Gün Işırken: Bugün yepyeni bir gün

Kürecik (Malatya) doğumlu Nilüfer Şahin, İstanbul’da büyür. 1992 yılında ise mücadele saflarına katılır. Yazar 2004 yılından beri zindanda.

 

ABDULHALİM KARAOSMANOĞLU

 

"Fakat gün ışıdı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri

Ve "Karanlığın kenarından onlar

Ağır ellerini toprağa basıp doğruldular" yarı yarıya

Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya"

Nazım Hikmet

 

Gün Işırken, 1974 yılında Malatya’da dünyaya gelen ve 2004 yılından beri hapishanede olan Nilüfer Şahin’in Aryen Yayınları’ndan yayımlanan ilk romanı. Yazar henüz daha kitabın başındayken, kitabın yazarı olup olmadığı konusunda tereddüdünü dile getiriyor. Bunun nedeni şu; kitabın karakterleri gazete sayfalarından, televizyonlarda gördüğümüz o karanlık haberlerden taşarak yazarın sayfalarına giriyor. Yazar, mucizevi biçimde ve tesadüf eseri bu insanların bilgilerine ulaştığında yazmak dışında bir seçeneğinin kalmadığına inanıyor ve bu sebeple yazmaya başlıyor. “Bu hikâyenin yazarı değil, kalemiyim” diyor Nilüfer Şahin. Biliyor ki, bu romanı yazan o destansı direniş ve onun yaratıcılarıdır. Daha baştan onların hakkını teslim etmek istiyor.

TV’de gördüğümüz karanlık haberler diyoruz ya, işte o haberlerin geçtiği yerden, Sur’un işgalinden başlıyor hikâye. Okuyucu için hikâye olsa da, Kürdistan’ın gerçekliğidir anlatılan. Dışarıda kuşatma başlamış, içeride ise direniş için uzun süre bin bir uğraşla hazırlık yapılmış.

Devletlu “halk şehri terk etsin” anonsları yaparken eşyalarını bulabildikleri kamyonetlere, el arabalarına yükleyip kaçmaya çalışan insanlar bir yanda, sokakta, kapı önlerinde barikatlar kurarak direnmeye çalışanlar diğer yanda. Hendek kazarak direnişe katılanlar ise, çocukluklarında devletlunun şiddetiyle tanışmış, taş atmaktan silah tutmaya mecburen terfi etmiş gençler.

Sokakları çatışma izleriyle dolu Sur’un. Havadan bombalanan, top atışlarıyla tamamen yıkılmış, yalnız kolonları kalmış, sarkan demirleriyle evler, şekilsiz hayaletler gibi. Bu hazin ve ürkütücü görüntü aslında düşman ateşinden korunmak için labirent gibi elverişli bir ortam yaratıyor direnişçilere. Şehrin kaypak insanının bakımsız ve ilkel bulacağı Sur, direnişçilerin barınmasına olanak sağlayan doğal bir set gibi. Gecekonduları ve tarihi sokaklarıyla modernizmin pisliğine karşı meydan okuyan bir kent. Sanayi kompleksi olarak tasarlanmış, güvenli ve konforlu, çarkların parayla döndüğü, marka değeri olan bir kent değil Sur. Tam tersi biçimde devletlunun tebasına huzur, refah ve güvenlik vaadiyle işgal ettiği bir kent.

 

Romanın üstlendiği rol

Kenti karınca yuvası olmaktan çıkarma vaadiyle birlikte, insan arzusunun açgözlülük ve iğrenç para arzusu ile yer değiştirdiği kapitalist kentlerden değil Sur. Romanı okurken, mahkûmiyetleri dahi ipotek altına alınan yoksul insanların evlerinden kitlesel olarak tahliye edilmesinin gerekçesini, dolaysız yoldan halkın bir talebiymiş gibi göstermeye çalışan devletin resmî sosyal politikalarının Kürdistan’da işi nerelere vardırabileceğine şahitlik ediyoruz. Fabrikanın yerini alarak, sermaye birikiminin bir jeneratörü konumuna erişen kentte kapitalizm için önemli olan tek şeyin üretimden ziyade toprağın rantı ve spekülasyonu olduğunu hatırlatıyor yazar bize. Orta sınıf bakış açısından kurtulamamış akademisyenlerin kentleşme karşısında duyduğu anksiyetenin çok ötesinde bir kaygı güdüyor yazar.

AKP devletinin, Kürdistan’da uyguladığı neoliberal kentsel dönüşüm politikaları, direnişi de beraberinde getiriyor. Romanda da anlatıldığı üzere, yokluk içinde, cephane, doktor, ilaç ve hatta sigara dahi olmamasına rağmen işgalcilere kök söktürüyorlar. Eksiklikler nedeniyle şehadete ulaşanlar ise, oldukları yerde defnedilmek zorunda kalıyor. 

Deleuze, içinde bulunduğumuz tarihsel bağlamı geçiş süreci olarak tanımlar. Kurumsal yapılar içine kapatılan bireyi kimlikleri içine hapseden devlet, kurumları da çerçevelerinden taşırıp yaşamın tüm alanlarına bulaştırır. Bu şekilde demokrasi adına işgal edilen kamusal alanda yaşama savaşı veren halkların direnişine tanıklık ederiz. Sur’da parklardan şehir merkezlerine ve meydanlara kadar hayati öneme sahip alanları ele geçirmeye yönelik bu işgal, şehri mutenalaştırmak adına yapılmış ve yerleşik toplulukları sürmek ve hatta katletmekle sonuçlanmıştır. Devlet, ulus-devlet politika kurallarına göre oynamayı reddeden ve ulusal sınırların dayattığı kavramsal sınırlamalara karşı çıkan insanların yaşamları kâr getirmiyor diye onları öldürüp, kendini temize çıkarmaya çalışmıştır. Burada romanın üstlendiği rol, bu uygulamaları ifşa ederek, buna karşı hep birlikte direnebilmek için dünyanın başka yerlerindeki okuyucuları dayanışmaya çağırmaktır. Çünkü dünya halkları, ulusal farklılık söylemi ile birbirlerine düşman edilmiştir. Henüz var olmamış bir ütopik çağı kurmak için, kendi gücünü yeni yeni keşfeden, kalabalığın örgütlenmesinde büyük bir işlev gören devrimci güçler, eşitler arası ilişkilenmeler yaratarak, güvene dayalı bir toplumsal doku oluşturma gayesindedir. 

Hayata meydan okuyan bir “vahşi” olan kitabın anlatıcısı, birçok kadının aksine, bedeninin camına karşı ezilmiş bir şekilde yaşamıyor. Kadın gerillaların yoldaşlığı, onları ihmal eden ve yerinden eden insanlar -çoğunlukla erkekler- için mazeret ürettikleri, küçüldükleri ve mazur gösterdikleri günlük yaşamlarından kurtuldukları bir ütopya. Kadınların hayatta kalmak için her zaman yaptıkları küçük, günlük cömertliklerin, duygusal olarak büyümenin bağımsız filmi gibi bu roman. Kadınların var olmak için bir araya gelmelerinden daha fazla toplumsal sözleşmeyi ihlal eden ne olabilir? Ataerkilliğin aksine, kitabın temaları asla tahmin edilemiyor. Çünkü halkına yapılanları tüm dünyaya duyurmak için yazılmış bir roman bu. Nihayetinde Nilüfer Şahin'in romanı “Her ne olursa olsun, sonu muhteşem olacak, çünkü son söz daima direnenlerindir…” diyen ciddi ve güçlü bir eser. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.