Geriye, pürüzlü yüzeye
Toplum/Yaşam Haberleri —
- Akılla, onun en kuvvetli silahı bilgiyle ve onun da yöneldiği olanla/olguyla bağı koparmak, iktidara karşı bir direnç hattı kurmayı amaçlayan sanatçıyı kendi zihnine hapsetmiştir. Bu boşluğu kullanan iktidar, hakikati bükme imkanı bulmuştur.
FEYZA ULUDAĞ
Sanatın özgürleştirici bir etkinlik olarak ileri sürümü olgusal olanın nedenselliğinden, bilginin “tekdüzeliği”nden ve aklın normatifliğinden kurtuluşu müjdeliyordu. Alman Romantikleri, Aydınlanmanın akla, eleştirel ve bilimsel kavrayışa düşkünlüğünün karşısına imgelemin yaratıcı gücünü çıkarıyor ve bunu insanın özgür gelişimini mümkün kılacak direniş yolu olarak ileri sürüyorlardı. Nietzsche, sürekli yenilenen, normatifliği aşmış bilgiyi yaratıcı imgelemle ilişkilendiriyor, bu tarz bir bilgiyi egemenlik aracı, güç istencinin bir tezahürü olarak görürken şair-filozofu ideal bir filozof tipi olarak ortaya koyuyordu. Tragedyanın Doğuşu’nda, gözlerini “hakikatin örtüsünün her kaldırılışında yine de daima gizli kalacak olana” diken şair-düşünürden bahsediyordu. Burada bakan göz, aklı öne alan düşünür (mesela Sokrates) ya da bilimcinin değil imgelemini öne alan şairin gözüyken, bakılan nesne fiziksel değil imgelemin nesnesiydi.
Bilginin olgularla bağını koparmak
Bu düşünce çizgisinin 20.yüzyıldaki uğrağında, kimilerine göre (M. Foucault) bilgi, iktidarın hegemonyasının bir aracıydı ve bilgideki değişimler iktidarın ihtiyaç ve amaçlarına hizmet ediyordu. Kimilerine göre ise (R. Rorty) Romantik şairlerin “Sanat taklit değil, yaratımdır”, “Aydınlanmanın bilime ayırdığı yer sanata ayrılmalıdır” çıkışlarından bu yana düşünürler ikiye ayrılıyordu. Buna göre, bazı düşünürler Aydınlanmanın akılcılığına ve bilimciliğine sadık kalırken, başka bazıları kendilerinin yenilikçi ve özgür sanatçının safında durduğunu söylüyordu. Özellikle ikinciler için, en kaba haliyle, hakikati iddia ettiğini söyleyen kişi özgür yaratmayı reddeden bir dogmatik veya iktidarın dilini konuşan biri olabiliyordu. Hakikat yoktu. Perspektifler vardı. Bu perspektiflerden her biri eş ölçüde gerçekliği bir yerden kavrıyordu. Bütün bilgi toplumsal inşanın ürünüydü. O halde yapılması gereken örtünün ardındaki hakikati arayan bilgin yerine maskenin altında başka maskeler arayan şair-düşünürü takip etmek ve bu yolda bilginin olgularla bağını koparıp onu yoruma indirgemekti.
Bilgi, algı modelleri
Peki bu düşünce hattının, bu yollu bir özgürlük anlayışının sonuçları nelerdir?
Birkaç tane sıralayalım:
Öncelikle bu düşünce hattı insanın yaşadığı dönemin politik ve iktisadi koşulları tarafından olduğu kadar bilgi –hatta algı- modelleri ve yaşam biçimleri tarafından belirlendiği düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Buna göre, insan kendisini inşa edebilir, koşullarını aşabilir veya özgürleşebilirdi. Ancak mesele yalnızca insanın kendisini aşmasıyla kalmıyordu. İnsan gerçeği de inşa edebilirdi. (Alan Sokal, postmodernizmin safsata olduğunu kanıtlamak için yazdığı ve belli başlı postmodern dergilerde yayınlanma kabulü aldığı düzmece makalesiyle ilgili şunu demişti: “İkinci paragrafta en ufak kanıt ya da argüman olmadan, “fiziksel ‘gerçeklik’in … son tahlilde toplumsal ve dilsel bir inşa olduğunu ilan ediyorum. Dikkatinizi çekerim, fiziksel gerçeklik hakkındaki teorilerimizin değil, gerçekliğin kendisinin.”) Dolayısıyla bu yollu bir özgürlük düşüncesinin dayanağı, Aydınlanmanın “Sapare Aude! Aklını kullanma cesareti göster!” mottosunun bir versiyonu olarak “İmgelemini kullanma cüreti göster!”-mekti.
Hakikat-sonrası
İlkiyle içli dışlı bir diğer sonuç, imgeleme geri çekilişle birlikte olgusal alanın iktidara terk edilmesidir. Akılla, onun en kuvvetli silahı bilgiyle ve onun da yöneldiği olanla/olguyla bağı koparmak, iktidara karşı (imgelemi kullanarak) bir direnç hattı kurmayı amaçlayan sanatçıyı/sanatçı-düşünürü kendi zihnine hapsetmiştir. Bu boşluğu kullanan iktidar, olanı ve olanla kurulan ilişkiyi (yani hakikati) bükme imkanı bulmuştur. Hakikat-sonrası, biraz da bu düşünce hattının sonucudur. Ve dahası, hakikati kendi lehine bükebilme olanağı yakalayan iktidar bunu imgeleme, duygulara, kişisel inançlara hitap ederek yani “nesnelliği aşarak” yapmıştır. Maurizio Ferraris, nesnelliğin aşılışına örnek gösterirken George W. Bush’un danışmanlarından birinin, gazeteci Ron Suskin’e verdiği bir cevaba başvurur: “Artık biz bir imparatorluğuz ve hareket ettiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. Siz gözlemcilerin incelediği bir gerçeklik; onun üzerine yenilerini yaratacağız ve siz onları da inceleyeceksiniz.”
Bu cevap olgusal olana hükmeden iktidarın onu tam da sanatçının/şair-düşünürün yücelttiği şeyle (imgelemle, inşa etmekle, yaratmayla) tahrip etme amacının tezahürüdür. Yaşadığımız dönemi göz önüne alırsak, iktidar bu amacı başarıyla hayata geçirmiş görünüyor.
Sanatçının korkusu
Son olarak düşünceyle bağı kopmuş imgelem, olanla bağı kopmuş böyle bir inşa edimi, üretken (?) bir solipsizme vardırdığı sanatçıyı/sanatçı-düşünürü ölüm korkusuyla (“dile kendi damgasını basmamış, sadece hayatını zaten icat edilmiş bulunan parçalarla oynamakla geçirmiş” biri olarak yok olma korkusu.) devamlı mücadeleye iter. Bu korku, sanatçıyı/sanatçı düşünürü metaforik olana bağımlı hale getirmiş görünüyor. Metaforik olan, bilindik sözcüklerin, ifadelerin, jestlerin vs. bilinmedik bir tarzda kullanımı (inşası) ise o halde gerçekleşmek bakımından bilindik, yerleşik, literal olana bağlıdır. Metaforik olan ancak ve ancak literal olanın üzerine inşa edilebilir. Sadece metaforik olana bağımlı bir dil, hiçbir şey söylemeyen bir dildir (Duvara bantlanmış muz performansını düşünelim). O halde sanatçı “ölümden korkmadan” önce yaşamayı bilmelidir. Collingwood’un sözleriyle bitirirsek: “ …sanat saf imgelem olsa bile, somut olgu toprağından fışkırmalıdır…”