İki mezar hikayesi

  • Ölmeden adına iki mezar yapılmış, kendi cenazesinin binlerce insan tarafından omuzlarda taşındığını görmüş Mehmet Hayme. Zindandan gönderdiği mektubuyla iki mezarın hikayesini anlatıyor. 

 

İBRAHİM BULAK

 

İnsan evladının en eski geleneklerinden biridir ölülerini gömmesi. Yüz bin yıldan uzun bir zamana dayanan bu ölü gömme ritüelinin yanında uygarlık ’dünkü çocuk sayılır’. Toplumsal kimliğin oluşumunu pekiştiren mezarlar, devletli zamanlarda gömülenin sınıfına göre sade veya ihtişamlı olabiliyordu. Almanya’nın bir şehrinde misafir olduğum arkadaşımın mutfağından dışarıya bakarken evin mezarlığın tam yanında olduğunu fark ettim. Güneşli bir kış günü insanda huzur uyandıran o sade mezarlığa bakarken çocukluğumda duyduğum, mezarlığın yanı başında bulunan evlerle ilgili ürkütücü hikayeler geldi aklıma. Bilhassa gece vakti mezarlıklar her zamankinden daha çok korkutucu olurlardı, anlatılan hikayeler de. Oysa mutfağından dışarıya baktığım mezarlığın korkutucu bir yanı yoktu. Mezarlar öylece duruyordu yerinde. Demek onu ürkütücü bir hikayenin parçaları haline getiren bizlerdik, içine doğduğumuz yerdi, diye düşündüm. 

 

TC’nin mezarlarla imtihanı

2015 sonrası Kürtlerin yaşadığı yerleşim yerlerinde mezarlara ilişkin yeni bir korkusu peyda oldu: TC’nin mezarlara yönelik sistematik saldırıları. Bu seferki çocukluk hikayelerine benzemiyordu. Her şahitlikte artık bu kadar olmaz dedirtecek her şeyi yaptılar. 

Ağrı’da savaşın sürdüğü zamanlarda ve sonraki birkaç yılda Xoybûn örgütü adına bildiriler yayınlayan en üretken isim Süreyya Bedirxan’dı. Süreya Bedirxan yazılarında Kemalistlerin Kürtlere yaptıklarını ajite ederek, yüreklere dokunmak istercesine anlatmaya çalışıyordu. Bilgi ve istatistikler eşliğinde anlattığı bu zulmü okurken adeta Hozan Sefkan’ın ’Kürdün Gelini’ şarkısındaki ’Bir ağ gibi suyu sarıyor / Genç kızlarımızın saçları / Süngü uçlarında donakalıyor / Bebelerimizin ilk gülüşleri’ dizeleri çalınır kulaklara. Kemalizmin süngüsü öldürüp mezarsızlaştırma üzerineydi. Bu yüzdendi ki Kemalistler bir karış toprağı olmasın diye Kürt önderlerin cenazesini kaybettirdi. Özellikle 80'li yıllardan sonra Kürtler cenazelerini sahiplendiler, yeri geldi bedeller ödeyip gömdüler. Savaş devam ettikçe mezarlar arttı, mezarlıklar çoğaldı. Bu mezarlıklara son yıllarda aklın sınırlarını zorlayacak derecede gözü dönmüş bir yok etme güdüsüyle saldırdılar. Savaş uçakları kaldırıp mezarlıkları yerle bir etmek sanırım daha önceki hiçbir iktidarın aklına gelmemişti. Bir zamanlar Kürdistan dağlarında mezarsız yatan ölüleri düşününce mezarı olan aileler şanslı dediğimiz zaman da geride kalmıştı. Artık onlar da o kadar şanslı değildiler. ’En azından ziyaret edebileceğimiz bir mezarımız var’ cümlesi bir teselli cümlesi olmaktan çıkmıştı.

Kürdistan’da ’Büyük insanlık’ 17’sinde gerillaydı, 20’sinde komutan, 25’inde ya toprağa ya da hapse düşüyordu. 80 ve 90’larda çoğu Kürt ailenin yaşamından bir kesittir aslında bu. Birbirine benzeyen köylerin, kasabaların veya kentlerin belleğine işlemiş birbirine benzer öyküleri özetleyen bir cümle. Fakat içlerinde bazıları vardır ki içinde özel detaylar saklıdır. İşte Mehmet Hayme’nin öyküsü böyle bir öykü. Okuyunca* 'Bu dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmış olsaydı bile' ilgimi çekerdi dediğim türden bir öyküydü benim için. Bir ölüm, yaşam ve mezar anlatısıydı onun öyküsü. 

40 yıldır süren savaş gerisinde çok sayıda hikaye bıraktı. Bu hikayeler yeni hikayelere de kapı araladı. Mehmet Hayme’ninki de onlardan biri. Genç yaşta katıldığı gerillada Devrim Amed adını alır. Dağları evi olarak benimser. Sevdiği işi yapan insan bulmanın kolay olmadığı bu çağda, Devrim Amed yaptığı işi yani gerillacılığı sever. Bir gün onun ölüm haberini alır ailesi. Hepimizin bildiği, HPG bayrağı önünde çekilmiş vesikalık fotoğrafı yayımlanır. Aile gider cenazeyi almaya. Hayatta memur olmak dışında başka bir başarısı olmayan ırkçı ve kaprisli insanlarla eziyet dolu muhataplıktan sonra cenazelere bakmaya gider aile. Tanınamaz durumdadır cenazeler. Cenazeleri verme(me)k için aylarca süren DNA sonuçlarına aldırmaz bu kez devlet; DNA’ya gerek yok diyerek tekrardan bakmasını ister. Aile, oğluna en çok benzeyen cenazeyi alıp götürür. Adına mezar yaptırır. Oysa gömdükleri o Kürt genci oğulları Mehmet değildir. Devlet  “Asıl şimdi öldürdük” diyerek tekrar çağırır aileyi. Aile yine yollara düşer. Cenazeler yine tanınmaz durumdadır. Devlet bürokrasisi ve memurları ise şaşırtmaz. Baba yine oğluna benzeyen cenazeyi alıp getirir. Mehmet Hayme adıyla ikinci mezarı yaptırır diğerinin yanına.

Ölmeden adına iki mezar yapılmış, kendi cenazesinin binlerce insan tarafından omuzlarda taşındığını görmüş Mehmet Hayme. Ben bu iki mezar hikayesini ondan duymak istedim. Onun sesinden duyamadım ama onun kaleminden okudum. Kaldığı zindana onun adına bir mektup yazdım, belki ulaşır diye. Ulaştı ve o da kaleminin gücü yettiğince anlattı iki mezarın/ın hikayesini: 

Ben 17 yıl dağda kaldım. Sadece Çewlig’te 13 yıl boyunca ateş çemberinde yaşadım. 4 yıl başka dağlarda. Dağlar benim ana yurdum. 17 yıl boyunca Dersim’den Kandil’e kadar ayak basmadığım dağ, tepe, zozan, ova kalmadı. Bazen ıslak elbiselerle, bazen karların altında uyuyorduk. Ülke sevgisi ruhumuzun derinliklerinde bir volkan gibi yanıp tutuşuyordu. Yoldaşlarım bazen kollarımda, bazen sırtımda bazen de yanı başımda son nefeslerini verdiler, gözlerini kapattılar. Onların son nefeslerinde söyledikleri 'Başaracağız' sözünü halen duyabiliyorum. 

'Ya biz seni kendi ellerimizle gömdük'

Birinci mezar taşının hikayesi. Yıl 2001. Yedisu’da Mart veya Nisan ayı. İsmail arkadaşın öncülüğünde bir grup vardı. O tarihte büyük operasyon olmuştu. Bir iki gün çatışma çıkıyor. Kimseye bir şey olmuyor. Burada bir kişi kaçıyor, arkadaşların kaldığı yeri bir bir söylüyor. Sabah tekrar çatışma başladı. İki gün boyunca çatışıyor arkadaşlar. Kimi anlatımlara göre gaz kullanılmış. 23 arkadaş yıldızlaşıyor. Ben o zaman başka bir alandaydım. Bu arkadaşların içinde benim adımı taşıyan 'Devrim'' koduyla bir arkadaş var. Arkadaşlar da benim olduğumu sanıyorlar. Aile de gelip alıyor. Devrim arkadaş benim gibi uzun boylu bir arkadaştı. Ailenin o süreçte yaşadığı durum ve cenazeyi gidip sahiplenmesi bir cesaret, kararlık ve fedakarlıktı. Çünkü  o süreçlerde, kimse baskılardan dolayı cenazeleri sahiplenemiyordu. Benim bu durumlardan hiç haberim yoktu. 2 yıl sonra öğrendim ki ailem benim adıma bir arkadaşın cenazesini almış. İlk başta ben de şok oldum. Hatırlıyorum 2003 baharıydı. Kendimizi kuzeye hazırlıyorduk. Yanıma Panzer Kemal ile Şervan arkadaş geldi. Panzer Kemal beni çağırdı ben de gittim. Bana Şervan’ı göstererek ''Sen bu genci tanıyor musun'' diye sordu, yok dedim. Kemal ''Bu arkadaş silahını kaldırmaya gelmiş'. Ben ve Şervan arkadaş merhabalaştık. Tabii Şervan hem sarıldı hem de gözlerine inanamadı. Habire soruyor, ''Sen Şafi amcanın çocuğu musun?'', ben de ''Tabii onun çocuğuyum'' diyordum. O da ''Ya biz seni kendi ellerimizle gömdük. Sen nasıl ordan çıktın''. Ben de ''Ben ölmedim ki, ilk senden duyuyorum''. Meğer heval Şervan aileye söz vermiş, onun silahını kaldıracağım diye. Bunu duyunca çok duygulanmıştım. Ben ancak aileye 2004’te haber gönderebildim yaşıyorum diye. Daha sonra kız kardeşim geldi kendisi de anlatıyordu. Tam 3 yıl boyunca her perşembe günü gidip mevlüt okuyormuş mezarın başında. 

Mezarlardan birinde hala Mehmet Hayme'nin adı var

'Cenazem omuzlarda, Amed sokaklarında dolaştırılıyor’

İkinci mezar taşının hikayesi. Tarih 2007. 8 kişiydik. O arkadaşlarla uzun yıllar beraber kaldım ve çalıştım. Her biri ciğerim, can yoldaşımdı. Her biri dünyanın en güzel, temiz kalpli yoldaşlarıydı. Şubatın üçüydü. Kışın en soğuk mevsimi yaşanıyordu. Arkadaşların yeri deşifre oluyor. Çatışmalar başlıyor. 2 gün aralıksız. Onbinlerce düşmana karşı 12 kişi. Yine de güçleri yetmiyor. Tekrardan gaz kullanıyorlar. Burda Hozan Amed, Hogir Sefkan, Munzur Rojhilat, Rojger Karayazı, Faik Rojava, Gabar Afrîn, Şervan Dostik, Serhat Wan, Sîdar Lice, toplamda 10 arkadaş derin bir uykuya dalıyorlar. Gözlerini açtıklarında kampın üstündeler. Akla gelmeyen işkenceler yapıyorlar tek kelime alabilmek için. Sordukları soru Kahraman arkadaş içlerinde mi, 'hangisi Kahraman’. Yoldaşının yerini nasıl söylesinler. 10 yoldaş 2 yoldaşını kurtarıyor. Genç Munzur’un, Rojger Serhat’ın gülen gözleri halen gözlerimin önünde canlanıyor. Şimdi bile bunları yazarken zorlanıyorum, Ben sonbahara kadar o alanda kalmıştım. Olay duyuluca arkadaşlar benim de orda olduğumu sanıyorlar. Aile de Çewlig’e geliyor. Annem parçalanmış bedenlere bakıyor, çıkartamıyor. Benim gibi uzun boylu hevalê Faik’in cenazesini alıyorlar. O günü nasıl anlatayım. Bir yandan 10 arkadaşın aramızdan ayrılmasının derinden üzüntüsünü yaşıyorum, bir yandan halk beni, cenazemi omuzlarda, Amed sokaklarında dolaştırıyor. Onur verici bir duyguya kapılmıştım. Kendime diyordum 'Ne mutlu sana ki sen bu hakikat yoluna girebilmişsin' Bir yandan beni o genç arkadaşların aramızdan ayrılması zorluyordu ama öte yandan halkın böyle görkemli bir tören yapması gurur vericiydi. 

Yazmayı yeni öğrendim. Ben hiç düşünmüyordum bir gün kalemi elime alıp yazacağımı, aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yaşam mücadelesi bize bunu da öğretti. Dağ özlemiyle yaşıyorum.

Mezarlardan birinde hala onun adı var 

Kendisine teslim edilen iki cenaze için yan yana iki mezar yaptırmış baba Şafi Hayme. Birinde halen oğlunun ismi var. İki mezarı da her hafta ziyaret ediyor. "Onlar da benim oğlumdur. Mezarlarına gelir bakımlarını yapar, onlara dua ederim" diyor. O iki mezarda iki Kürt genci yatıyor. Birinde hala Mehmet Hayme’nin adı var. Mehmet Hayme ise savaşta esir düştükten sonra ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılmış. "Bizler için yer ve mekan, hiçbir önemi yok, önemli olan hakikat yolunda şaşmadan yürümeyi bilmektir'' diye yazıyordu mektubunda Hayme. Zulmüyle övünmeyi marifet bilen TC’ye aman dilemeden direnmeye devam ediyor.

 

*Yılmaz Kaya, Hayme ailesi boyun eğmedi, Yeni Özgür Politika,3 Ocak 2022

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.