1 KİTAP 1 FİLM

 

 

 

Ölümle Yüzleşmek

 

İnsan yaşamının en büyük trajedisi nedir diye sorulsa, herhalde doğum ve ölüm arasında kalmak ve öleceğini bilen tek canlı olmaktır cevabı verilebilir. Ölüme yazgılı olmak. Fakat bu yazgıdan hep kaçmaya çalışmak… Hatta yaşama anlam veremeyen zayıf bilinçler için cehennemin belki de ta kendisi. Yakıcı ve bir o kadar da yıkıcı bir gerçeklik. İnsanın ölme fikriyle yüzleşmesi zordur bu yüzden. Aklın sınırlarının çaresiz kaldığı ender anlardan biridir bu durum. Çaresiz, savunmasız ve kırılgan… 

“Felsefe yapmak ölümü tercih etmektir” der Platon. Ölümü tercih etmek, bir başka deyişle ölmeden önce ölmek. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmak. Peki ya inanmayalar? İnsanı etten ve kemikten ibaret görenler. Onlara ne demeli? Ölüm hakkında nasıl bir anlatıda bulunmalı? İşte Françoise Dastur Ölümle Yüzleşmek Felsefi bir Soruşturma adlı kitabında bu sorulara odaklanıyor. İnsan yaşamındaki anksiyetelerin kökenine… Kahredici tüm kaygıların, ama aynı zamanda insanın yaratma serüveninin kökenine. Trajedilerin üst üste kilit olup sakladığı bir hazineye bir bakıma.

Şimdi kitaba biraz yakından bakalım. Françoise Dastur’un bu kısa ama önemli metnini biraz daha açalım. İnsan bilincinin elini kolunu bağlayan bu amansız sızıya bir anlam verebilmenin patikalarında gezinelim. Dastur kitabına, “Peki ölüm gerçekten düşmanımız mı? Onunla yüzleşmek için ona savaş açmak ya da ondan kaçmak dışından bir yol yok mu? Acaba insan ölümü üstlenip ona razı gelemez mi? Ölümü mağlubiyet değil de yaşamın temel koşulu, ölümlülüğü de nihai sınırdan çok varoluşu besleyen saklı kaynak olarak göremez mi?” sorularla başlıyor. İnsanın ölümle ilişkisini duygu evreninden çıkarıp düşünce evrenine çekiyor önce. Bir anlam vermek için sorular soruyor ve bu soruları tek tek cevaplamak için kolları sıvıyor. Gayet yalın ve sade bir dille anlatıyor. 

Ölümsüzlük fikri dinlerle mi ortaya çıktı?

Dastur, ölümle yüzleşme düşüncesini 3 bölümde inceliyor. İlk bölümde ruhun ölümsüzlüğünü ve yas pratiklerini ele alıyor ve ölümsüzlük fikrinin dinlerle beraber ortaya çıktığına ilişkin yayın düşünceyi reddediyor ve okuyucuya şu tespiti aktarıyor:

“Bugün antropologlardan öğrendiklerimiz sayesinde biliyoruz ki arkaik toplumlarda dahi insanlar ölümü bütün bir yok oluş olarak düşünmeyi reddettiler ve ölülerin görünmez dünyasıyla irtibatı hiç koparmadılar. Dolayısıyla ‘öte dünya’ düşüncesini sadece müesses dinlerin icadıymış gibi düşünemeyiz”

Bu tespitle beraber Dastur, bu inancın içindeki derin itkiyi tespit edebilmek için yas pratiklerine yoğunlaşır ve insanın ölümsüzlüğe olan inancının bu pratiklerde açığa çıktığını ısrarla belirtir. Ve şöyle der:

“Cenaze töreninin misyonu ve amacı ölmüş kişinin tamamen yok olmasını engellemek, ondan kalan şeylerin hâlâ hayatta kalanların hafızalarına bir şekilde kazımak ve orada saklamaktır işte ‘ruh’ diyebildiğimiz şey, ilk olarak tam da ölülerin tam da bu görünmez mevcudiyetine verilen isimdi. Bu bakımından ruh inancı, öyle akıldışı, batıl inanç denip kenara atılabilecek bir şey değildir, zira kendi ölümümüzü gözümüzün önüne getirip kalktığımız an deneyimlediğimiz şeydir o.”

İnsanın ölenleri defnetme ritüeli ölümsüzlük arayışının bir bakıma başka bir yaşam inancının en saf halini bize gösterir. 

 

İnsan ölümden neden kaçmak ister?

Dastur kitabının ikinci bölümünde insanın ölüm fikrinden kaçmak için sığındığı “Sahte ölümsüzlükler: Beden Kültü, Adrenalin İsteği ve Şöhret”i inceler. Bu maskelerin, buzdan kalelerin insanın anlam arayışına vurduğu darbeleri ve yanılsamaları anlatır. İnsan öleceğini bile bile ölümden neden kaçmak ister? Ölümü kabullenmenin iç gıcırdatan sesine niye bilgece anlam veremez? Sistemin insandaki bu zaafiyeti görüp kendisini buradan kurduğunu neden sorgulamaz? Dastur bu fikirlerin beden üzerinden nasıl inşa edildiğini şöyle dile getiriyor:

“Ölüm bedenimiz yoluyla bize ulaşır. Bedenimizin zamanla değiştiğine ve yaşlandığına tanık oluruz. Yaşlandıkça ölümün nüfuzunu ve yıkıcı etkisini daha çok hissederiz. Bu bakımdan gençliği koruma ve uzatma arzusu şüphesiz insanlık tarihinin en başından beri varolmuştur. Fakat günümüzde bilimin buna bir çare olacağı kanısı yaygınlaşmıştır. Artık hiç tükenmeyecek gençliğe ulaşma arzumuzu gerçekleştirmek için ilaç kataloglarına bakıyoruz.”

Bedeni çoğaltmanın, yaşlılığa meydan okumanın ve bu bağlamda sistemin yarattığı sahte kimliklere girmenin nedeni ölümsüzlüğe duyulan arzu ve yok olma düşüncesine karşı duyulan korkudur. İnsan kabullenemediği ölüm düşüncesiyle beraber yanılgıya ve aldanışa da yazgılar kendini. Ölümün yaşamı besleyen bir şey olduğunu görmemekte ısrar eder. Bu doğal süreci kabul etmeyerek kendi sesinin yankısına dahi yabancılaşmaya başlar.

 

Ölümü bilgece kabul edebilmenin yolu

Kitabın son bölümü en can alıcı bölümdür. Dastur okuyucuya ölümü bilgece kabul edebilmenin yolunu işaret eder. İnsanı teskin eden olgunluğa evrileceği süreçtir bu. Yaşam ve ölüm arasındaki gerilime sakin ve sükunet çerisinde bir olumlamanın kapısını aralar. Yaşamda insanın bir kışa hazırlanması gibi ölüme hazırlanmayı anlatır. Ölüm kaçınılmaz bir gerçeklikse ona hazırlanmak gerekir. Dastur, ölüme hazırlanmayı yaşamı daha iyi yaşamanın ayrı bir koşulu olarak önümüze sunar. Motaigne’den, Platon’a, Epikür’den Heidegger’e kadar uzanan referanslar dizisiyle beraber ölüm düşüncesini üstlenebilmenin felsefi kökenlerine atıfta bulunur. 

Başlangıçta da değindiğim gibi doğum ve ölüm arasında kalmanın yarattığı trajedi karşısında insan bazen bu düşünceyi yamultur, bazen bu düşünceyi üstlenir, bazen de bu düşünceden çılgınca kaçar. Binbir türlü yol dener. Fakat kaçılmaz olana eninde sonunda yakalanacağı gereceği insanın içinde zamanla daha da gelişen ve içinden çıkılmaz bir hal alan bir duygu olarak kök salar. Dastur kitabın son bölümünde yaşam ve ölüm arasındaki karşıtlık yanılgısına bir uzlaşmayla cevap verir ve şöyle der:“ ‘Kendi ol’ diyerek insanlığa seslenmişti Nietzche Pindaros’tan ödünç aldığı bu buyrukla ve toprağın anlamını öğretmek istemişti onlara Zerdüşt’ün öğretileriyle.(…) Ölümlü olmak ölümsüzlük yansımalarına dur demektir. Dolayısıyla ölümlü olmak sadece ölümle yüzleşmek ve onun gözünün içine bakabilmek değil, ölebilmek ve böylelikle ölümü insana yapışmış bir kusur yerine bir imkan olarak görebilmektir. Ancak bu sayede insana malum olur kiölüm endişesi hiçbir biçimde yaşama sevinciyle uyumsuz değildir.”

 

Bab’Aziz

 

Isthar: Tek başına mı gideceksin?

Bab’Aziz: Ben yolumu bulurum

Isthar: Ama kaybolursan!

Bab’Aziz: İnancı olan kişi asla kaybolmaz küçük meleğim. Barış içinde olan kişi yolunu kaybetmez.

Isthar: Ama bu toplantı nerede?

Bab’Aziz: Bilmiyorum meleğim.

Isthar: Diğerleri biliyor mu?

Bab’Aziz: Hayır onlar da bilmiyorlar.

Isthar: Nereden olmadığını bilmeden toplantıya nasıl gideceksin?

Bab’Aziz: Yürümek yeterli, sadece yürümek. Davet edilenler yolu bulacaktır.

 

“Yürümek yeterli, sadece yürümek.” bu diyalog Bab’Aziz: Ruhunu Temaşa Eden Prens filminin giriş sahnesi. Hüznün ve insan hakikatinin birleştiği bir sahne. Kutsal ve eşsiz. Armand Amar’ın duduk sesi eşliğinde ilerleyen bu sahne sinemanın şiirselliği açısından bir o kadar da değerli.

Bab’Aziz filmi bir çöl paranoması. Bir yolculuk ve hakikat arayışı. İnsan olmanın başına üşüşen o benzersiz duygunun beden bulması. Kendi hakikatini arayan bir prens, aslında derviş. Kendi yansımasına bakıp dünyaya sırt dönen bir derviş…

Bab’Aziz filmi Tunuslu yönetmen Nacer Khemir’in “Çöl Üçlemesi”nin son filmi. Diğer filmler ise, Çöl gezginleri ve Kayıp Güvercin Gerdanlığı. Yola düşmeye mecali kalmamışlar için biçilmiş bir kaftan. Şiirseliği, derinliği ve sinematografik teknikleri açısından bir uzlaşı filmi. Naif, bir o kadar da sorgulatan ve kabuk kırmaya niyet etmiş bir film. Hakikati aramanın tek bir çizgiye çekildiği modern yaşam bilincine şiddetli bir itiraz.

Bab’Aziz dervişlerin otuz yılda bir yaptığı toplantının yeri arar. Yolu bilmez. Yolun pusulası inançtır. Bab’Aziz inançla yolu yürür. Bab’Aziz bir âmâdır, yani gözleri görmez. Torunu Isthar yol arkadaşlığı eder kendisine. Yolcululuk birçok hikayeye gebedir. Derviş yol boyunca hikayeler anlatır Isthar’a. İlginç olaylar yaşanır. İlginç insanlarla karşılaşılır. Bunlardan biri de aynı toplantıyı arayan Zeyd’tir. Şarkı söyleyerek yolu yürür. O da yolu bilmez ve Bab Aziz ile torununa rastlar ve o sorar:

Zeyd: Toplantı nerede olacak?

Isthar: Bilmiyorum, hatta büyükbaba da bilmiyor. Ayrıca kimsenin bilmesine gerek   yok.

Zeyd: Peki toplantı yerine nasıl gidiliyor?

Bab’Aziz: Yürümek yeterli, sadece yürümek

Zeyd: Peki ya kaybolursak?

Isthar: İnancı olan kişi asla kaybolmaz.

Bab’Aziz: Herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır. Senin için sesindir. Sen şarkını söyle oğlum, yol sana görünecektir.

 

“Herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır” hakikat yolunu yürümenin sayısız yolunu anlatan bu sahne ve bu söz insan yaşamını ve sezgilerini daraltan yaşama bir sesleniş mahiyetini taşıyor. İnsana verilmiş armanğanla yolu yürümek, kadim insanlık nasihatini insana hatırlatır aslında, 'kendini bil'meyi.

Bütün bilmelerin ilk adımı olan insanın kendi bilme süreci insanın hakikat arayışının başlangıcıdır. Kendini bilmek, yani özüne dokunmak, insanın kendi kiriyle pasıyla yüzleşmesidir. Bab’Aziz’in toplantıya gitme yolculuğu, kızgın güneş ve kızgın çöl kumları arasında aslında bir yaşam cümbüşüne döner. Yolculuk devam ettikçe, toplantıya yaklaştıkça hakikatla kendisi arasındaki perdeler bir bir aralanır. Gözleri görmeyen derviş toplantıya yaklaştıkça aydınlığa ve görmeye de yaklaşır. Ölerek, yani ölmeden önce ölerek. Bab’Aziz hakikat uğruna ölmeye yürür. Bir nevi aşk uğruna. Kendi öz yurduna dönmek ister, balçığa, yani toprağa. Ait olduğunu hissettiği yere. Ama bedenen. Ruhu ise, hakikat için yol alır, hakikate ermek için.

 

Ölmeden önce ölmüştür 

Bab’Aziz’in hakikate olan bu yolculuğu, dünya denen handan ayrılışıyla son bulur. Filmin belki de en sarsıcı sahnesidir. Bab’Aziz için bir son andır. Fakat bu son Bab’Aziz için bir dervişlik geleneği olan “Şeb-i Arûs,” yani düğün gecesidir. Ölmeden önce ölmüştür Bab’Aziz. Ölümü üstlenmiştir, ölümle yüzleşmiştir. Ve son olarak şunları söyler:

Bab’Aziz: Hassan, seni bekliyordum.

Hassan: Beni mi bekliyordun?

Bab’Aziz: Ölümüme şahit olman için

Hassan: Neden Ben? Ben ölümden çok korkarım

Bab’Aziz: Kesinlikle. Anne karnındaki bebeğe denseydi ki: “Dışarda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan. Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun.'' Doğmamış bebek, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız.

Hassan: Ölüm her şeyin sonu olduğu için, içinde ışık barındırmaz.

Bab’Aziz: Ölüm nasıl olurda başlangıcı olmayan bir şeyin sonu olur?

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.