Cins-kırım soykırımla akrabadır!

Dosya Haberleri —

Eylem Ümit Atılgan

Eylem Ümit Atılgan

“Soykırım”la akraba olan “Cins-kırım” kavramını ve bu kavrama neden ihtiyaç duyulduğunu Doç. Eylem Ümit Atılgan ile konuştuk.

  • Cins-kırım, modern hukuk sisteminin toplumdaki dogmalarla işbirliği sonucu kadınları hedef alan yeminli bir sistematikliğe işaret ediyor. Aslında cins-kırım “soykırım”la akraba. Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan, “Bu bir devlet suçu aslında. Kadın cinayetlerini katliama dönüştüren şey devletin rolü. Cins-kırımı soykırıma yaklaştırıyorum. Karşımızda diktatörleşen iktidarlar var” diyor.
  • “Biz uzun süre cinsiyet ayrımcılığı dedik. Yani kadın tanık, fail veya mağdur söz konusu olduğunda karşımıza cinsiyetçi kodlar çıkıyor. Son yıllarda bunun sadece cinsiyetçi kodlar ile  açıklanamayacağını gördük. Burada yapılan düşman ceza hukukudur. Muhaliflere ve azınlıkları susturmak için kullanılan araçların kadınlara yönelik de kullanıldığını düşünüyoruz.”

SERAP GÜNEŞ/MİHEME PORGEBOL - İSTANBUL

Kadın sömürüsünün tarihi uygarlığın tarihiyle örtüşür. Kadınların bedeni, algısı ve emeği üzerindeki sömürünün tarihin en eski sömürü biçimi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bu tarih boyunca devlet, din, örf ve gelenek gibi toplumsal örgütlenme araçlarının tamamı iktidarlarını kadın nefreti ve sömürüsü üzerine tesis etmişlerdir. Kadın üzerindeki denetim, yerleşik hayata geçişle tam anlamıyla otururken, din ve devlet sistemlerinin ortaya çıkışıyla birlikte kadın nefreti (mizojini) artık toplumu örgütleyen temel dinamiklerden biri olarak belirmiştir. Mizojininin dayanakları ve yeniden üretimi toplumdan topluma değişebilse de, işlevinin erkek cinsinin kadın cinsi üzerindeki tahakkümünü sürekli kılmak olduğu nettir. Dolayısıyla mizojininin iktidar arzusuyla şekillenmiş bir nefret biçimi olduğu söylenebilir. Bu nefret tarih boyunca Heretik* katliamından cadı avlarına** kadar birçok büyük katliama sebep olmuştur. Toplumun temel bir örgütleyici prensibi olan bu nefret, bugün de kadın cinayetlerinin temel sebebidir. Ancak günümüzde modern devletin mizojini kaynaklı cinayetlerdeki suç ortaklığı, örgütlü, planlı ve toplum tarafından desteklenen bu cinayetleri başka bir kavramlaştırma altında incelemeyi gerekli kılıyor. Feminizm buna “cins-kırım” diyor. Cins-kırım, modern hukuk sisteminin toplumdaki dogmalarla işbirliği sonucu kadınları hedef alan ve ataerkiyi korumaya yeminli bir sistematikliğe işaret ediyor. “Soykırım”la akraba olan bu kavramın ayrıntılarını, arka planını ve bu kavrama neden ihtiyaç duyulduğunu Doç. Eylem Ümit Atılgan ile konuştuk.

Kadın cinayeti davalarında fail ve yargıcı ittifak halinde bir “erkeklik savunması” içerisinde görüyoruz. Erkeklik savunması çoğunlukla ya cezasızlık ya da indirimle sonuçlanıyor. Bu da aslında yargının ve hukukun cinsiyetini ifşa ediyor. Yargı ve hukukun cinsiyetli olmasını nasıl açıklayabiliriz?

Hukuk dediğimiz şey toplumun ürünüdür. Hukuku yaratan toplumsal ilişkilerdir. Biz bu yüzden akademik anlamda “hukuk kültürü” kavramını kullanırken bunun “iç hukuk kültürü” ve “dış hukuk kültürü” diye iki yüzü olduğunu söylüyoruz. Tabii hukuk kuralları uzaydan gelmediği için toplumun o büyük harfle yazdığımız “Kültür”ünden beslenen ve onun türlü yüzlerini gördüğümüz bir alt dalı. Toplumda gördüğümüz genel düşünme, görme ve algılama biçimi mahkemede de karşımıza çıkıyor. Buna şaşırmıyoruz.

Meselenin özüne gelirsek: Hukuk, eşitlik iddiasında olmak zorundadır. Hukuk toplumun ve toplumsal olanın doğrudan verisi değildir. Toplumda olan bir şey sırf toplumda var diye hukuka yansıyamaz. Hukuk adalete yönelen bir sistemdir. Değer harcayan, hukuku ihlal eden, eşitliğe aykırı bir toplumsal olgu hukuk normu haline gelemez. Dolayısıyla hukukun o eşitlik iddiası normlarda yerini buluyor. Kanunlara bakıyorsunuz; kanunda yazılı maddenin cinsiyeti yoktur. Hem erkeğe hem kadına eşit bir şekilde uygulanabilecekmiş gibi kaleme alınmış ama kaleme alınan bu metni mahkeme salonunda uygulamaya çalışınca devreye başka bir şey giriyor. Biz de buna “hukuk kültürü” adını veriyoruz çünkü hukuk sistemini oluşturan unsurlardan birini böyle kültürel bir unsur olarak belirtemezsek hukuktaki cinsiyet, ırk, din ya da sosyoekonomik temelli ayrımcılığı yakalayamıyoruz.

Kanun maddesine bakıyoruz, “her kim ki” diye başlıyor. Orada erkek ya da kadın, Alevi, Kürt ya da muhalif yazmıyor. Demek ki bu eşitliğe uygun bir norm. Ama eğer buradan devam ederseniz, mahkeme kararından çıkan ayrımcı kodların temel sebebini gözden kaçırmış olursunuz. Bu yüzden buna “hukuk kültürü” diyoruz. Özelde benim burada vurguladığım ve senin de altını çizdiğin erkeklik savunmasını gördüğümüzde buna da “eril hukuk kültürü” adını veriyoruz.

Eril hukuk kültürünün ayrımcı kodlarının kaynağında toplumun erkek egemen olması yatıyor yani.

Tabii. Hukuku yaratan toplumsal ilişkilerdir, uygulayan ise insan. İnsan faktörü olduğunda hakimler hukuki bilgi yerine çoğu zaman gündelik bilgiyi seçiyor. Tarafsız olma çabasına rağmen, bazen çok tarafsız olduğunu düşünmesine rağmen, kendi önyargılarını, bir toplumsal olguyu, önyargıyı hukukun içine hukuki bilgi adı altında sokuyor. Toplumda gördüğü, var olan kalıpların bilgi olduğunu düşünüyor. Bilmiyor mu bunun ayrımcı bir ifade olduğunu? Biliyor, ama bunun böyle olması gerektiğini de düşünüyor. “Toplum böyle istiyor” veya “toplumdaki genel kanılar doğrultusunda” diyor. Hukukun toplumsal ilişkilerden doğmuş olmasını “toplumda ne varsa hukukta da o olmalıdır” sonucuna götürüyorlar. Bu yanlış bir akıl yürütme, çünkü bu zaten gelenek olarak var.

Gelenek ve hukuk arasındaki farklar ve benzerlikler hukukta nasıl işliyor?

Geleneğin rolü ve işlevi toplumdaki aidiyeti ve dayanışmayı korumak. Onun “olması gereken” diye bir unsuru yok. Örf ve adetlerden herhangi birini düşünelim. Adaleti veya eşitliği sağlamak gibi bir amacı yoktur. Hepsinin işlevi aynı ama amaçları farklı. Hukukun da geleneğin de işlevi toplumsal düzeni sağlamak. Ama geleneğin adaleti sağlamak gibi bir amacı yok. Onu yapan hukuk. Dolayısıyla yaptırımları da farklı. Burada hakimlerin yaptığı, hukuk teorisini ayaklar altına alan, yanlış akıl yürütme ve hukuki muhakemede hata yapmalarına sebep olan şey geleneğin görevini hukuka yüklemek. Hukukla gelenek aynı şey değildir. Bu yüzden “toplumun çoğunluğu böyle istiyor” dediğimiz bir uygulama biçimi hukuka yansıyamaz. Hukuk, ancak ve ancak sosyal olgunun dolaylı verisi olabilir. “Dolaylı veri” derken kastettiğimiz şey sosyal olgunun normatif olgu olabilmesi için belli süzgeçlerden geçmesidir.

Ne gibi süzgeçler?

Akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şey normatif yani hukuk yaratan olgu olamaz. Akla aykırı bir olgu, hukuk olamaz. Aynı şekilde adalete aykırı, adil olmayan herhangi bir alışkanlık veya teamül de hukuk olamaz. Dolayısıyla hakimlerin hukuki muhakemede yaptığı temel hata bu. Bu hatayı yapmalarının asıl sebebi de içinde yaşadıkları toplumun ürünü olan önyargıları yıkamamış olmaları. Hukukçu olarak, avukat olarak cübbeyi giyip kürsüye çıktıktan sonra kişisel dünyalarındaki bireysel ahlak ve önyargılarını hukuki bilgiyle karıştırmamaları gerektiğinin farkında değiller. Hatta bunun daha iyi hukukçuluk olduğunu düşünenler bile var aralarında. Yıllar boyu çeşitli saha araştırmalarında hem avukatlarla hem de hakimlerle derin mülakatlar yapmış bir hukuk sosyoloğu olarak söylüyorum bunu. Yerli, milli ve halk vicdanına uygun hukukçuluk yaptığını düşünenler var. Bazıları da ortama uyum davranışı sergilemek için biraz daha konformist bir motivasyonla bunu yapıyorlar. Kökenleri çok derinde. Çok ayrı araştırıp konuşmamız gerekiyor. Kadılıktan da gelen bir gelenek var. Kadı, yöre ahalisine yaranmak zorunda. Çünkü yargı teşkilatı içerisinde ‘kadı’nın o bölgede tutunabilmesi veya vergi toplayabilmesi amacı, adaletin yerini bulması işlevine karşı üstün geliyor. ‘Kadı’nın bağımsızlığına galebe çalıyor. Kadı, o bölgedeki iktidar odağından yana tavır koymadığında kendi varlığı tehlikeye düşebiliyor. Sürülebiliyor ya da yeteri kadar gelir toplayamayabiliyor. İşte hakimler, bu tribünlere oynama geleneğini de sürdürüyor. Tribüne oynamak, çoğu zaman siyasi iktidarla arayı bozmamak anlamına geliyor.

 

 

Biz devlet sistemi içerisinde yaşadığımız için hukuka dair tüm algımızı belirleyen iktidar da devlet oluyor. Diğer yandan herhangi bir talepte yine aynı devlet karşımıza yargı sopasıyla çıkabiliyor. Özellikle kadınların taraf olduğu davalardan yola çıkarak hukuki normların oluşmasında iktidarın rolünü biraz açabilir misiniz?

Hukukun iktidarla bağıntısını ve onun sosyo-politik dünyasını çokça çalışıyoruz. Bizim çalıştığımız konu bu zaten ama şurada bir şerh düşmek gerek. Siyasi iktidarlar da o toplumsal yapılardan azade değil. Zaten siyasal ve toplumsal iktidarı o toplumsal yapılardan biri olarak görüyoruz. Feministlerin mücadele ettiği ataerkinin içinde siyasal iktidarlar da var. Bir feminist olarak “şu iktidarda ataerkiyi daha çok gördüm, ötekinde daha az gördüm” diye bir karşılaştırma yapamam. Çünkü ataerkiyi nerede görsem tanırım ve kapitalizmle ataerkinin kesiştiği, erkle iyi ilişkilerinin olduğu her iktidarın, her devletin, kadınların kontrolü konusunda erkeklere bireysel olarak roller verdiğini söyleyebilmek gerekiyor. Buradan yola çıkmazsak tutarsız oluruz. Yargıyı ve hukukun yaratılmasındaki sosyolojik süreci işaret ediyorum ben. Siyasal iktidar da buradan doğuyor. Onları uzaylılar getirip “sizi bundan sonra bunlar yönetecek” demedi ya. Dolayısıyla toplumsalın ürünü olmayan bir şey yok karşımızda. Karşımızda konjonktürel olarak savrulan, gittikçe daha diktatörleşen iktidarlar ve onların yarattığı “baskıcı” ceza hukuku var. Neoliberal politikalar var. Baskıcı sistemler küresel olarak yükselişte. Neo-sağcı referanslar da artıyor. Ama toplamda karşımızda her zaman ataerki var. Ataerkil iktidar mahkeme salonunda da, kürsüde de otursa sarayda da otursa fark etmiyor. Ataerkil iktidarın sesi olan, onun cinsiyet yapısını taşıyan bireyler konuşuyor sadece.

İktidar sistem ve yapılarının kadına karşı ortaklaştığını söylemek mümkün mü?

Şunu söylemek gerekiyor: Kadının kontrolü, kadınların üzerindeki denetimin aile içinde reise teslim edilmiş olması ulus-devlet sürecinde önemli bir şey. Kapitalizm ataerkiyle yolu kesiştiğinde ataerkiyi de dönüştürerek yola devam etmiştir, dolayısıyla bunlar etkileşimli yapılardır. Birbirinden bağımsız ya da biri diğerinin üzerinde değildir. Hiçbir iktidar ataerkinin üzerinde değil mesela. Devlet denen yapı da toplumsal olandan bağımsız oluşmuyor bu yüzden. Ama şunu söylemek gerekiyor, hukukun uygulanması sırasında hukukun eşitlik iddiasına rağmen bu ayrımcılıkları kamufle ederek uygulamaya sokması, bunu göstere göstere yapmayışı ve “biz eşit davranıp eşit ceza verdik” demesi, ancak ve ancak radikal feministlerin devreye girip de feminist hukuk teorisinde bu ayrımcılığı ortaya çıkarmasıyla, yani feminist yaklaşımla ataerkil erkeklik kodlarını ya da eril tahakküm kodlarını işaret edip göze sokmasıyla anlaşılıyor. Bu kodlar görülmeyince nafaka tartışılıyor, kadın cinayetine “kişisel cinnet” denebiliyor ve en önemlisi kadınların üzerindeki bu denetim, ataerkinin erkeklere emanet ettiği denetim ve üreme üzerindeki denetim görünmezleşiyor. Üreme çok önemli bir konu. Üremeyi denetim altına alırsanız toplumu da denetim altına alırsınız. Üremeyi denetim altına alırsanız bunların hepsi birbiriyle bağlantılı bir şekilde kontrol altına alınmış olur. Bu kontrolden çıkar elde eden de tabii ki devlet yapısıdır. Pek tabii ki kapitalist sermayedir.

Bu denetimde erkek bireyin pozisyonu veya misyonu ne?

Bu denetimde kullanılan bireyler, eşi sözünü dinlemiyor diye eşini öldüren bireyler aslında bu görevi üstlenen muvazzaflardır. Bu işi yaptı diye o kişiye artık sırtını sıvazlama şeklinde bir koruma gelmelidir. Yoksa başka bir erkek, eşini kontrol altına alamadı diye aynı yola, yani erkeklik performansına başvuramayacaktır. O halde bunun sürekli olmasını sağlamak için, söz dinlemeyen, boşanan, makbul olmayan, itaat etmeyen kadını yola getiren erkeğe teşekkür edilmeli, az ceza verilmeli, anlayış gösterilmeli “erkek adam” demeli, meşrulaştırma içerisinde hem daha az ceza almalı hem de saygı görmeli ki diğer erkekler de onlara ataerkinin hediye ettiği bu işlevi yerine getirsin. Yoksa “Bana ne, ben niye öldürüp içeri gireyim” diyecektir. Çünkü erkeğe verilen bu iktidar bir ateşten gömlek. Bir taraftan erkeği söz sahibi yapıyor, ama sözünü dinlemeyeni cezalandırmak için erkeği maşa yapıyor. Yani erkeğin “Ben niye katil oldum şimdi?” diye sorgulamaması istenir. Bunu çok ulvi bir sebepten yaptığını, namus gibi çok yüksek kolektif manası olan tasarımlar adına yaptığını, aile babası olarak yaptığını ya da “erkek adam” sıfatını taşıyabilmek için yaptığını bilmeye ihtiyaç duyar. Yoksa kendini pis bir katil gibi hissedecektir. Ama ataerki böyle hissetmesine izin vermiyor. Ona o misyonu yüklerken ona ne uğruna bu misyonu yerine getirdiğini de süsleyerek erkeklik savunması, erkekliği kurtarmak, erkekliğin şanından olmak diye onu ikna ediyor.

“Cins-kırım”a gelmeden önce kadına yönelik suçlarda erkeklik performanslarının olabildiğince vahşi hallerle karşımıza çıktığına değinmek gerek. Vücut bütünlüğünü bozma, tecavüz, yakma, beton dökme vb. Bu vahşi uygulamalar soykırım uygulamalarına benziyor ancak yine de hukuk sistemi içerisinde adliymiş gibi ele alınıyor. Bunu yeniden gözden geçirmek gerekmiyor mu?

TCK’da eziyet suçu var. Biz feminist hukukçular olarak birçok kadına şiddet davasında “eziyet” maddesinin uygulanması gerektiğini söylüyoruz. Ama mahkemeler ve hakimler çok başarılı bir şekilde o maddenin etrafından dolanıyorlar. Çünkü bu davaları eziyet suçu üzerinden yürütmek bir içtihat olarak yaygınlaşırsa yine aynı şeye tekabül edecek. Kadın denetimi, kadın kontrolü imkansızlaşacak. Eşine şiddet uygulayan erkeklerle bir rehabilitasyon çalışmasından örnek vereceğim. Ankara Adliyesi’nde hakimler, erkekleri o rehabilitasyon programına katılmaya yönlendiriyordu. Orada adamlar şunu diyordu, “E peki biz eşimize sözümüzü nasıl dinleteceğiz?” Hocalar, akademisyenler, doktorlar nelerin şiddet olduğunu anlatırken erkekler şok oluyorlardı. Kadın dövmenin suç olduğunu öğrenmeye başlamaları evlere şenlikti. Bunun her zaman suç olduğunu anlatmaya çalıştığımızda “Yok yok, bu yeni aile bakanı kadın dövmeyi suç yapmış” deyip şaşırıyorlardı. Arkasından da ciddi bir şekilde şunu soruyorlardı: “Şu şiddet diyorsunuz, ötekine suç diyorsunuz. Peki biz nasıl evimizi yöneteceğiz? Eşimize sözümüzü nasıl dinleteceğiz?” Hakimlerin de yaptığı şey aslında bu. Eğer bir şeye eziyet suçudur derse; bacağına sigara basma, hakaret, isim takma, hor görme, hazırladığı yemek masasını dağıtma, suratına bardak fırlatma, telefonunu elinden alma, kapıyı üzerine kilitleyip işe gitme, ailesiyle görüşmeye izin vermeme gibi sistematik bir şekilde bu ve benzerilerini sürekli yapmasının eziyet olduğunu söylese, birçok adam “o zaman ben suç mu işliyorum?” diyecek. Bunu biliyorlar. Bu yüzden de bu uygulamaları eziyete sokmuyor hakimler.

Bu kısmı biraz daha açabilir misiniz? Hakimlerin bunu “eziyet suçu” olarak değerlendirmemesinin altındaki motivasyon veya gerekçeler ne?

Çünkü ataerkil aile yapısının devamlılığında fayda görüyorlar. Eril hukuk kültürü, ataerkil aileyi koruyan bir hukuk kültürü. Kadının yerini bilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Eşitliğin bir sınırının olduğunu ve aile içine girildikten sonra bütün o ataerkil kodlarla düşünülmesi gerektiğine inanıyorlar. Kadının alttan alması, kadının adamı tahrik veya provoke etmemesi, kadının erkeği sinirlendirmemesi gerektiğini düşünüyorlar. Toplumda ne varsa aslında iç hukuk kültüründe de onu görüyoruz. Sinirli bir adama söylenmemesi gereken sözleri söyleyen bir kadının öldürülmeyi hak ettiğini düşünüyorlar ki o sözlerin haksız tahrike girdiğini savunuyorlar. “Sen de erkek misin?” veya “Ne biçim erkeksin” sözlerinin haksız tahrik nedeni olduğunu düşünüyorlar. Buna indirim veriyorlar ve bu indirim diğer indirimlerden daha farklı bir cezasızlık yaratıyor. Bunun topluma verdiği mesaj, iyi hal indiriminden farklı. Burada denkleme dahil etmemiz gereken önemli husus mizojini. Ataerkinin cinsiyetler hiyerarşisine dayanan tahakküm düzenini sürdürebilmek için kullandığı önemli araçlardan biridir mizojini. Eğer bu hususu analize dahil etmezsek eksik bırakmış oluruz. Bir kere bu kadın düşmanlığı hem fail için çok iş görüyor hem de hukuk uygulamasında. Ayrıca kadın cinayetlerini bir şekilde önlememe ve kadını korumama eylemsizliğinde ya da iktidar yapılarının tam tersi yöndeki eylemlerinde iş görüyor. Yani kadın can güvenliği için polise gittiğinde polisin harekete geçmemesinde görüyoruz mizojiniyi.

Sonra da kadın 17 bıçak darbesiyle öldürülebiliyor. Burada bir yok etme isteği var. Erkeği kadını yok etmeyi arzulayacak düzeye getiren mizojini mi?

Mesele burada erkeğin erkeklik performansında artık gidecek yerinin kalmaması. Ne yapacak? Şiddete başvurmaktan başka bir şeyi kalmadığında toplumun ondan beklentisi olan erkeklik duruşunu erkekliği savunarak gösteriyor. Yani oradaki durum aslında bir erkeklik savunması. Bu yüzden de aşırı vahşi olabiliyor. Vahşeti erkekliği korumak için verilen tepkiye bağlı. Karşısındaki ne kadar toplumun öldürülmeyi hak ettiğini düşündüğü bir kadınsa vahşetin boyutları artıyor. Yani “makbul olmayan kadınlar.” Burada “makbul olmayan kadın”a yönelik düşmanlık ve erkeklik savunması çok önemli. Ama kadın hareketinin “kadın cinayetleri” tanımından kadın katliamı, yani “cins-kırım” tanımına geçmesinde cinayetlerin detayları belirleyici değil.

 

 

Peki “kadın cinayeti” ile “cins-kırım” arasındaki fark ne?

Önce şunu netleştirelim: Kadın cinayeti, birinin kadın olması nedeniyle öldürülmesidir. Bu Russel’ın terminolojisi. Russel yaptığı araştırmalarda o zamana kadar öldürülen kadınlar için “kadın cinayeti” tanımı kullanıldığını ama bunun doğru olmadığını görüyor. Burada cinsiyetlendirilmiş bir şiddet olduğunu söylüyor. Birinin sırf cinsiyeti nedeniyle bu şiddete maruz kaldığını ortaya koyuyor. Yani kimin öldürdüğü ve kimin öldürüldüğünden bağımsız olarak öldürülme sebebi bize kadın cinayeti olup olmadığını söyleyebilir. Hepimizin artık kadın hareketi sayesinde çok iyi bildiği kadın cinayetleri sebepleri var. “Eve benden geç geldi,” “Beni aldattığını düşündüm,” “Benden boşanmak istedi” vb. Mesela bir davada şöyle diyordu: Erkek, boşanma davası açmış kadını yolda sıkıştırıp “Benden boşanıp at mı koşturacaksın!” diyor. Mahkemede kadının kendisine “Boşandıktan sonra at da koştururum eşek de. Sana ne!” dediğini söylüyor. Tabii bu hem hukuk uygulamasında hem de toplumda erkek için kışkırtıcı söz olarak yorumlanıyor. Rolleri tam tersi düşünüp kadının aynı sebepten erkeği öldürdüğünü varsayarsak “Adam da kadını kışkırtmasaymış!” der miyiz?

Tam tersini söyleriz aslında. “Kadının bunu sormaya ne hakkı var?” deriz.

Mesele de tam olarak burada. Bizim toplumumuzda meşru şiddet ve meşru öldürme var. Çocuğa yönelik de var, kadına yönelik de var, muhalife yönelik de var. Hak edilmiş bir şiddet olduğunu düşünüyoruz. Kimi zaman zihnimizin çok derinliklerinde, kimi zamansa yüzeyinde “Ama o da böyleymiş” diye düşünüyoruz. Örneğin “Terörist olduğu için onun cenazesi yapılmasın”, “Ama o da vatana ihanet etmişti” gibi ifadeleri de sık sık görüyoruz. Bütün bunlar toplumdaki o hak edilmiş şiddet düşüncesinin kolektif tasarımla yerleşikleşmesiyle ilgilidir. Mesela ben de en büyük ahlaksızlığın kaldırıma araba park etmek olduğunu düşünürüm. Engelli sandalyesine, bebek arabasına, engellilerin yürüme hakkına engel oluyor. Ama ben kaldırıma araba park edeni sallandırmam. Zaten mesele burada kopuyor: Hak edilmiş şiddet düşüncesinin hukuka yansımasında. Biz kadının şiddeti hak ettiğini düşündüğümüz, hukukçu da bu düşünceyle mücadele etmesi gerektiğini bilmediği, bunun bir önyargı olduğunu ve hukuk uygulamasına geçmemesi gerektiğini bilmediği, düşünmediği için, bunun doğal ve normal olduğunu düşündüğü, ayırt etme etkinliğine girmediği için indirim veriyor. Bizim de kadın cinayetinden “cins-kırım”a geçişimiz burada başlıyor. Öldürme nedeni olarak gösterilen sebebi tersine çevirdiğimizde eğer o sebep işlemiyorsa bu kadın cinayetidir. Bu test çok sağlam çalışır.

Cins-kırım ve kadın cinayeti arasında politik açıdan nasıl bir fark var?

Kadın cinayeti Latince ifadeyle femicidio diye yazılır. Femicidio’dan başka bir kategoriye ihtiyaç duyuluyor. O da feminicidio. Kadın katliamı ya da cins-kırım olarak ortaya koyuyoruz. Bu tamamen bir devlet suçu aslında. Kadın cinayeti politik bir suç, çünkü burada cinsiyet politikası söz konusu ama feminicido, yani cinayetleri katliama dönüştüren şey devletin rolü. Devlet kadınları ve LGBT+’ları kurban olarak ortaya atıp korumasız bırakmış durumdaysa feminicidio’dan bahsederiz. Koruma, önleme ve cezalandırma fonksiyonlarında devlet kurumları isteksiz davranıyorsa artık feminicidio’dan bahsetmiş oluruz. Buradaki parametrelerimizin önemli iki unsuru var. Bunların birincisi suçun sistematikliğini göz ardı etmek, yani bunun iki kişi arasında geçmiş bir olay olduğunu söylemek ve cezasızlık. Bu ikisi, karşımıza devletin, cinsiyetlendirilmiş şiddetin formunu koyuyor. Zaten birçok Latin ülkesinde kadın cinayetleri kanuna geçmiş durumda ancak asıl önemli olan feminicidio üzerine düşünmemiz gerektiği. Çünkü burada devletin faille işbirliğinden söz ediyoruz. Ben buna Connel’in “hegemonik erkeklik” teorisinden ilhamla “işbirlikçi erkeklik” diyorum. Mesela evde karısına karşı şiddete başvurmayan bir hâkim, mahkeme salonuna geldiğinde ataerkinin devamı ve eril iktidarın erkek elinde olması, kadınların kontrol altında olmasının devam etmesinde çıkarları olduğunu düşünüyorlar. Connel buna “Elini kana bulamadan yararlanmak” diyor. Dolayısıyla elini kana bulamadan yararlanmak yani işbirlikçi erkeklik yargının pozisyonunu açıklamış oluyor. Yargıç indirim yaparken hukuku eğip büktüğünün farkında ama eğip bükmek zorunda olduğunu düşünüyor. Çünkü kendisinin devlet iktidarının temsilcisi olarak ataerkil aileyi korumakla yükümlü görüyor.

Devlet örgütlenmesi içerisinde bir görev olarak da görüyor aslında değil mi?

Evet, muhtemelen bir görev olarak görülüyor. Eğer isyankâr kadın susturulmazsa ve cezası kesilmezse bunun toplumda çürümeye yol açacağını düşünüyorlar. Başka kadınların da bundan cesaret alıp özgürlük bayrağını açacağını, eşitlik talebinde bulunacağını düşünüyorlar. Bu düzenin bozulmasını istemiyorlar. Ataerkil olmayan bir aile tahayyülü onlara son derece korkunç geliyor. Toplumun temeline dinamit koymak gibi algılıyorlar.

Bunun bir nevi düşman hukukuna tekabül ettiğini söylersek yanlış olmaz öyleyse.

Ben de tam ona geliyordum. Az önce iki husustan bahsetmiştik. Göz ardı etmek ve cezasızlık. Cezasızlık aslında eril hukuk kültürünü oluşturan öğelerden sadece birisi. Yani bir hukuk kültürü sadece eril şiddete karşı cezasızlık yayıyor diye eril hukuk kültürü olmuyor. Kadın davalarında kadına cinsiyetçi kodlarla ayrımcılık uygulanması da bu kültürün dayanaklarından. Biz uzun süre buna cinsiyet ayrımcılığı dedik. Yani kadın tanık, fail veya mağdur söz konusu olduğunda karşımıza cinsiyetçi kodlar çıkıyor. Fakat son yıllarda bunun sadece cinsiyetçi kodlar ya da basit bir ayrımcılık terimiyle açıklanamayacağını gördük. Burada yapılan düşman ceza hukuku uygulamasıdır. Muhaliflere ve azınlıklara onları dize getirip susturabilmek için kullanılan araçların (baskıcı hukuk araçlarının) kadınlara yönelik de kullanıldığını düşünüyoruz. Örneğin şu anda Türkiye'deki uygulama üzerine feminist yöntemle araştırma yapan ve bu varsayımı sınayan dava izleme, dosya inceleme yapan hukuk sosyoloğu arkadaşım var. Feminist hukuk teorisinin bu saha araştırmaları arttıkça düşman ceza hukuku uygulamasının kadın davalarında da izlerini sürebilecek düzeye geleceğini düşünüyorum.

Buradaki unsurları kısaca anlatabilir misiniz?

Vaka örnekleriyle somut tartışmalarını bahsettiğim saha araştırmalarını yapan arkadaşlarımız yakında ortaya koyacaktır. Ancak hepimizin gözleri önünde gerçekleşen ve tekrarlanan örüntülerden birkaç örnek verebiliriz. Kadın beyanlarının altının oyulduğunu bariz bir şekilde görüyoruz. Mesela bir davayla ilgili olarak ifade veren kişi kadınsa, o kadının ifadesinin altını oyacak, çürütecek, ifadesini itibarsızlaştıracak bir işleyiş hâkim oluyor mahkemede. “Bu kadının zaten psikolojik durumu iyi değil”, “Antidepresan kullanıyor”, “Bu kadın dengesiz, yalan söylüyor” gibi yalanlarla karara giden yolun taşlarını mahkeme, avukat, savunma fark etmeksizin birlikte örüyorlar. Mesela alacak verecek davalarında beyanın altının oyulduğunu, ifadesi alınan kişinin psikolojik durumunun psikiyatrist raporuyla tasdiklendiğini görmedik ama boşanma davalarında bunlarla karşılaşıyoruz. Var olan somut delilleri çürütüp taraflardan birini güvenilmez kılıyor. Davanın erkek tarafı buraya oynadığı zaman sonuç garantileniyor. Hatta bırakın davanın tarafı olmayı, dava dosyasına bilimsel mütalaa veren hukukçu bir akademisyenseniz dahi bilimsele eserinizi itibarsızlaştırmak için sizi kadınlığınızdan vurma yoluna gidiliyor. Bu da mizojiniyi örgütlü bir yapılanmaya bağlıyor. Özetle, kadın beyanının altı oyuluyor ve kadın itibarsızlaştırılıyor. Böylece kadının yalan söylediğine ikna olmak isteyenleri ikna etmek çok kolaylaşıyor.

Bir diğer örneği de kabaca şöyle açayım: Fail erkeğe uygulanan indirimler fail kadına uygulanmıyor. Kadının ölüm kalım raddesine gelen şiddet nedeniyle canını zor kurtardığı kabul edilmiyor. Dolayısıyla “her kim ki” diyen hukuk düzeni hiç de masum değil. Aslında “her kim ki” diye başlayıp ayrımcı gerekçelerle indirim uyguluyorsa masum da değil tarafsız da. Çünkü bazı duygular erkeklere izin verilmiş duygular.

 

 

Kadın ve erkekler arasında cinayet biçimlerinde de farklar var. Erkeklerle kadınların tercih ettiği yol ve araçlar nasıl farklılaşıyor?

Kadın çoğunlukla kendini korumak için öldürüyor. Çünkü maruz kaldığı şiddet canına tak etmiş. Nevin Yıldırım davasında olduğu gibi mahkeme kadının yıllarca tecavüze uğruyor olmasını anlayamıyor. “Neden o anda tepki vermedi?” diye soruyor. Donup kalmayı anlayamıyor. Mesela kadınlar öldürmek istediklerinde genelde erkeklerin kullandığı aletleri, araçları kullanmıyor. Bunu anlamamak benim açımdan mümkün değil. Yani ben seni öldürmek istesem silahı çekip, bıçağı çekip karşına gelmem. Çok affedersin plan yaparım, fare zehiri alır seni zehirlerim. Çünkü sen bıçağı elimde gördüğünde üzerime atlar, bıçağı alırsın ve ben zarar görürüm. Ya da seni uykunda öldürürüm. Çünkü işin içine güç uygulamak girdiğinde senin fiziksel gücün karşısında zayıf olduğumu biliyorum. Çocuk muyum ki gücüm yetmeyen kişiye karşı dikleneyim. Bu uykuda öldürme anı da yargı için meşru savunma değil. “Adam kadını yıllardır dövüyormuş. O gün de dövmüş, dövmüş, dövmüş yorulmuş, uyumuş. Kadın da onu uyurken öldürmüş. Demek ki şiddeti savuşturmak için öldürmemiş” diyor. İşte buradaki de düşman ceza hukuk uygulaması ve eril hukuk kültürünün ayaklarından biri. Kadının duygularını ve kadın var oluşunu yok sayıyor. Hukuk kurallarını erkeğe göre tasarlıyor, ki bu şaşırtıcı bir şey değil. Tabii ki normları erkek bireyin duygu ve tepkilerini esas alarak tasarlayacak. Arabaların emniyet kemerini bile erkek şoförleri yani erkek bedenini esas alarak tasarlıyor toplum. Hukuk kültürel bir ürün, kültürel bir çıktıdır aslında. Türkiye’deki feminist hukukçuların mücadelesi sonucunda “örselenmiş kadın sendromu” daha yeni yeni “meşru müdafaa” sayılmaya başladı. Hukukun gizli öznesi erildir ve eril duygulanımları ama sadece bunları insan duygusu olarak ele alır hukuk. Erkek adalet olmaktan çıkarıp gerçek adalet olmaya yaklaştırmak için hiç bıkmadan bunları anlatmak gerekiyor.

Cins-kırım, aynı zamanda soykırımı da çağrıştıran bir kavram. Bu ikisinin benzerlik ve farklılıkları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Toplumun belli bir kesimine yönelik olması, bir kişinin bir kimlik taşıdığı için şiddete maruz kalması ve devletin bu şiddetteki rolü ikisinin ortak tarafları. Ama tabii holokost, yani soykırım teknik açıdan tanımlanmış ve unsurları belirli suçlar. Cins-kırım, devletin bizzat hareketsizlik ve ataletle beslediği bir suç. Devlet eliyle işlenmiş değil ama devletin rolü atalet ve göz yummakla gerçekleşiyor. Şunu da ekleyerek cins-kırımı soykırıma yaklaştırıyorum. Mesela şiddet mağdurlarına devletin bir tazminat ödemesi gerekir. Ama kadına karşı şiddette böyle bir tazminatı gündeme dahi getirmiyor devlet. “Ben seni koruyamadım, eril şiddete son veremedim ve sen şiddet mağduru olarak benden tazminat almaya hak kazandın” demiyor. Böylece cins-kırımdaki görevini belli ediyor. Üstüne üstlük koruyucu hukuk mekanizmalarını da askıya alıyor. Devlet yurttaşını korumak zorundadır ve ben kadın olduğum için şiddetin özel bir türüne maruz kalıyorsam bu şiddetle mücadelede devletin etkin, aktif ve efektif sonuç olan faaliyetlerini görmek zorundayım. Bunlara rağmen beni koruyamadığını söylüyorsa bu yalandır. Dünya örneklerinden biliyoruz ki etkin, aktif faaliyet alanları yerine getirildiğinde eril şiddetle mücadelede yol kat ediliyor.

Tüm anlattıklarınızdan yola çıkarak mizojinin devletten de köklü olduğunu, devlet örgütlenmesinin de üstünde bir yapıyla hareket ettiğini söyleyebilir miyiz? Dolayısıyla cins-kırımını tarif ettiğimizde devletin müdahilliğini konuşurken bir de devlet dışı toplumsal kodların örgütlendiğini söyleyebilir miyiz? Devlet dışı bu algının örgütlenme biçimiyle ilgili ne söylersin?

Modern devlet ve kapitalizm örgütlenirken ataerkiyi hazır buldular zaten. Ataerkide dönüşen bir süreklilik görüyoruz. Örneğin Marksist Feminizm ataerkinin kamusal ve özel diye ayrımından bahsediyor. Ama ataerki zaten hazır vardı. Ulus devlet kurulurken ataerki zaten oradaydı. Feodalite yıkılıp yerine kapitalizm tesis olunca ataerki hem dönüşüm geçirdi hem de kapitalizme dönüşüm geçirtti. Dolayısıyla birbirlerinden bağımsız şeyler değil. Bunlar yeni sistemler üreten sitemler.

Zaten ataerkinin kadınları denetlemek için beden üzerindeki kontrolü hep vardı. Örneğin üreme kontrolü hep vardı. Üreme üzerindeki kontrolü bu hale teknoloji veya başka bir şey getirmedi. Üreme kadın denetimi için her zaman kritik bir şeydi. Bizi asla kendi halimize bırakmayacaklar. Ulus devlet tarih sahnesine çıkmadan önce de bizi kendi halimize bırakmıyorlardı. Erkek uygarlığın başlangıcından beri vardı. Yani doğurmak isteyen kadına da karışmaya devam edecek, doğurmak istemeyene de. Nasıl doğuracağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza, kaç yaşında doğuracağımıza da. Üreme üzerindeki denetim ezelidir. Dolayısıyla kadına ve bedenine yönelik şiddet ne ulus devletle başladı ne de kapitalizmle. Dolayısıyla bu öldürme eyleminde de aynı şekilde işliyor: Kadın olduğum için öldürülüyorum. Örneğin yoldan geçen birini öldürmek isteyen fail, rastgele cinayet işlemek isteyen biri kurban olarak kadını seçiyor. Bunun ulus devletle ne ilgisi var? Yok. Ama işte dediğimiz gibi cins-kırıma müdahilliğinden dolayı devlet ataerkiyle ortaklık kuruyor. O saatte orada ne işimiz varsa, o kıyafeti niye giydiysek mesela ya da söylenmemesi gereken şeyi söylediysek, susmamız gereken yerde susmadıysak artık zaten yası da tutulmayanızdır. Ben işte o zaman Agamben’in “çıplak insan”ıyım. Çıplak insan (Homo Sacer), öldürülmesi ceza gerektirmeyen ve yası da tutulmayan insan demek. Cenazesi bile kaldırılmaz… Kadın cinayetlerinde makbul olmayan kadın, itaatkâr olmayan kadın, isyankâr kadın bu formüle giriyor. Su testisiysem su yolunda kırılmama doğal bakılıyor. Masum kadınlar ve makbul olmayan kadınların öldürülmesi arasında fark görüyor toplum. “Eskortmuş o da, para karşılığı seks yapıyormuş. Yani bizim başta sandığımız gibi masum bir üniversite öğrencisi değilmiş. Ha tamam o zaman işte bu varile konup canlı canlı yakılmasını ve üzerinde beton dökülmesini meşrulaştırır” diye akıl yürütüyor toplum. Bu yüzden yası tutulmayan bu kurban için faile de çok ceza vermemeyi uygun görüyor. Bu yüzden aslında cins-kırım ortaya çıktı diyoruz, cins-kırım diye yeni bir kavrama ihtiyacımız var diyoruz. Çünkü burada eşit olması gereken hukuk uygulayıcılar ve kamu kudretini elinde bulunduranlar, kadının bu nedenle öldürüldüğünü düşünüyor, bu da eylemlere yansıyor, politikalara yansıyor.

Aslında yeni bir şey olduğu için değil, yeniden tanımlanması gerektiği için cins-kırım tanımına ihtiyaç duyuluyor. Yani ataerkinin başlangıcından beri var olan cins-kırımı tüm yönleriyle ele alıp yeniden yorumlamamız, ona karşı bir mücadele geliştirmemiz gerektiği için böyle adlandırmamız gerektiğini söylüyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?

Evet ama denklemdeki modern devletin şiddet tekelini eline almasının yarattığı farklılıkları da unutmamak gerek. Şiddet tekelini neden eline alıyor? Biz devlete neden bu iktidarı veriyoruz?

Herkes kendi hakkını arama yetkisini iktidara devrediyor. Benim adıma adaleti arayacak olan o. Yoksa ben de planlar yapıp beni döveni yok etmeyi bilirim. Ya da ailem gidip beni öldüreni cezalandırabilir. Ama buna ne zaman gerek olmaz? O sosyal sözleşme teorisinde kurguladığımız yargılama hakkı devlete verildiğinde. Şiddet tekelinin artık merkezi bir otoritede toplandığı ve modern devleti görmeye başladığımız noktada. E ben zaten bu yetkiyi verdim sana. Bunu kullanırken beni eşit bir şekilde korumayacaksan, bunu ayrımcı bir şekilde kullanırsan, benim adıma adaleti sağlamak için değil tam tersine ataerki denen yapıyı korumak üzere kullanacaksan, ben de sana “erkek adalet” derim, “eril hukuk kültürü” derim ve bunun adalet olmadığını söylerim. Cins-kırım terimi de burada gerekli hale geliyor. Kadın öldürmek yeni bir fenomen olduğu için değil, “kadın öldürmeye devletin rolüyle yaptığı katkıyı biz görüyoruz ve artık biliyoruz” dediğimiz için cins-kırım terimi önemli hale geliyor.

 

*Heretikler: Ortaçağ’da toplumsal örgütlenmenin kaynağındaki dogmaları eleştiren, cinsiyet eşitliğini esas alan modern felsefenin temellerini atan eleştirel akıma mensup topluluk.

 

**Katledilen binlerce kadın arasından kilise tarafından yalnızca Jean Dark için özür dilenmiştir. O da Jean Dark’a atfedilen kutsal görevden ötürüdür.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.