Herkes kendi duvarının mimarı

  • Duvar, üretimi ve varlığı ile tamamen insan yapısı bir artifakt, kültürün temel bir ürünüdür ve doğaya karşıt, doğaya rağmenmiş gibi görünür ya da doğaya ciddi bir müdahil olma hali olduğuna şüphe yoktur; insan duvar inşa eden bir türdür! Özellikle yerleşik olanı.

 

Hoşîyar bî, da nekî umrê xwe bê hasil telef

Ku nedaye faîde mal, genc û ewlad û xelef

Macerayê Xidr-î dîwarê yetîmî bû selef

Vî zemanî her kesek mî’marê dîwarê xwe ye 

                                              Ehmedê Xanî

 

MEHMET ATLI*

Annem yeri geldiğinde, dedemden öğrendiği fablları anlatmayı sever, ben de konuya öyle başlayayım. “Karınca deyip geçme” diyerek anlatmıştı: Karıncaların kraliçesi zengin ve güçlü Kral Süleyman’ın karşısına çıkmış, uyarmış; “Askerlerin gelip giderlerken, rap rap yürüyerek benim askerlerimi çok eziyorlar. Daha dikkatli olsunlar, yoksa sizin için iyi olmaz!” demiş. Süleyman çok da ciddiye almayarak geçiştirmiş bu “orantısız” iddia ve tuhaf uyarıyı ama evine döndüğünde koca sarayının duvarlarını yan yatmış halde bulmuş; karınca ordusu binanın temellerini oymuştur bile!

Duvarın fenomenolojisi üzerine düşünmek, mimarlık tarihinin ve giderek kültür tarihinin tamamı üzerine bir sorgulamaya girişmeye davet eder. Duvarlar örmeyi uygarlığının temeli kılanlar olduğu gibi hiç duvar örmemiş kültürlere de rastlanır. Tek bir mimarlık ve onun çizgisel tek bir tarihinden bahsedilemeyeceği gibi duvarın da tekil bir tarihi yoktur; çeşitli duvarlar, duvarlardan kalanlar ve onların olası çeşitli tarihyazımsal anlatıları olabilir, olsa olsa.

Dünyanın belli yerlerinde ortaya çıkan ve farklı yerlerde farklı seyirler izleyen tarihleri ile temel bir yapı-mimari elemanı olarak duvarlar, sayısız başka çağrışımı da uyandırırlar; Yılmaz Güney’in Duvar’ını, Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sını, Pink Floyd’un “The Wall “ ve yahut Berlin Duvarı’nı ya da Çin Seddi’ni konu alanları hatırlarsak duvarın bir imge olarak gücü de hatırlanır. Ya da Ağlama Duvarı’nı, Sevgi Duvarı’nı… Bir tuğla çekilirse pek çoklarının altında kalacağı nice duvarı.

İnsan benliğinde oluşan, türlü toplumsallıkta ve siyasallıkta beliren “ben ve öteki” ayrımı türlü duvarlar üretir ve bu duvarları sürekli olarak yıkar, yeniden-üretir, tahkim eder, berkiterek pekiştirir gibidir. İlk sınır, ilk duvar olarak anlaşılabilir. Böylece duvarın tarihi, dinsel inanışların, kutsallığın erken tarihlerine kadar götürülebileceği gibi mülkiyetin, toplumsal işbölümünün, sosyal tabakalaşma ya da sınıfsallaşmanın, başta devletler olmak üzere örgütlü güçlerin, savaşların ya da barınmanın erken tarihlerine kadar da uzatılabilir. Hukukun tarihi ile duvarların tarihi ilintili olsa gerektir. Dicle-Fırat kıyılarından Nil, İndus, Ganj ya da Sarı Nehir’e kadar, nehir boylarında gelişen erken yerleşik uygarlıkların tarımsal sulama için nehirleri ıslah etmeye yönelik ilk setleri duvarlardır. Arkeolojik bir kazı alanında karşımıza çıkan duvarlardır. Kentleri koruyan da sınırlayıp kuşatan da duvarlardır. Evler duvarlar, saraylar duvarlardır. Tanrılar için duvarlar vardır ve tanrılarla aramızda duvarlar vardır. Bedenleri ile yüzeyleri ile takıp takıştırdıkları süslerle türlü çeşit duvarla doludur, “uygarlık” dediğimiz.  Bu konuda da pek çok alanda olduğu gibi ilk emperyal tecrübelerle anılan Roma İmparatorluğu ile ortaçağ Avrupa’sında  Hristiyanlığın başlıca müşterisi olduğu “taş kesme bilgisi ve taşçılar loncası” ile pek az güç yarışabilir.

Ve hala, hâlihazırda küreselleşmenin karakterize ettiği 21. yüzyılın en ileri teknolojik imkânları ile ulus-devlet sınırlarına örülen ve silahlarla, mayınlarla, gözetleme kuleleri ve kameralarla aralıksız izlenen duvarlardır. Donald Trump gibi birçok Amerikan muhafazakârının takıntı haline getirdiği ABD-Meksika sınır duvarı, Filistin’de sürekli gündemde olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin de geride durmadığı, duramadığı ve adeta bir furya haline gelen sınır-duvar konsepti birçok egemen devletin, elitist izolasyonizmlerin, otoriter-totaliter zihinlerin rüyalarını süsleyen bir “kesin çözüm” gibi görünür. Uzaydan bakılınca görülebilen tek insan yapısı üretim muhtemelen Çin Seddi gibi duvarlardır ama onun gibi hemen her sur insan gücüyle, türlü hile ile ve nihayet ateşli silahlarla defalarca aşılmıştır da. Atom silahları gibi arayışlar bitmediği gibi bunlara dayanıklı duvar arayışları da bitmemiş, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başlayan iyimser bir süreç, sınır-duvarlarla yerini karanlık bir zamana bırakmış gibidir.

İnsan duvar inşa eden bir türdür!

Duvar, mimarlıkta çok temel bir sorunsalı iç-dış mekân farkını üretir. Teknik resim dilinde, bir kalınlığı imleyen genelde paralel iki çizgi ile temsil edilen duvarlar, mekânları sınırlar, tanımlar, belirler ve sürekli kılar. Bu yönüyle mimari, iç ve dış ortamı ayıran bir kabuk halini alır. Duvarlarda açılan kapı, pencere, geçit gibi elemanlar duvarın sürekliliğini kesintiye uğratan ama duvarın bütünlüğüne katılan ve bu iç ile dış arasındaki ilişkileri düzenleyen olgular gibi görünürler. Taş, kerpiç, tuğla gibi birim elemanların örülmesi yoluyla ya da dökme, prefabrikasyon vb. başka bir teknik yolla üretilmiş olsun duvar, insanın ürettiği en katı, sağlam, dayanıklı ve zalim gerçekliklerden sayılmalıdır. Mağara duvarlarından dijital ekranlara, aynı zamanda da bir defter ya da kitap gibi, mesaj panosu gibi bir imkândır da elbette. Duvar, üretimi ve varlığı ile tamamen insan yapısı bir artifakt, kültürün temel bir ürünüdür ve doğaya karşıt, doğaya rağmenmiş gibi görünür ya da doğaya ciddi bir müdahil olma hali olduğuna şüphe yoktur; insan duvar inşa eden bir türdür! Özellikle yerleşik olanı.

Dahası, ürettiği bu duvarlarla cebelleşen, bu kez bu üretiminin ürettiği olanaklarla ve sorunlarla boğuşan bir türdür, diye eklemek gerek. Yine de duvarlar inşa ederek ufku ve dünya mekânını bitimsizce bölmekten; üzerinde yazılar, resimler, kabartmalar, türlü göstergelerle yeni dünyalar kuracağı, duvar yüzeyleri, cepheleri üretmekten geri duramayan bir tür…

Görünen ve görünmeyen duvarlar

Modern mimarlığın temel dertlerinden ya da argümanlarından biri yığma gibi geleneksel yapım tekniklerinde taşıyıcı rolü öncelikli olan kalın duvarların yeni yapım teknikleri sayesinde bu rollerinden kurtularak hafiflemeleri, incelmeleri hatta yok olmaları idi. Bir taşıyıcı eleman olarak duvara ihtiyaç azaldıkça duvarların bölme, ayırma, dekoratif unsurlar olma gibi rolleri öne çıktı. Walter Gropius, Frank Llyod Wright, Le Corbusier ya de Mies van der Rohe gibi modernist öncü mimarlar, Bauhaus gibi modernist akımlar, açık mimarlık gibi fikirler olabildiğince az duvarla şeffaf, geniş cam yüzeyleri ile bol ışıklı, çoklu kullanımlara imkân verecek esneklikte, akışkan mekânlar üretme gibi önceliklere sahipti. Betonarme ya da çelik iskelet sistemlerin, geniş açıklıkları örtmeyi mümkün kılan iddialı strüktür sistemlerinin gelişimi, eskilerin kalın ve görkemli duvarlarını bir zorunluluk olmaktan çıkarmakla beraber, duvarlar, üstlendikleri birçok başka rolle mimarlığın temel elemanları olmayı sürdürdüler. Bugün artık yalın duvarlardan çok, ısı ya da su yalıtımı, iklimlendirme, elektrik-elektronik unsurları içeren katmanlı bedenleri ile karmaşık akıllı yapı kabuklarından ve iç bölme duvar elemanlarından söz edilebilir.

Geldiğimiz aşamada bütün bu özgürlükçü, şeffaf, açık fikirler kendilerini yüksek güvenlik duvarları ardına saklamış gibiler. Kapalı site hayatları, plazalar, rezidanslar belli konforları belli güvenlik şartlarına bağlamış vaziyette ve elbette ki belli bir sınıfın yararlanabileceği sınırlı kamusallıklara dönüştürmüş durumda denebilir. Görünen ve görünmeyen duvarlarla kentlerde, özellikle metropollerde ayrışmış alanlar birbirine değmeyen, görsel olarak dahi temas etmeyen, etmemeye meyilli hayatlar ama alabildiğine dayatmacı, yayılmacı bir mimarlık ve şehircilik kültürü devletin ve sermayenin zor araçları eşliğinde yürürlüktedir.

 

Sur’un yıkımından sonra inşa edilen ucube yapılardan bazıları FOTO: MA/AMED

 

Kentlilerle sur arasına turistik/mimari bir mesafe girdi

Buradan sözü, Politikart sayfalarındaki diğer yazılarımda olduğu gibi, bir şekilde “bizim buralara” getirmek isterim. Çok özel bir duvardan, Romalıların inşa ettiği ama günümüze kadar ayakta kalmış Diyarbakır Surları’ndan ya da kalesinden ve girişteki Ehmedê Xanî atfından söz ederek bitirelim. 1930’lu yıllarda, Şeyh Sait Hareketi sonrası koşullarda Diyarbakır Dağkapı civarındaki surların kısmen yıkılarak meydan açılması hariç, neredeyse kesintisiz bir duvardan bahsediyoruz. Kilometrelerce uzayarak eski kenti kuşatan bu duvar, bedeni, içindeki mekânları, kapıları, üstündeki seyir imkânları, kitabeleri, kabartmaları, her dönemde mesaj panosu haline gelmiş göstergeleri, yağlı boya ile politik yazılamaları, grafittileri ile hala devasa bir strüktür olmayı sürdürüyor. Bir zamanların savunma işlevini yitirerek çoktan bambaşka kentsel gelişmelerle hemhal olmak durumunda kalmış bu duvar aynı zamanda kentin modern gelişmelerini de belirlemiş, yeni Diyarbakır sura paralel halkalar halinde büyüyerek yeni kent kapılar ve yol ağı sayesinde eski kentle dinamik ilişkiler içine girmiştir.

Öte yandan bu devasa duvar ile ne yapılacağı çok da bilinemediğinden gecekondularla sarıldığı, kente giremeyenlerin bedenlere tutunarak derme çatma evleri sura iliştirdiği uzun bir dönemden sonra sur çevresi peyzajla disipline edilmeye girişildi. Kentlilerle sur arasına turistik/mimari bir mesafe girdi denebilir.

Sur duvarları ve onların tanımladığı Suriçi kenti, surlar içindeki son savaştan bu yana ne olup bittiğini kentlilerin bilmediği, yeniden inşa süreçlerine katılamadığı bir “olay yeri temizleme, restorasyon ve soylulaştırarak ticarileştirme, el çabukluğu ile ranta açma” operasyonu ile karşı karşıya.

Oysa bu çok özel sur duvarı, bir iç-dış diyalektiği yaratarak Diyarbakır’ı kırsallıktan ve dünyanın geri kalanından ayırmış; yüzyıllar içinde Suriçi’ne özgü kentsellikler, kentsel gündelik alışkanlıklar, kentsel dil/diller üretmiştir. Surlar içindeki insanlar, toplumsallıklar, kentsel ilişkiler sayesinde olabilmiştir bu. Bir duvar, bütün bunlarla birlikte bir kenti inşa etmiş ve yeniden üretmiş gibidir. Duvar sürekli değişmiştir ama değişirken kentin gelişim seyrini de sürekli olarak belirlemiştir. Dışa kapattığı gibi içe de kapatmıştır. Duvar içine aldığı, sakladığı kadar dışlamış ya da dışarıda da bırakmıştır. Bir duvarın tarihsel serüveni boyunca ne kadar “duvar” olsa da aynı zamanda ne kadar değişebildiğini görmek için Diyarbakır Surları’na daha yakından bakın derim.

Bu noktada Xanî’nin, girişteki mısralarını hatırlatalım; duvarlarla inşa edilen ve saklanan kimliğinizdir de. Kendi olmak, kendi duvarlarını örmek, yıkmak ya da duvarları ile ne yapacağını bilmek anlamlarına da geliyor olmalıdır.

 

* Mimarlar Odası Diyarbakır Şube Yönetim Kurulu Üyesi

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.