir. Bizleri devrimci yapan güç de asla umutsuzluğa kapılmadan yaşananlardan sonuç çıkartarak büyük sıçramalar yapma kararlılığımızdır.