Awesta’nın intikamı
Dosya Haberleri —

Yönetmen Binevşa Berîvan’la son filmi ‘Bakire ve çocuk’ filmini ve yarattığı yüzleşmeyi konuştuk
- ‘Bekaret’ ve ‘annelik’ tarih boyunca hem idealize edilen hem de kadın bedeni üzerinde kontrol mekanizmalarına dönüşen iki güçlü sembol. Awesta’nın bedeni bu iki kavramın arasında sıkışır; fakat film boyunca kendi hikâyesiyle onları yeniden tanımlıyor.
- Awesta karakteri sahadaki tanıklıkların, belgelenmiş anlatıların ve birebir yapılan görüşmelerin bir toplamı. Görüştüğüm birçok Êzîdî kadının yaşadıkları travmaları ilk kez kendi kelimeleriyle, kamuya açık şekilde ifade etmesi bu süreci şekillendiren ana unsurlar oldu.
ARAT ARARAT
Şengal’de DAİŞ tarafından Êzîdî kadınlara yaşatılan katliam, sistematik cinsel şiddet ve eşi benzeri görülmemiş zulüm yalnızca bireysel olarak kadınlar değil, tüm halkın belleğinde derin yaralar açtı. Aradan geçen yıllara rağmen, bu sessizlik hâlâ dünyanın birçok yerinde sürerken, Êzîdî kadınların sesi, mücadelesi sürüyor. O seslerden biri de yönetmen Binevşa Berîvan’ın ‘The Virgin and Child’ (Bakire ve çocuk) adlı ilk uzun metrajlı filminden yükseliyor. Film, DAİŞ’in elinden kurtulup Brüksel’e gelen Êzîdî bir genç kadın olan Awesta’nın adalet arayışını konu alıyor. Savaşın en ağır biçimde yansıdığı kadınlık haline, zorla anneliğe ve adaletin coğrafyalar üstü arayışına dair sarsıcı bir anlatı sunuyor. Yönetmen Binevşa Berîvan’la sinema yolculuğunu, ‘The Virgin and Child’ filmini ve yarattığı yüzleşmeyi konuştuk.
Sinema yolculuğunuz nasıl başladı? Bu alana yönelmenizde belirleyici olan etkiler nelerdi?
Sinemaya yönelmem, anlatmak istediğim hikâyeleri hangi dille ifade edeceğime dair arayışla başladı. Kürdistanlı bir ailenin çocuğu olarak Belçika’ya göç ettikten sonra sinema eğitimi aldım ve görsel anlatının gücünü keşfettim. İlk filmimi Êzîdîler üzerine çektim; çünkü tanıklık ihtiyacını önce kendimizden, yani Kürt coğrafyasındaki kolektif hafızadan başlatmak gerektiğini düşündüm. 2005’te yönettiğim ‘Trace’, ‘le Peuple du Paon’ adlı belgesel, Ermenistan’daki Êzîdî topluluğunun yaşamına ve kültürel belleğine odaklanıyordu. Bu film, sinemada ilgimi çeken temaları daha belirgin hale getirdi: Kimlik, aidiyet ve sessiz bırakılmış hafızalar.
Daha sonra ‘Phone Story’ ve ‘Sidewalk’ gibi kısa filmlerle göçmenlik deneyimini ve şehir yaşamındaki görünmezliği ele aldım. 2014’te DAİŞ’in Şengal’e saldırmasından sonra Amed’deki bir Êzîdî kampında çektiğim ‘Gardiens’ adlı kısa film ise savaşın geride bıraktığı kayıplara, sınır hattında ufka bakan üç çocuğun gözünden yaklaşan bir hikâyeydi. Yaşananları duyulur, görünmeyeni görünür kılmanın en sahici yolunu sinemada buldum.
‘The Virgin and Child’ ilk uzun metrajlı filminizde Êzîdî kadınların yaşadığı trajediye odaklanıyorsunuz. Bu konuyu seçmenizde etkili olan neydi?
Bu filmi yapma motivasyonum Şengal’de yaşanan soykırımdan sonra başlayan uzun bir araştırma ve tanıklık sürecine dayanıyor. Êzîdî kadınların yaşadığı travmalar sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir yara. Almanya ve Amed’de görüştüğüm kadınların yalın ama sarsıcı anlatımları, bu projeye yön vermemde belirleyici oldu. Onların cesareti ve yaşama direnci beni derinden etkiledi. Aynı zamanda bu hikâyenin yalnızca Ortadoğu’da yaşanmış bir trajedi olarak kalmaması, evrensel bir yüzleşmeye vesile olması gerektiğini düşündüm.
Hikayeyi Brüksel’e taşıma nedeniniz de bu muydu?
Evet, çünkü DAİŞ’in suç ortaklıkları sadece savaş alanlarıyla sınırlı değil; kimi zaman yanı başımızda, Avrupa'nın ortasında karşımıza çıkıyor. Bu nedenle film, sadece bireysel bir adalet arayışını değil, aynı zamanda Avrupa'nın bu trajedideki sorumluluğunu da sorguluyor. Awesta’nın hikâyesi kişisel bir intikamdan çıkıp, kolektif bir yüzleşmeye dönüşüyor. Bu film, sadece Êzîdî kadınların sesi olmakla kalmıyor; aynı zamanda bastırılmış bir travmaya dair ortak bir hafıza kurma çağrısı yapıyor.
Filminizi izlememiş olanlar için kısaca özetleyebilir misiniz? Hangi temel mesajları vermeyi amaçladınız?
‘The Virgin and Child’, DAİŞ’ten kurtulmuş genç bir Êzîdî kadın olan Awesta’nın hikâyesini merkezine alıyor. Zorla alıkonulmuş, hamile bırakılmış ve ailesinden koparılmış bir kadının Avrupa’da sürdürdüğü adalet arayışına tanıklık ediyoruz. Film boyunca, Awesta’nın intikam isteğinden adalet talebine uzanan içsel dönüşümüne eşlik ediyoruz. Bu yolculuk, sadece bireysel bir travmanın değil; aynı zamanda toplumsal bir sessizliğin ve inkârın da hikâyesi.
Zorla anneliğe zorlanan bir kadın bedeni üzerinden kadınlık, onur, inanç ve toplumsal baskılar sorgulanıyor. Vermek istediğim temel mesaj ise şu: Bir savaş sona erse de, onun bıraktığı izler ve sessizlik hâlâ sürer. Bu film sadece bir tanıklık değil, aynı zamanda izleyiciyi şu soruyla yüzleştiriyor: Adalet ne zaman ve kimler için işler?
Filmin adı oldukça çarpıcı. Bu ismi seçme nedeniniz neydi?
‘The Virgin and Child’ başlığı, sanat tarihinde özellikle resimlerde sıkça karşımıza çıkan ‘bakire ve çocuk’ ikonografisine bir gönderme yapıyor. Bu imge, çoğunlukla kutsal anne figürüyle özdeşleşir; saflık, sevgi ve fedakârlık gibi duygularla yüklenmiştir. Ancak Awesta’nın hikâyesi bu geleneksel temsile hem yaklaşır hem de onun sınırlarını sorgular.
‘Bekaret’ ve ‘annelik’ tarih boyunca hem idealize edilen hem de kadın bedeni üzerinde kontrol mekanizmalarına dönüşen iki güçlü sembol. Awesta’nın bedeni bu iki kavramın arasında sıkışır; fakat film boyunca kendi hikâyesiyle onları yeniden tanımlıyor. The Virgin and Child, bu kadim imgeye duyulan estetik ilgiyi taşımanın ötesinde, savaş, şiddet ve zorla annelik bağlamında kadının bedenine yüklenen anlamları görünür kılmayı amaçlıyor. Bu başlık, Awesta’nın travmasını ve kadın bedeninin maruz kaldığı şiddetin toplumdaki yerini sorgulamaya yönelik bir çağrı niteliği taşıyor.
Awesta karakteri filmde DAİŞ'ten kurtulan Êzîdî kadınların sesi. Karakteri yaratırken nelerden ilham aldınız?
Evet, Awesta karakteri sahadaki tanıklıkların, belgelenmiş anlatıların ve birebir yapılan görüşmelerin bir toplamı. Görüştüğüm birçok Êzîdî kadının yaşadıkları travmaları ilk kez kendi kelimeleriyle, kamuya açık şekilde ifade etmesi bu süreci şekillendiren ana unsurlar oldu. Awesta tek bir kadının değil, birçok kadının ortak belleğini, duygusunu ve direncini temsil ediyor. Filmde kurmaca bir karakter olarak yer alsa da, Awesta’nın sözleri ve suskunluğu doğrudan gerçeğe dayanıyor.
Awesta’nın Brüksel’e gitmesi, uluslararası hukukun ve Avrupa’nın göbeğinde cezasızlıkla yüzleşme fikrini de gündeme getiriyor. Filminizde bu duruma yönelik bir eleştiri ya da sorgulama var mı?
Kesinlikle var. Filmin en önemli katmanlarından biri bu sorgulama üzerine kurulu. Awesta'nın Avrupa’ya gelişi, daha iyi bir yaşam umudundan çok, adalet arayışına dayanıyor. Çünkü onun son “sahibi” bir Belçikalı cihatçıydı. Yani suç, sadece Ortadoğu'da, uzak topraklarda işlenmedi; Avrupa’nın göbeğinde de yankı buldu.
Film, DAİŞ’e katılan Avrupalıların daha sonra nasıl ele alındığını, yargı süreçlerinin işleyip işlemediğini ve mağdurların ne kadar korunabildiğini sorguluyor. Cezasızlık, yalnızca hukuki bir boşluk değil, aynı zamanda derin bir etik kriz. Awesta'nın Brüksel'de olması bu nedenle tesadüf değil. Film, “Suçlu kim? Sorumlu kim?” sorularını yalnızca savaş alanlarına değil, doğrudan Avrupa toplumlarına yöneltiyor. Bu bireysel bir adalet arayışının ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal bir hesaplaşmayı gündeme taşıyor.
Filmde Awesta'nın adalet arayışı, intikamla mı yoksa yüzleşmeyle mi besleniyor? Bu iki kavram arasındaki çizgiyi nasıl çizdiniz?
Awesta’nın yolculuğu başta intikam duygusuyla başlıyor. Yaşadığı şiddet o kadar doğrudan ve derin ki, bu acının ağırlığını taşımanın yolunu, faille yüzleşmekte ve onu cezalandırmakta görüyor. Ancak zamanla bu duygular öfkeye dönüşmeye başlıyor.
Brüksel’de geçirdiği zaman, karşılaştığı dayanışmacı kadınlar, terapi süreci, bürokratik engeller ve beklenmedik karşılaşmalar, Awesta’yı içsel olarak dönüştürüyor. Artık aradığı şey sadece bireysel bir hesaplaşma değil; daha büyük bir tanınma ve kolektif adalet arayışına dönüşüyor.
Filmde intikam ve yüzleşme kavramları birbirine çok yakın duruyor. Awesta’nın adalet talebi bir isyanla başlıyor; ancak zamanla bu talep, kolektif hafızayı onarma ve tanınma ihtiyacına evriliyor. Bu dönüşüm, adaletin sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olduğunu da izleyiciye hatırlatıyor.
DAİŞ saldırıları sonucunda hamile kalan kadınların oranına dair bir veri var mı? Bu kadınların savaş sonrası yaşamı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bu konuda kesin sayılara ulaşmak oldukça zor. Konu hem çok hassas hem de toplum içinde hâlâ büyük bir tabu. Ancak uluslararası kurumların ve Êzîdî toplumunun kendi kaynaklarına göre, binlerce Êzîdî kadın DAİŞ tarafından kaçırıldı ve büyük çoğunluğu sistematik cinsel şiddete maruz kaldı. Bu kadınlardan yüzlercesinin zorla hamile bırakıldığı biliniyor.
Bazı kadınlar topluluklarına döndüklerinde çocuklarını yanlarında getiremedi. Êzîdî inancına göre, başka bir babadan olan çocuk kabul edilmiyor. Bu da kadınları son derece ağır, yalnız ve zorlayıcı kararlarla baş başa bırakıyor. Kimi çocuklarını bırakmak zorunda kaldı, kimi ise bu nedenle ailesinden dışlandı.
Filmde bu duruma sadece dramatik değil, aynı zamanda etik bir çerçeveden yaklaşmak istedim. Çünkü bu çocuklar yalnızca o kadınların değil; hepimizin sorumluluğunda. Bu mesele, yalnızca Êzîdî toplumunu değil, tüm toplumu ilgilendiren bir konu. Zorla annelik, şiddetin en ağır biçimlerinden biri. Travmanın bedende devam eden bir uzantısı. Bu nedenle filmde, şiddetin çok katmanlı, zamansız etkilerini vurgulamak istedim.
Awesta'nın Brüksel'deki yaşamı, diaspora deneyimini ve kimlik çatışmasını da yansıtıyor. Bu noktada kendi deneyimleriniz anlatımı nasıl etkiledi?
Aslında Awesta klasik anlamda bir kimlik çatışması yaşamıyor. Brüksel’e yeni bir hayat kurmak ya da kimliğini yeniden inşa etmek için gelmiş değil; onun gelişi adalet arayışıyla, yaşadığı travmayla ve bir halkın uğradığı toplu şiddetle yüzleşme isteğiyle ilgili.
Brüksel’deki sessizliği, kapanıklığı, sekiz ay boyunca DAİŞ’in elinde cinsel köle olarak tutulmasının bir sonucu. Konuşamaması, suskunluğu, içindeki travmanın bir yansıması. Film boyunca çevresindekilerle çatışmıyor; aksine onlara çarpmamak için görünmez kalmaya çalışıyor.
Çocuğunu istememesi de yalnızca bir reddediş değil. Bu çocuk, savaş suçunun bedeni üzerindeki bir sonucu. Onu Belçika devletine bırakması, bireysel bir terk ediş değil; toplumsal bir sorumluluğa çağrı. “Bu çocuk sadece benim değil, sizin de sorumluluğunuz” diyor aslında. Memleketine dönmesi ise hem yasını tutma hem de yeniden hayata tutunma çabası. Awesta’nın yolculuğu, bir göç hikâyesinden çok, içsel bir yeniden doğuş hikâyesi.