21. yüzyıl sömürgeciliğini sorgulamak

  • Yeni sömürgecilik, sömürgeleştirilen ülkeye yönelik sermaye aktarımı süreciyle gerçekleştirilir. Sermaye aktarım süreci yaşanırken, sömürgeleştirilen ülkenin halkı üzerinde siyasi, iktisadi, kültürel tahakküm kurulması durumuna işaret eder. 

CEMAL SARI

 

Esaret altındaki halkların kurtuluş mücadelelerinde sömürgecilik, sıklıkla atıf yapılan, analiz edilen, mücadele edilen bir olgu haline geldi. Bu açıdan sömürgecilik, her zaman tartışılan bir olgu olmasına rağmen, günümüz dünyasında, farklı ve ileri bir aşamada kendini gösterdi. Özellikle neoliberal küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan ulus-aşırı kurumlar aracılığıyla yürütülen sömürgeciliğin (ya da yeni sömürgeciliğin) ulaştığı ileri aşamayı özgün özellikleriyle birlikte tartışmak elzem hale geldi. 

Sömürgecilik

Sömürgecilik, eski kullanımı açısından bir ülkenin üzerinde yaşayan kişilerin veya grupların üzerindeki askeri tahakküm durumuna işaret etti. Sömürgeciliğin temel amacı, kişiler ve gruplar üzerindeki askeri tahakkümü sürdürürken, diğer yandan, askeri ve katı kuralların sağladığı denetim sayesinde, sömürgede bulunan kaynakların sömürgeci ülkeye taşınmasıydı. Kaynaklar talan edilirken, sömürge ülkesinin insan ve toplum ilişkileri sömürgeciye itiraz geliştirmeyecek, politik olarak mobilize olamayacak biçimde dönüştürülmeye çalışıldı. Bu dönüşüm, üretim ilişkilerinden insan ilişkilerine, kültürden sosyal veya siyasal süreçlere, sömürge toplumunun entelektüel yapısının değiştirilmesine uzanan kapsamlı bir program biçiminde gerçekleşti. Öte yandan, her tür sömürgecilik karşıtı direniş ya da direniş nüvesi büyük bir şiddetle ve dikkatle bastırıldı. Bir anlamda sömürgecilik, sömürgeleştirilen toplumun tarihsel gelişiminden mahrum bırakılması, dışarıdan zor yoluyla baskılanması ve sömürgeci-tahakkümcü güçlerin elde edeceği çıkarlara uygun biçimde yeniden düzenlenmesi sürecini tanımladı.

Sömürgeciliğin tarihsel sürecine kısaca değinmek gerekirse, 15. yüzyılda gelişen ve egemen tarih anlatısının Coğrafi Keşifler olarak tanımladığı Avrupa merkezci ve egzotik anlatının başlangıcıyla tarihlendirmek mümkün. Fernand Braudel’e göre sömürgecilikten, “Avrupa’nın en azından 1492’den beri olan her tür yayılmasını anlıyoruz”. Avrupalı devletlerin daha fazla zenginleşme için, maceraperest ve zenginlik avcısı denizciler aracılığıyla yürüttüğü bu kampanya, Amerika kıtasının tamamının ve Asya’nın Güney kesimlerinin önemli bir bölümünün askeri güçlerle ilhakını doğurdu. 19. yüzyılda ise, Afrika’nın bölüşülmesiyle daha da geniş bir coğrafyaya yayıldı. İşgal edilen bu geniş coğrafyalarda çok boyutlu ve farklı imha biçimleri içeren büyük bir şiddet uygulandı, soykırımlar yapıldı. Kuzey Amerika’da yerli halklar neredeyse tamamen yok edildi veya asimile edilerek direnişleri kırıldı.
Sömürgeleştirilen coğrafyalardan elde edilen hammaddeler sömürgeci devletlerin kontrolünde Avrupa’ya aktarıldı. Bu aktarım süreci, sömürgeleştirilen ülkelerin ve halkların geri kalmışlığına sebep olurken, Avrupa, birçok alanda büyük reformlara ve atılımlara imza attı. Nihai olarak Aydınlanma adı verilen düşünsel sıçrama süreci, insan merkezli bir düşünsel ve politik akımın doğmasına yol açtı. Ancak belki de tarihin bir cilvesi olarak, Aydınlanma filozoflarının insanın varlık sebebi üzerine yürüttüğü tartışmalar, başka coğrafyalarda biriken insan mezarlarının üzerinde yükseldi. Diğer yandan tarihin çelişkiler yaratan yapısı gereği, Aydınlanma düşüncesinden doğan fakat bu düşüncenin bir tür radikal eleştirisi olarak gelişen anarşist ve Marksist düşünceler, ezilen halklara ilham vererek sömürge karşıtı mücadelelerin düşünsel kaynaklarını oluşturdu. Ekim Devrimi’nin önderi Vladimir Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” düşüncesi, farklı coğrafyalardaki birçok ulusal kurtuluş hareketinin sömürgeci güçlere karşı yürüttüğü mücadelede güçlü bir argüman haline geldi. Bu argümandan güç alan ulusal kurtuluş hareketleri, sömürgecilere karşı mücadelelerde öncü bir vazife üstlendi. 

1960’lara gelindiğinde, bir yandan yüzyıl başında Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiş, diğer yandan Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi ortaya çıkmıştı. Avrupa’da ise iki büyük iç savaş yaşandı ve bu savaşlar hem sömürge topraklarına yayılarak hem de Avrupa’daki büyük soykırım nedeniyle birer dünya savaşına dönüştü. Savaşların ardından, Marksist düşüncenin devamcısı komünist Doğu Bloğu ve kapitalist-sermaye odaklarının koruyucusu olan Atlantik Paktı (NATO) arasındaki Soğuk Savaş, sömürge ülkelerin başat rollerde öne çıkmalarına yol açtı. İki kutuplu dünyada “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın hem sosyalist blok hem de kapitalist blok tarafından, elbette çok farklı siyasi vurgularla ve özellikle çok farklı politik pratiklerle de olsa tanınması sonucu sömürgecilik karşıtı hareketlere bir alan açılmış oldu. Bu alanın yarattığı imkanlar sayesinde, küresel düzeydeki çelişkilerden faydalanan sömürge halklar çoğu zaman çok şiddetli koşullarda yürüttükleri sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş mücadeleleriyle birer birer ülkelerinin bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. Özellikle Afrika ve Latin Amerika’da yaşanan ve adına dekolonizasyon denilen sömürgesizleştirme süreçleri ezilen halklar ve işçi sınıfı açısından Bolşevik Devrimi, Büyük Proleter Kültür Devrimi ve İspanya’da devrimci güçlerin faşizme karşı direnişi gibi gelişmeler kadar ilham verici hale geldi. 

Yeni Sömürgecilik

Afrika’nın dekolonizasyon süreci, ulusal devletlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. On yılda on beşten fazla Afrika kolonisi bağımsızlığını kazanarak devletleşti. Ancak bu devletleşme süreçleri, dönemin Gana Cumhurbaşkanı Kwame Nkrumah’ın değindiği biçimiyle, bir tür “Balkanlaştırma” şeklinde gerçekleşti. Balkanlaştırma kavramını sömürgeciliğin yeni biçiminin başlıca araçlarından biri olarak tanımlayan Nkrumah, bu kavramı siyasi ve iktisadi balkanlaştırma olarak ikiye ayırdı. Siyasi balkanlaştırma, bağımsızlığını kağıt üzerinde kazanan devletlerin bir coğrafyanın üzerinde mümkün olduğunca fazla bir şekilde parçalı yapılara bölünmesiydi. Bununla birlikte, bağımsızlaşan devlet üzerinde eski sömürgecilerin siyasi tahakküm yoluyla, ancak kukla yönetimler aracılığıyla varlığını sürdürmesiydi. İktisadi balkanlaştırma ise, bölünmüş ülkelerin kukla yönetimlerinin de desteğiyle yerel işbirlikçi sermayedarlar aracılığıyla sömürgecinin ülkenin kaynakları üzerindeki kontrolü anlamına gelmekteydi. 

Yeni sömürgecilik, eski sömürgenin uzantıları -ajanlar, işbirlikçiler vb.- yoluyla sömürge sonrası dönemde varlığını sürdürmesi olarak tanımlandı. Eski sömürgecilik biçimi, sömürgeci devletlerin, sömürgeleştirdiği ülkelerde askeri güç ve zor yoluyla varlık bulması şeklinde gerçekleşmişti. Ancak yeni sömürgecilikte, eski sömürgeci kağıt üzerinde sömürgenin bağımsızlığını tanıdı. Bu tanıma aslında uluslararası hukuka da uygundu. Yine de sömürgeci, işbirlikçi sermaye odakları yaratarak sömürge ülkelerdeki varlığını, nüfuzunu ve etki alanını korumayı sürdürdü. Bu sermaye odakları, sömürgecinin kontrolünde ve onların finansmanıyla var oldu. Açılan krediler sayesinde kurulan işletmeler aracılığıyla, ucuz iş gücü ve hammadde sayesinde üretim sağlandı. Üretilen ürünler aynı zamanda yeni sömürgecilik yoluyla o ülkede yaratılan pazarlarda satıldı. Bu satılan ürünler, azami kârla sömürgeci ülkelere ulus-aşırı şirketler yoluyla aktarıldı. 

Yeni sömürgeciliğin iktisadi yönü, sömürgecilerin bağımlı ülkelere sermaye ihracı ve bu ihracın karşılığı olarak elde edilen azami kârın sömürgeci ülkelere aktarılması yoluyla talan edilmesiydi. Bu açıdan bakıldığında, sömürgeciliğin neoliberalizmle birlikte güncellendiğini söylemek mümkün. Zira neoliberalizmin özelliklerinden olan küreselleşme, düşük gümrük duvarları, sermayenin hızla uluslararası düzeyde akışı ve azami kâr düzenini kurmak burada karşımıza çıkmakta. Küreselleşmeyle birlikte ulus-aşırı kurumların zemini oluşturuldu. Sermaye ulus-aşırılaşarak küresel bir hüviyet kazandığı gibi, hareket olanağı da bir coğrafyanın veya ülkenin ötesine geçerek dünyanın bilinen tüm sınırlarına ulaşmayı esas aldı. Böylesi bir düzenin, kimilerince yorumlanış biçimi yeni sömürgeciliğin emperyalizmin en ileri aşaması olduğu şeklinde. Bunu daha öncesinden öngören Lenin, emperyalizmin diğer şeylerin yanında sermaye ihracı demek olduğunu, bunu yaparken de, bağımsız devletlerde de sömürgeciliğin gelişebileceğini öne sürdü. Lenin’in bu tespitinden yola çıkarak düşünülürse, bağımsız olan ancak bağımlılığı eski sömürgeciye devam eden devletlerin iktisadi, siyasi ve askeri bağımlılıklarının devam ettiğini söylemek mümkün. Dış yardımlara ve yatırımlara bağımlı olan devletler, aldıkları yardımlar karşılığı bazı tavizler vermek zorunda bırakıldı.

Yeni sömürgecilikte, ulus-aşırı şirketlerin sömürgeleştirilen ülkelerde oluşturdukları şirketler giriştikleri ortaklıklarla birlikte yerel sermayeyi de kendilerine bağladılar. Ulus-aşırı şirketler, pazarın, hammaddenin, taşımacılığın ve ucuz iş gücünün olduğu yerlerde kök salmaya çalıştılar. Ayrıca buralardaki mevcut üretim yerlerini de ele geçirmeyi amaçladılar. Bu sayede, borçlandırma ve sonrasında borçların tahsili, ucuz iş gücü ve bu iş gücü sayesinde üretilen ürünlerin o ülkedeki pazarda satılması ve ulusal pazarın yabancı sermayeye tamamen açılması sayesinde azami kâr sağladılar. Sömürgecilerin, 1970-1980 yılları arasında kağıt üzerinde bağımsızlığını elde etmiş ülkelere aktardıkları kaynak 62,5 milyar dolar olarak tespit edildi. Bu yatırım karşılığında elde edilen kâr ise 139,7 milyar dolar. Yani ulus-aşırı şirketlerin yaptıkları her 1 dolarlık yatırımın karşılığında ortalama 2,2 dolar kâr edildi. ABD’li şirketlerin kârı ise her 1 dolar karşılığı 4,25 dolar (Aktaran: Okçuoğlu, 2011, s. 312). Ulus-aşırı şirketler aracılığıyla sağlanan azami kârın, neoliberalizmin gelişim sürecinde, liberal demokratik seçimler ve askeri cunta yöntemleriyle sağlandığına ayrıca vurgu yapmakta yarar var. 

Azami kârın elde edildiği koşulların borç olgusuyla ilişkisine bakmak da önemli. Ulus-aşırı şirketler, yeni sömürgelerde yerel işbirlikçi sermayedarlar üzerinden yatırım yaptı. Bu yatırımlar haneye borç olarak yazıldı. Verilen her 1 doların karşılığının faiziyle alınması üzerine anlaşmalar yapıldı. Ancak bu borçların tahsil edildiği durumlar olduğu gibi, tahsil edilemediği durumlar da yaşandı -hatta sıklıkla bunun yaşandığını söylemek mümkün. Bunun yanında, verilen krediler de tahsil edildi. Ancak her zaman açılan krediler sonucu borçlandırılan yerel sermaye grupları veya devletler geri ödemeleri sağlayamadı. Bu sayede IMF, Dünya Bankası gibi ulus-aşırı kurumlar borçlu devletlere çeşitli iktisadi programlar dayatarak siyasi, ekonomik veya askeri tavizler verdirmeye zorladı. Toparlamak gerekirse siyasi olarak kukla yönetimler, ekonomik olaraksa yerel işbirlikçi sermaye grupları yeni sömürgeciliğin sömürülen kesiminin odaklarını barındırdı. Eski sömürgeciliğin bir tür aktarımı olarak askeri güçlerin sömürgelere yerleşmesi de yine verilen tavizler ve borçlandırma sonucu sağlandı. 

Sömürgesizleştirme/Dekolonizasyon

Yeni sömürgeciliğin siyasi ve iktisadi niteliğini inceledikten sonra, bu sömürgecilik biçiminin nasıl sonlandırılabileceğine dair dekolonizasyon kavramının içeriğine de bakmak gerekir. Dekolonizasyon, sömürgeciliğin kültürel, ekonomik, siyasi ve psikolojik biçimlerinden kurtuluş, yani sömürgesizleştirme anlamına gelir. Sömürgeciliğin psikopatolojisi ve sömürgenin toplumsal psikolojisi üzerine kafa yoran Frantz Fanon, 1952’de yazdığı Siyah Deri Beyaz Maskeler adlı eserinde sömürge insanının derinlemesine tahlilini yapar. 1962’de yazdığı Yeryüzünün Lanetlileri’nde ise, Fanon, tüm öfkesiyle Afrika’da yaşanan dekolonizasyon sürecini eleştiriye tabi tutar. Bir anlamda Fanon, ulusal devletlerin bağımsızlık elde etmekle özgürleşmediğini, bilakis yeni bir sürecin başladığı, yani bu yazıda da tartışmaya çalıştığım  yeni sömürgeciliğin gerçekleştiğini ileri sürer. Zira sömürgeci kağıt üzerinde bağımsızlaşan devleti kabul etmiş olsa bile farklı surette varlığını sürdürmektedir. Bunun da en işlevsel yolu, bağımsızlığı elde eden ulusal kurtuluş hareketlerinin iktidardayken kukla rejimler haline getirilmesidir. Bu bağlamda dekolonizasyonun ulusal bağımsızlıkla sağlanamayacağını vurgulayan Fanon, bu sürecin devam ettiğine işaret eder. Diğer yandan, şiddet olgusunu eserinde ciddi şekilde ele alır ve sömürgeciye karşı mücadelede yerlinin kullanacağı politik şiddeti meşru bir zemine oturtmaya çalışır: “Ulusal kurtuluş, ulusal uyanış, ulusun halka iadesi ya da Commonwealth, hangi adı, hangi en yeni ifadeyi kullanırsanız kullanın, dekolonizasyon her zaman şiddet içeren bir olgudur”. 

Yeni sömürgeciliğin, ulusal kurtuluşunu sağlamış ülkelerde de gerçekleşebileceğini öngören Fanon, kağıt üzerinde sağlanmış bağımsızlığın ve devletleşmenin sömürgecilikten kurtulmakta tek çıkar yol olmadığına dair ciddi uyarılarda bulunur. Ayrıca Fanon, ulusal kurtuluş hareketlerinin devletleşmekle birlikte devrimci özlerini yitirdiklerini vurgular. Bunun en büyük sebeplerinden biriyse, ulusal kurtuluş hareketlerinin yeni bir insan yaratmakta akamete uğramış olmasıdır: “Dekolonizasyon asla fark edilmeden gerçekleşmez, çünkü varlığa yönelir, varlığı temelden değiştirir; özünü yitirecek denli parçalanmış seyircileri, tarihin projektörleri altında neredeyse muhteşem bir halde görülen, ayrıcalıklı aktörlere dönüştürür. Yeni insanların getirdiği kendine özgü bir ritim, yeni bir dil ve yeni bir insanlık sunar varlığa. Dekolonizasyon, gerçek anlamda yeni insanların yaratılmasıdır. Ama bu yaratı meşruiyetini hiçbir doğaüstü güçten almaz: Sömürgeleştirilen ‘şey’, tam da kurtuluş süreci sayesinde insan haline gelir”.

Fanon’a göre, yeni bir insan yaratılmadığı takdirde sömürgeci tam olarak sökülüp atılamaz. Birçok sağ-sapma anlayışa göre Fanon, aslında bir milliyetçilik kuramcısı olarak ele alınır. Bu büyük yanılgı, Fanon’un ve dolayısıyla dekolonizasyonun yanlış anlaşılmasına yol açar. Belirtildiği üzere, dekolonizasyon sadece ulusal devletin kağıt üzerinde ve ulus-aşırı kurumlar nezdinde bağımsız olarak tanımlanması demek değildir. Bir ulusal devlet kağıt üzerinde bağımsız olsa bile sömürgeci devletlerce sömürgeleştirilebilir. Bunun karşılığında başvurulması gereken mücadele biçimiyse, milliyetçilik gibi gerici bir ideolojinin yarattığı batağa saplanmadan, sadece kendisi için özgürlüğü değil, herkesin özgürlüğünü isteyen ve bunun için mücadele eden yeni insanın ve toplumun yaratılmasıyla mümkün olabilir. En azından Fanon, bize bunun yolunu gösterir. 21. yüzyılda Fanon’u bir milliyetçilik kuramcısı olarak değil, dekolonizasyonu sömürge merkezli düşünen bir devrimci olarak okumak oldukça önemlidir.

Yararlanılan kaynaklar:

• Okçuoğlu, İ. (2011). Günümüzde Emperyalizm: Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci. Akademi Yayınları. 
• Fanon, F. (2013). Yeryüzünün Lanetlileri. Çev. Şen Süer. Versus Kitap.
• “Internet Encyclopedia of Philosophy – Neocolonialism” maddesi; son erişim tarihi: 23/11/2021; kaynak: https://iep.utm.edu/neocolon/
• Nkrumah, K. (1966). Emperyalizmin Son Aşaması: Yeni Sömürgecilik. Çev. A. Sarıca. Gerçek Yayınevi.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.