31. yılında yasağı yeniden düşünmek
Dosya Haberleri —
- Almanya’daki PKK yasağı, Türkiye devletinin Kurdistan’da uyguladığı şiddet ve soykırım siyasetini desteklemekte, onun uluslararası alandaki siyasi ayağı ve uygulaması olmaktadır. Almanya’nın egemen sistemi, Kürtlerin en temel taleplerini politikanın dışına atmış, güvenlik siyasetinin bir parçası haline getirmiştir.
MAHMUT ŞAKAR
Almanya İçişleri Bakanlığı’nın 26 Kasım 1993 tarihli PKK Faaliyet Yasağı’nın 31. yılına giriyoruz. Sembolik olarak bu tarihi kriminalizasyon siyaseti açısından esas alsak da hem Düsseldorf yargılamalarını hem de 1986 yılına kadar geriye götürülebilecek baskı ve cezalandırma pratiklerini düşündüğümüzde aslında 40 yıla varan hukuksal-politik yönelimle karşı karşıya olduğumuz görülecektir. En başında bu tarihin kendisi bile bize bazı şeyler söylemektedir; Kürt halkının politik ve toplumsal mücadele pratiğine yönelik Almanya’nın yasakçı ve saldırgan bir tutum alması, Kürt meselesinin modern tarihiyle eş zamanlı olarak gelişmiştir. 20 yüzyılın ilk yarısında, özellikle 1925-1938 arasında katliam, göçertme, etnik arındırma pratikleriyle tarihe gömülen Kürt meselesi yani Kürt halkının en temel insani, kimlik ve kültürel talepleri 1970’lerin ortasından itibaren hem ulusal kurtuluş mücadelelerin yükselmesi hem de 68 gençlik hareketlerinin yarattığı rüzgar eşliğinde cılız da olsa yeniden yeşermeye başlamıştır. 1980 askeri faşizan darbesinin Diyarbakır Zindanı başta olmak üzere ağır işkence, vahşet ve insanlık dışı uygulamalarla daha başlangıç aşamasında boğmaya çalıştığı bu yeniden çıkış, 15 Ağustos 1984 yılında başlatılan silahlı direniş ile birlikte bugünü de belirleyen bir aşamaya ulaşmıştır. Kürt varlığının, taleplerinin, geçmişte yaşanan inkar, asimilasyon ve vahşete karşı hak ve adalet arayışının görünür olması bu tarihten itibaren mümkün olabilmiştir. Bu gelişme, bir süre sonra Türkiye’nin, iç politikasını PKK karşıtı bir şekilde yeniden yapılandırmasıyla birlikte PKK’yi uluslararası ilişkilerinin merkezine koymasına da yol açmıştır. Bu tarihle birlikte NATO da, Kürt meselesinde Türkiye’nin yanında aktif olarak yer almıştır. Almanya ise NATO adına Kürt halkının temel hak ve özgürlük taleplerine karşı en önce ve en fazla karşı koyan ülke olmuştur. Bunun nedenleri başka bir tartışmanın konusu olabilir. Ama öncelikle görülmesi gereken olgu; 40 yıllık hukuki-politik yönelim sürecinin, Kürt meselesinin görünür olmasıyla birlikte Almanya’nın Kürt halkının taleplerine karşı aldığı devlet tutumunu ifade ettiği gerçeğidir.
Almanya içi bir mesele değil!
Bu eşzamanlılık esasında Almanya’nın kriminalizasyon siyasetinin uygulama pratiği sürecinde de devam etmiştir. Kürt halkının tüm temel tarihi kavşaklarında Almanya, yasakçı siyasetini Kürt toplumunun aleyhine işletmiştir. Buna pek çok örnek verilebilir. En başta 1993 yasak kararının uygulandığı koşullara bakalım. Konuyu sadece Almanya içi bir mesele olarak ele alamayacağımız açıktır. 1989 ile birlikte Kürt siyasetinde “Serhildan süreci” olarak yerleşen ilk kitlesel halk isyanları, eylemlilikleri yaşanmıştır. Adım adım tüm Kurdistan coğrafyasına yayılan bu halk ayaklanmaları, Kurdistan tarihinde bir ilki oluşturmuştur. Çünkü toplumun en alttakilerinin, en ezilenlerin, kadınların öncülüğünde gelişmiş ve coğrafyamızın tüm kılcal damarlarına varana kadar yayılmıştır. Hak ve özgürlük talepleri tarihte ilk kez bu kadar geniş bir ilgi görmüş ve toplumun tüm yapısı tarafından desteklenmiştir. Bu tablo karşısında Türk devleti, 1992 tarihinden itibaren “düşük yoğunluk savaş” ve ya “kontrgerilla savaşı” olarak bilinen NATO patentli bir halk karşıtı stratejiyi en yüksek organı olan Milli Güvenlik Konseyi’nde (MGK) tartışmış ve karar altına almıştır. Gazeteci İsmet Berkan, 6 Aralık 1996 tarihli yazısında bu kararın kayıtlarını okuduğunu ifade etmiştir.
Bu kararın sonuçlarını biliyoruz. Binlerce köy yakılmış ve boşaltılmış, aydınlar ve politik, sivil öncüler “faili meçhul cinayetler” adı altında sokak ortasında katledilmiştir. 1*
Kürt soykırımını destek: Yasak siyaseti
Bugün AKP’nin seçim ortağı olan Hüda-Par’ın öncülü olan Hizbullah bu cinayetlerde tetikçi olarak kullanılmıştır. Yine binlerce insan kaybedilmiştir. Hala Kurdistan coğrafyasında açılmayı bekleyen toplu mezarlar bulunmaktadır. Bu süreç en yüksek dönemine 1993-94 yıllarında ulaşmıştır. Bu cehennemi süreci kamuoyuna ve uluslararası alana yansıtabilecek insan hakları savunucuları, gazeteciler de cinayetlerin, işkencelerin muhatabı olmuşlardır. Gazete merkezleri bombalanmış, ağır baskı ve sansür ile olan bitenin yansıması engellenmek istenilmiştir. Almanya yasağı işte bu döneme denk gelmiştir. Bu yasak ile Almanya’daki federasyon ve dernekler ile birlikte haber ajansı ve gazete de kapatılmıştır. Kurdistan’da yaşananları dünyaya duyurabilecek Avrupa’daki Kürt potansiyeli Almanya eliyle baskı altına alınmıştır. Türk devletinin sivil Kürtlere yaşattığı bu ağır saldırı ve vahşete karşı Almanya’da protesto eylemlerinin yapılması, kamuoyunun duyarlı hale getirilmesi engellenmek istenmiştir. Avrupa yaşayan Kürtlerin çoğunluğunun Almanya’da yaşadığı düşünüldüğünde aslında bu saldırının Avrupa çapında Kürtleri etkisizleştirmeyi amaçladığı anlaşılacaktır. Hem dayanışma engellenmiş hem de Almanya’da yaşayan Kürtleri, buradaki sorunların içine çekerek Kurdistan ile daha derin bağlar kurmalarının önüne geçilmek istenilmiştir.
Bu paralellik aynı zamanda bize şunu da söylemektedir: Almanya yasağı, Türkiye devletinin Kurdistan’da uyguladığı şiddet ve soykırım siyasetini desteklemekte, onun uluslararası alandaki siyasi ayağı ve uygulaması olmaktadır.
OHAL uygulaması olarak PKK yasağı
İçişleri Bakanlığı’nın bir genelgesiyle başlayan ancak 30 yıldır sürekli güncellenerek devam eden yasak, bir devlet politikası halini almıştır. Kürtler söz konusu olduğunda bir bakanlık genelgesi kendi çapını, formatını oldukça aşan adeta anayasal bir düzenleme gibi kalıcı, sürekli ve tüm gelmiş ve gelecek hükümetleri bağlayan bir metin gibi durmaktadır. Almanya, demokrasi, özgürlük talebi olan Kürtlerle yasak siyaseti üzerinden ilişkilenmektedir. Kürtlere özel bir olağanüstü hukuk düzenlemesi olduğu bu genelgenin taşıdığı ağırlıktan ve yarattığı etkiden belli olmaktadır.
Kürt meselesi söz konusu olduğunda Türkiye gibi Almanya da altını çizerek özel bir düzenleme, olağanüstü hal yaklaşımı içinde olduğunu söylemiyor tabi ki. Tam aksine, olağanüstü, özel ve ayrımcı politik ve hukuk uygulamalarını rutin bir üslup ve süreç içerisinde, son derece normal ve sıradan bir uygulama gibi sunuyor.
Mesela 2015-16 tarihleri arasında Kürdistan’da yaklaşık 7 il ve 17 ilçeyi kapsayan ‘Sokağa çıkma yasağı süreci’nde de benzer bir hukuksal ve politik yaklaşıma rastlamaktayız. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 raporunda, yaşananların, tanık anlatımlarının ”adeta bir kıyamet tablosu”nu çizdiğini ifade etmektedir. 1200’ü sivil olmak üzere 2000 kişi yaşamını yitirmiş, bunlardan 200’ü aşkın sivil genç bodrumlarda diri diri yakılmış, 355.000’den fazla kişi yerinden edilmiş, kentler adeta yerle bir edilmiş, düz araziye çevrilmiştir. Bu süreci Türk devleti hukuken neye dayandırıyor diye baktığımızda ne sıkıyönetim, ne Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edilmiş, özel bir düzenlemeye gerek görülmeden, İller Yasası’nın 11/c maddesi referans gösterilmiştir. Bu madde sadece illerden birinci derece sorumlu olan valinin güvenlik tedbiri 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 11'inci maddesinin (c) fıkrası: “İl sınırları içinde huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin, kamu esenliğinin sağlanması ve önleyici kolluk yetkisi valinin ödev ve görevlerindendir. Bunları sağlamak için vali gereken karar ve tedbirleri alır.”
Bu rutin düzenleme, geniş bir coğrafyada bu kadar ağır sonuçları doğuracak kararları yaratma kapasitesine haiz değildir. Ama Kürt meselesi tam da budur. Devlet idaresi, bürokrasi, yargı, güvenlik aygıtları sıradan karar ve yetkilerin Kurdistan’da nasıl uygulanacağını, katliam ve ağır suçlar için özel bir yetkiye ve düzenlemeye ihtiyaç olmadığı bilgisine sahiptirler. Bu yüzden cezasızlık bir devlet siyasetidir.
Almanya’da kurumlar, özellikle de güvenlik aygıtları yasak siyasetinin derinliğinin ve devlet siyaseti olduğunun bilinciyle hareket etmektedirler. Yasağın bu denli uzun sürdürülmesinde bu mekanizmaların katkıları gözardı edilemez. Ama aynı şekilde görece devletten bağımsız kurumlar da benzer bir “bilinç” ile hareket etmektedirler. Basın mesela, 30 yıldır süren yasağın Kürt toplumunda yarattığı tahribatı, mağduriyeti görmezden gelir, en küçük bir olguyu ise Kürtler aleyhine, yasak lehine büyüterek, devlet dersine iyi çalıştığını ortaya koyar.
Yargının yasak karşısındaki tutumu
Kriminalizasyon ve yasak siyasetinde durumu en ilginç ve muğlak olan kurum yargıdır. Kaldı ki, rolü oldukça önemlidir. Almanya’da idarenin, yargıya bir müdahalesi olmadığını varsaysak bile yargının özellikle 129 b kapsamında yürütme ve güvenlik bürokrasisi karşısında bir denge ve çözüm gücü ve mekanı olmadığı açıktır.
Almanya’daki Kürt toplumunun geniş bir kesiminin; uğradıkları baskı ve zorlamalar karşısından yargıyı bir çözüm umudu olarak görmemesi, özellikle 129 b davalarının adeta otomatik olarak cezayla sonuçlandığına dair yerleşik inanç bu kurumun geniş yasak koalisyonunun bir parçası gibi görülmesine yol açmaktadır. Yine 129 b maddelerine dayalı yargılamalar da, ceza oranlarının tempolu bir şekilde giderek artırılması, hiçbir şekilde şiddet iddiası olmamasına rağmen 4-5 yıl, 5 yıl gibi cezaların verilmesi yargının devlet stratejisi içerisinde davrandığı şeklinde anlaşılmaktadır.
Ayrıca Türk devletinin sivil halka yönelik saldırılarının, Cizre bodrumlarının, Efrîn’in etnik temizliğe uğratılmasının, kimyasal ve diğer yasaklı silahların kullanılması gibi sistematik ve zaman yayılmış bir soykırım siyasetine karşı, Almanya’nın ifade ve örgütlenme çabalarını yasa ve yargı üzerinden boğmak istemesi de yargının bir kurum olarak Almanya’da oldukça siyasallaştığını ortaya koymakta ve Almanya’nın hukuk devleti olduğu iddialarının gülünç bulunmasına da yol açmaktadır.
Bu algı Kürt toplumunda hem yargıya olan güvensizliği derinleştirmekte hem de haklarını yargıya başvurarak almanın ya da ceza davası ile karşı karşıya kaldığında savunma yapmanın hatta avukat tutmanın bile anlamsız olduğu sonucuna götürmektedir. Savunmanın bir anlamının olmadığı, ne yaparsak ya da söylersek söyleyelim kararın değişmeyeceğine olan inanç, boşluğa konuşulduğu duygusu söz konusudur.
Son tahlilde ulaşılan sonuç şu oluyor; Alman devletinin kriminalizasyona ve yasağa dayalı bir Kürt stratejisi var ve tüm kurumlar/mekanizmalar da bu stratejide bir pozisyon sahibidirler.
Kürtlerin kolektif kimliğine saldırı
Almanya’da kurumların Kürt toplumuna karşı tutumları ve pratik uygulamaları daha geniş bir şekilde anlatılabilir elbette. Ancak mevcut anlatımlar da, olan biteni bir bağlam içinde ele almaya yeterli olmaktadır. Kürtlere karşı neredeyse 40 yıldır gerçekleşen idari düzenlemeler, bu idari düzenlemelerin polis ve istihbarat eliyle uygulanma biçimi, yasal mekanizmanın giderek noter gibi tüm bu pratikleri meşrulaştırma misyonları ve basının gizleme veya hedef gösterme konusundaki yeteneği bize Almanya’nın yasak siyasetinin hakim Kürt siyaseti olduğunu ve bu siyasetin temel hedefinin de Kürtlerin Kolektif kimliği olduğunu göstermektedir. Demokratik bir etkinlik organize etmek, katılmak, şarkı söylemek, Newroz gibi ulusal günlerin kutlanması için girişimde bulunmak, çatışmalarda yaşamını yitiren insanlara karşı geleneksel anma ritüellerini düzenlemek ve katılmak, tecride, hapishane koşullarına yönelik itirazı dile getirmek, sembol, fotoğraf, bayrak taşımak, belli sloganları atmak, yayınevi kurup kitap yayınlamak satmak, müzik kaseti, CD’si çıkarmak, Kürt müziği arşivlemek ve yayınlamak, gazetede yazı yazmak veya haber yapmak, PKK yasağını eleştirmek, kaldırılmasını savunmak gibi daha da çoğaltacağımız tüm pratikler Almanya’da bir soruşturmanın, yargılamanın ve cezalandırmanın konusu haline getirilmiştir. Bu etkinliklerin tümü, toplamı zaten Kürt kimliğini oluşturmaktadır. Bu politik, toplumsal, entelektüel etkinliklerin suç nesnesi haline getirilmesi Kürt kimliğinin, Kürtlerin kolektif varoluşlarının, etnik yapılanmasının suç haline getirilmesidir.
Almanya’nın egemen sistemi, Kürtlerin en temel taleplerini politikanın dışına atmış, güvenlik siyasetinin bir parçası haline getirmiştir. Kürtlerin kolektif kimliklerini, etnik varoluşlarını da bu güvenlik siyasetinin hedefi haline getirmiştir. Yasağın bunca yıl, bunca külfete rağmen yüksek bir tempo ve iştahla sürdürülmesinin ardında bu gerçeği görmek gerekiyor.
Yasağa karşı demokratik tutum ve dayanışma ise Kürtlerin temel haklarını savunmanın yanında kolektif varoluşlarını da savunma anlamına gelecektir.
1* https://bianet.org/bianet/siyaset/5808-gladyoya-mgk-onayi
fotoğraflar: Hakan Türkmen/Deniz Babir-Yeni Özgür Politika