Einfühlung: Kendinde diğerini hissetmek

  • "O kaba saba, soğuk, karanlık, rutubetli binanın içinde hafifçe uçuşuyor o gözler. Narin bir dans eşliğinde bizi izliyorlar sanki. Dışarda köpekler havlıyor. Gözler bize bakıyor, yavaşça kımıldıyorlar. Paltolar diğer tarafta mıh gibi asıldıkları yerde hiç kımıldamadan öylece duruyor."

 

PINAR YİĞİTOĞULLARI

 

Bu yazıda sanatçı ile izleyici arasında yaşanabilecek en özel, en güçlü, bir o kadar da nadir deneyimlenebilen bir duygu durumunu, Einfühlung kavramını, onu özel ve nadir kılan koşulların neler olduğunu bir düşünce akışı şeklinde yazarak paylaşmak istiyorum. Bunu kendi deneyimlerim üzerinden yapmaya çalışacağım.

Sanatçı, medyum ne olursa olsun, üretimi üzerinden oluşturduğu dille anlatır kendini, göreninde belirmek ister. Bu anlatma-anlaşılma ilişkisi, tüm insanların en temel ortak ihtiyacı ile aynı yerden doğar: Anlaşılma ve sevilme arzusu. Dünyaya geldiğimizde bakım verenimizden, arkadaşlarımızdan, sevgilimizden, öğrencimizden, toplumdan, kısaca bir başkasından beklediğimiz anlaşılma, kabul edilme ve sevilme arzusu... Belki sanatçı kişiyi bizden ayıran en önemli özellik, onun bu en temel ihtiyacını karşılama edimini, sanat yapıtı aracılığıyla ortaya koyan kişi olmasıdır. Sanatçı ve izleyici arasında gelişen bu sözsüz diyalogda her iki taraf için de en tatmin edici, doyurucu olan; duyguların, fikirlerin en saf, en yoğun biçimde görende yansıması olsa gerek. Gören, yapıtla karşı karşıya geldiğinde "bu benim hikayem, beni anlatıyor, burada ben de varım" hislerine ne kadar kapılırsa, bu sanatçı için de o kadar paha biçilemez bir ödül ve büyük bir tatmin olsa gerek. Elbette tarif ettiğim bu iletişim biçimi günümüz dünyasında ütopik kalmakta. Yaşadığımız çağın mevcut koşullarında sanatçı ile izleyicinin böylesi direkt ve saf diyalog içerisinde ilişki kurarak duygu aktarımları yaşaması epey zor. Bana göre bu zorluğun sebeplerinden en önemlisi kapitalizmin kültür ve sanat dünyasında yarattığı olumsuz etkilerdir. Bu düşüncemi, Adorno ve Horkheimer'ın Frankfurt Okulu sürecinde geliştirdikleri 'kültür endüstrisi' kavramı üzerinden izah etmeye çalışayım. Kapitalizm zamanla güç kazandıkça kültür ve sanat yoluyla bireyler üzerinde hegemonyasını sağlamlaştırma stratejileri de geliştirdi. Çünkü bütün totaliter güçlerin kültür hegemonyasına ihtiyacı vardır. Bireylerin düşünme, beğenme, arzu etme eğilimlerini kontrol edemeyen bir güç uzun ömürlü olamaz. Bu yaklaşımla ortaya çıkan modern dünyada, piyasalaştırılıp ticarileştirilerek kurgulanan düzene maruz kalan sanatçı yaratma ve üretme süreçlerinde ne ölçüde özgür olabilir? Dili ne kadar özgün ve evrensel olabilir? İzleyici yapıtla ne derece saf ve direkt iletişim kurabilir? Tüm bu değişim ve dönüşüm sisteme uyumlu, tahakküm altına alınmış toplumlar ve edilginleşmiş, yalnızlaşmış bireyler yaratarak sistemin kendini yeniden üretmesine imkân tanıyabiliyor. Böylesi bir gerçeklikte, sisteme direnebilen sanat yapıtları ve beğenileri fabrikasyonlaşmamış izleyiciler elbette mevcut; ama ne yazık ki sayıca çok az. Yaşamın belki de en umut verici, en yaratıcı, direngenlikleriyle sanata ve yaşama can suyu olanlar yok değil, iyi ki. Bizler de onların varlığı sayesinde hala düşünebiliyor, tartışabiliyoruz. 

 

Odessa’nın Hayaletleri

2005 yılındaki Moskova Bienali gerçekleştiğinde bienali gezmek için Moskova’daydım. Ocak ayıydı ve tahmin edebileceğiniz gibi çok soğuktu. Hava koşuluna rağmen bütün bienalin her bir köşesini tek tek gezdim. Notlarımı aldım, fotoğraflar çektim. Yalnız bir bölümüne iki kez gittim; soğuğa ve kısıtlı zamana rağmen. Christian Boltanski'nin "Odessa’s Ghosts" (Odessa’nın Hayaletleri) sergisi… Vakit olsa bir kez daha gezebilmek isterdim. Biraz daha sanatçının kişisel tarihinin, dramlarının, kaygılarının zihninde yarattığı labirent içinde dolaşabilmek, sergi atmosferinin oluşturduğu zaman tüneliyle 1940’ların orta Avrupa’sına seyahat etmek, orayı koklayıp, anlamaya devam edebilmek isterdim ama zaman yoktu. Bunları yazarken bile, o gün orda yaşadığım hisleri birebir yaşıyorum. Boltanski, Ukraynalı Yahudi bir baba ile, Korsikalı bir anneden 6 Eylül 1944’de, 2. Dünya Savaşı'nın bitimine yakın bir zamanda ve oldukça zor şartlarda Paris’te dünyaya gelmiş. 13 yaşında okulu sanatçı olmaya karar verdiği için bırakmış. Yahudilerin tek tek Naziler tarafından toplandığı dönem, annesi ve babası herkese boşandıklarını söylemişler. Halbuki babası evlerinin yer döşemesinin altındaki boşlukta saklanıyormuş ve yaklaşık iki yıl boyunca sadece geceleri ve bazen yemek yemek için çıkarmış saklandığı yerden. Küçük Christian’a annesi böyle bir zamanda hamile kalmış. Bebeğin doğması adeta mucizeymiş. Çünkü annesi herkese babasıyla boşandıklarını söylediği için bu çocuğa nasıl hamile kaldığını açıklaması imkansızmış. Neyse ki Naziler teslim olmaya, şehirlerden çekilmeye başladıklarından 10 gün sonra dünyaya gelmiş küçük Christian; bu nedenle de ikinci adı Liberte.

Binlerce insanın hikayesini anlatıyordu

Odessa’nın Hayaletleri yerleştirmesi, Boltanski’nin Odessalı bir opera sanatçısı iken sesini kaybedip Paris’e göçen büyükbabası ile babası Etienne'in çaresizliklerle dolu trajik yaşamlarının çocuk ruhunda bıraktığı izler ve savaşın açtığı yaralarla işlediği bir sergiydi. Sergiyi görmeden hem basın dosyasından hem kendi araştırmalarımdan dolayı sanatçı hakkında Wikipedia düzeyinde bilgiye sahiptim. Ama hiç öyle olmasaydı da bir şey fark etmeyecekti. Boltanski, kendi ufak kişisel hatıralarından yola çıkarak yarattığı kurguyla çok geniş ve kolektif olana açılan bir kapıdan geçmemizi sağlayacaktı. Eminim sergiyi gezen çoğu kişi de benim gibi, 1940 Avrupa’sında Nazi zulmü altında olmaktan, toplama kampında ölümün yanı başında gün saymaya, acının kokusunu solumaya dek pek çok şeyi deneyimledi. Adeta zamanda yolculuk yaptık. Boltanski, küçük bavulundan çıkardığı birkaç çocukluk anısıyla binlerce insanın hikayesini anlatıyordu. İzleyenin ne çağdaşı olmasına ne hakkında uzun ön okuma ve incelemeler yapmasına gerek vardı. Sade ve apaçık. Gözleriniz göremiyorsa bile kokusuyla, sesiyle anlatıyordu kendini sergi.

Kızıl Meydan'a yakın boş ve eski bir binanın tümünü kullanmış Odessa’nın Hayaletleri için. Kızıl Meydan'a yürüyüş mesafesindeki binaya ulaşmak üzere karla kaplı yolda ilerlerken havlayan köpek sesleri dikkatimi çekti önce, ama etrafta ne sokak köpeği ne de köpeğini gezdiren birileri vardı. Giriş kapısına yaklaşınca fark ettim ki bu sesler yerleştirmenin olduğu binanın girişinden geliyor. Kapıya yaklaştıkça sesler yükseliyor. Belki 5, belki 10 köpek hep bir ağızdan havlıyorlar. Salyaları üstünüze başınıza sıçrayacak kadar yakından ve yüksek sesler. Tam binanın girişinde. Yalnızca sesleriyle oradalar. Bu yüksek ve kesintisiz havlama sesleri arasından içerisi oldukça karanlık - az aydınlatılmış binaya girdim. Duvarlar kiremit rengi ve sıvasız. Belli ki uzun zamandır bakımı yapılmamış. Ne alışılagelmiş beyaz ‘whitecube’ duvarları var sergi mekanının ne de aydınlatması bilindik. Alıştığımız bir sergi mekânı gibi değil. 

Yerden tavana dek ayakkabı

Yalnızca sergilenen eserlerin yanlarında açıkta duran kabloları sarkan küçük ampuller kullanılmış. Bu ampuller yalnızca yanındaki objeyi aydınlatmaya yetiyor. Önünüzü bile zor görebiliyorsunuz. Eski binanın bakımsızlığına hiç müdahale edilmemiş. Hatta ikinci gidişimde ısıtmaların sergi tarihinden uzun süre önce kapatıldığını ve böylece mekanda rutubet oluşumuna özellikle izin verildiğini öğrendim. Meğer ağır rutubet kokusu yerleştirmenin bir parçasıymış. Girişte uzunca bir koridor boyu üst üste yığılmış ayakkabılar... Tıka basa dolu, yerden tavana dek ayakkabı. Hepsi giyilmiş. Bir süre birilerinin ayağında onlarla dolaşmış, koşmuş, emeklemiş, bisiklete binmiş, sek sek oynamış ayakkabılar... Sonra sahiplerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, daha eskimeden. Şimdi buradalar işte karşımızda, yerden tavana kadar. Bir duvardan ötekine, yüzlerce çift ayakkabı. Düzensiz, labirenti andıran biçimde tasarlanmış dar ahşap yürüyüş platformlarını takip ederek, arada birkaç basamak inip çıkarak rastgele asılmış siyah paltolar arasından geçiyoruz. Kullanılmış, ütüsüz olduğu belli olan bu paltolar erkek paltosunu andırıyor daha çok. Sanki sanatçının babasının savaş zamanı saklandığı parke altında, üstüne giydiği palto gibi; buruşuk. Biraz daha ilerleyip binanın başka bir bölümünde bu sefer önümüze rastgele asılmış, üzerinde devasa göz resimleri olan geniş perdelerden yapılmış bir labirent çıkıyor. Her birinde bir çift göz; yanında, arkasında, onun da arkasında farklı gözler. Uçuşuyor, çünkü basıldıkları kumaş çok narin. O kaba saba, soğuk, karanlık, rutubetli binanın içinde hafifçe uçuşuyor o gözler. Narin bir dans eşliğinde bizi izliyorlar sanki. Dışarda köpekler havlıyor. Gözler bize bakıyor, yavaşça kımıldıyorlar. Paltolar diğer tarafta mıh gibi asıldıkları yerde hiç kımıldamadan öylece duruyor. Aralarından geçip gidiyoruz, nereye çıkacağını bilmeden. Orada duvardaki bir çıkıntıya yerleştirilmiş pirinç veya bakırdan bir semaver görüyoruz. Boltanski’nin babaannesinin Odessa’dan aşkının peşinden Paris’e giderken yanında götürdüğü semaver gibi. Evet bu o olsa gerek. Hepimizin yok mudur uzak diyarlara giderken bavula koyduğumuz ana yuvasına ait bir parça... 

Christian Boltanski, FOTO:JULIO CESAR AGUILAR / AFP

Bu çok farklı bir deneyimdi

Çoğu kişi gibi ben de Holocaust hakkında onlarca roman ve makale okumuş, bir o kadar film izlemişimdir. Pek çoğundan da oldukça etkilendiğim halde, Boltanski’nin bu yerleştirmesinin içinde gezerken hissettiğim gibi derinden sarsıldığım, kendim bizzat içindeymişçesine yaşadığım başka bir deneyim olmadı. Bu tam bir einfühlung* hali olsa gerek. Alman filozof ve estetik kuramcısı Robert Vischer (1847-1933) Einfühlung kavramını şöyle açıklıyor: "İzleyicinin sanat eseriyle yaşadığı psikolojik özdeşleşme neticesinde duyguların nesneye aktarımı, kişinin kendiyle yapıt arasında bir nevi yer değiştirme hali." Kelimeyi tam olarak çevirmek istersek; birinde, birinin yerinde veya durumunda olmak. Diğerinin duygu, düşüncelerini kendinde hissetmek, bir şeyi içten anlayışla kavramak, kendinde diğeri gibi hissetmek. İşte ben de Boltanski ‘nin Odessa’nın Hayaletleri adlı yerleştirmesinin içinde tam da bunları yaşadım. Haliyle bu deneyimi kolay kolay unutmam mümkün değil. Yerleştirmenin işaret ettiği zamanların üzerinden 65 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra benim gibi o mekân içinde olan kim bilir kaç kişi aynı şeyleri hissetti. Böyle deneyimleri yaşayabileceğimiz, kültür endüstrisinin kapitalist erozyonuna uğramamış saf, dürüst, samimi sanatçı ve yapıtlarla daha çok karşılaşma dileği ise bireysel ve toplumsal gerçekliklerimizi özgürce yaşayabilme hayalimizin temelinde duruyor. 

 

* Gamza Aydemir, ‘’Einfühlung : Estetiğin Zengin ve Muammalı Kavramı’’. İdil, 66 (Şubat 2020): s. 179-189 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.