'Anlattığın bir ülkenin, halkın hikayesidir’

Dosya Haberleri —

Yılmaz Uzun

Yılmaz Uzun

  • 'İnsanlık utansın!’ manşetiyle çıkmış o gün Özgür Ülke. Parçalanmış gerilla cenazeleri ve o cenazelere kahraman edasıyla basarak poz veren Türk askeri. 7 Ağustos 1994 tarihli Özgür Ülke’de 'vahşet fotoğrafları’ndaki ARGK’nin sır vermeyen komutanı Yılmaz Uzun, 'vahşet dönemi’nin direnişçilerindendi.
  • Diyarbakır 5 Nolu Zindanı’nda 1980-1984 arası yaşananları tanımlamak için 'vahşet dönemi' tabiri kullanılır. 5 No’lu, Türk devleti için Kürtlüğe ve Kurdistan’a dair her şeyin bitirilmeye çalışıldığı bir laboratuvardı. 'Vahşet dönemi’ne dair okuduğum en çarpıcı hikayelerden birinin kahramanıdır Yılmaz Uzun. Direniş dolu 12 yıldan sonra çıkar Yılmaz Uzun.
  • 9 Temmuz 1994'de Türk ordusu Cudi’ye bir operasyon başlatır. Yılmaz Uzun ve yanındakiler araç ayarlayarak Habur'dan Güney’e geçecektir. Bu esnada Silopili İlhan da onlara rastlar ve 6 kişi olurlar. Silopi Hacılar Taburu’nun önüne gelince askerler tarafından kuşatılırlar. Gerillalar anlarlar ki yolda ara ara şüphelendikleri taksici devletle işbirliği yapmıştır.
  • Gerillaları ve İlhan’ı panzerden indirip önceden hazırlanan çukura koyup taramaya başlarlar. Silahlar bir süre sonra susar. Üst üste yığılmış bedenleri kontrol eder ve giderler. İlhan ölmemiştir, yara bere dolu vücuduyla yollara düşer. Zaxo’ya ulaştıktan sonra başından geçenleri anlatır. Böylelikle Yılmaz, Selim, Behdinan, Küçük Gabar ve Büyük Gabar'ın direnişini herkes öğrenir.

İBRAHİM BULAK

1- 'Vahşet fotoğrafları'

'İnsanlık utansın!’ manşetiyle çıkmış o gün Özgür Ülke. Parçalanmış gerilla cenazeleri ve o cenazelere kahraman edasıyla basarak poz veren Türk askeri. Gazete 'İşte vahşet fotoğrafları' diye duyuruyor okuyucusuna özel haberini. M. Hayri Doğan imzalı ''İnsanlık nerede'' başlıklı yazıda şunlar yazılmış: ''5 gün akıl almaz işkencelerden geçirilir. Sır vermezler. Savaşçı olduklarını, esir muamelesi yapılmasını isterler. Sonra canlı canlı kulakları kesilir. Vücutları, çeşitli yerlerinden kesilir. Yılmaz Uzun’un direnişinden büyük bir öfke duydukları için, katletmeden boğazını keserler. 5 kişiyi de üst üste koyup bir çukura atarlar.'' (1). Çoğu insanın tanıdığı, bildiği bir manşettir bu. 90’lar boyunca Türk devletinin savaş suçu söz konusu olduğunda hatırlandı, hatırlatıldı. Sonraki yıllarda da benzer görüntüleri manşetten veren gazete ve yerlerin adı değişti fakat 'eli kanlı Rom celladı’nın vahşet tablosu değişmedi. 7 Ağustos 1994 tarihli Özgür Ülke’de 'vahşet fotoğrafları’ndaki ARGK’nin sır vermeyen komutanı Yılmaz Uzun, 'vahşet dönemi’nin direnişçilerindendi.

2- ‘Vahşet dönemi'

Diyarbakır 5 Nolu Zindanı’nda 1980-1984 arası yaşananları tanımlamak için 'vahşet dönemi' tabiri kullanılır. Darbeciler bir vakit, 'Bu işi başardık' dediler, sevindiler. Bu yüzdendir cellatbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın 1981 yılının sonlarında 'Şu anda hapishanede kurallara uymayan bir sinek dahi yoktur' demesi. Fakat Mazlum Doğan’ın yaktığı direniş meşalesi dalga dalga yayıldı ve bir daha sönmedi. 35. ve 36. koğuşlarda kalanlardı direnenler. Her türlü işkenceye o daracık hücrelerde direndiler ve 'Bu insan çığlıklarını unutmayın' dediler. Diyarbakır 5 No’lu Zindanı, Türk devleti için Kürtlüğe ve Kurdistan’a dair her şeyin bitirilmeye çalışıldığı bir laboratuvardı. 'Vahşet dönemi’ne dair okuduğum en çarpıcı hikayelerden birinin kahramanıdır Yılmaz Uzun.

35. koğuşta bir dönem aynı hücrede kaldığı Mehdi Zana, anlatıyor onunla hücredeki bir anısını: ''Yıl 1982, Ocak ayındayız. Diyarbakır 5 No’lu cezaevinin 35. koğuş hücrelerindeydik. Yılmaz Uzun'la aynı hücrede beraber kalıyorduk. Toplum ve doğadan o kadar uzak kalmıştık ki, bir soğanın filizlenmesi bile bize hoş geliyordu. Bu hasretle Yılmaz Uzun, bir kavanoza su doldurdu ve bir soğan yerleştirdi içine. Soğan gün geçtikçe alttan kök vermeye başladı. 20 günü aşkın süreyle hep kök veriyordu. Yılmaz her gün 3-4 sefer yerini değiştiriyor, çocuğuna bakar gibi bakıyordu. Güneşin vurduğu yerlere doğru kavanozu gezdiriyordu. 25. günde üstten filizlenmeye başladı. Üç gün içinde bir karış boy atmıştı. Artık bir saksı gibi hücremizi yeşillendirmişti. Bu soğana zevkle bakıyor, ona özen gösteriyorduk. Özellikle Yılmaz, bardağı eline aldığında, çocuğunu sever gibi bir tavır içindeydi. Artık bütün konuşmamız yeşillik ve çiçekçilik üzerineydi. Bu değişiklik içinde Yılmaz'ın mahkemeye gittiği birgün, hücrelerde arama yapıldı. Bizim hücre aranırken teğmenin gözüne çarptı kavanoz:

"Bu nedir, yeşermiş!"

"Soğandır", dedim.

"Soğan yetiştirmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?"

"Bu yetiştirme değil, kuru bir baş soğanı bardağın ağzına koymuşuz. Yeşerip yeşermeyeceğini bekliyoruz."

"Hayır olmaz!" Askere emir vererek soğanı hücreden aldırttı. Aramada, döşek ve yastıkları yırtıp dağıttılar. Çantalarımızı boşaltıp, pantolonlarımızı, gömleklerimizi yırtıp attılar. Üstümdeki kazak, gömlek ve atletleri alıp çıplak vaziyette coplarla omuz başlarıma, sırt ve kafama vurdular. Kendilerini tatmin ediyorlardı. Öyle bir dayak yedim ki, ayakta duracak halim kalmamıştı. Düşmemek için o kadar zorlanıyordum ki, elbiseler de kucağımda, tir tir titriyordum. Bu asteğmenlerin bütün derdi, her geldiklerinde beni dövme zevkine kavuşmalarıydı. Zaten hep öyle oluyordu. İlgisi olsun olmasın, "Mehdi Zana'yı dövdüm", diyebilmek ve bunu hatıra defterine yazabilmek için mutlaka bir yolunu bulur, gelir, bana vurmaya kalkışırlardı ve her vurduklarında, "Kürtlerin Belediye Başkanı! Kürtler gelsin seni kurtarsın bakalım!" derlerdi.

Soruşturmadan tutun, şimdiye kadar karşılaştığım bütün olaylarda bu tür konuşmalara muhatap oluyordum. Mahkemede, avukat ve ziyaretçi görüşmelerinde, yolda, arabada, lanet taşı gibi gardiyan, subay herkesin boy hedefi halindeydim.

Aramadan sonra, akşam, Yılmaz mahkemeden geldi. İlk işi, "Benim soğan nerede?" diye sormak oldu. Soğanın yerinde olmadığı hemen gözüne çarpmıştı.

'Senin çiçeğinin yasak olduğunu söyleyerek aramada alıp götürdüler’ dedim. Hiçbir şey demedi, oturdu, gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Öyle bir sessizlik oldu ki, beni de bir hüzün sardı. Yılmaz bu duruma girmeden bende hiç etki yaratmamıştı. Yılmaz'ın bu üzüntüsü beni de hayli duygulandırmıştı... '' (2)

Yılmaz Uzun, Ceyhan Cezaevinde

3- Zindandan dağa giden süreç

'Apê Musa’ya mektuplar köşesinde’, '(…) size yiğit bir insanı anlatmak istiyorum'' diye yazmış Yusuf Serhat Bucak. Yılmaz Uzun’dur anlatmak istediği yiğit: ''Kemal’den sonra yanlış anımsamıyorsam komutan Reşo (Ferhat Uzun) GAP bölgesinde şehit Numan (Celal Özalp), Dr. Kemal ile birlikte şehit düşmüştü. Bir köyde görüşmüştük, 'Siverek’in ihalesi yine bize kaldı' demişti. Şehit düştükten sonra cenazesi Siverek’e götürüldüğü akşam Yılmaz’la beraberdik. G. Batı’da [Bugün Rojava denilen yer o zamanki siyasi literatürde Güney Batı veya Küçük Güney olarak anılıyordu] bir yurtseverin evinde kalıyorduk. Birlikte telefonla aradık dostları, şehit Reşo’nun cenazesinin devlet güvenlik güçlerinin nezaretinde sessiz kaldırıldığını öğrenince çok bozulmuştu. 'Reşo’nun cenazesinde Serhildan' olmalıydı diye haşlamıştı dostları. Sabaha kadar uyku girmedi gözlerine. Nereden bilecekti ki aradan bir yıl geçtikten sonra kendisinin bir komplo sonucu tutsak düşüp vahşice katledileceğini! Cenazesinin bile bulunamayacağını."

. . .

"Kardeşi ile birlikte bir öğrenci olayı nedeniyle tutuklanmıştı. 15-16'sında yoktu. İkisinin de avukatlığını ben üstenmiştim. Tahliye edildiler ilk duruşmada. Mahkemedeki yaşından büyük tavrı halen gözlerimin önündedir. Hiç unutamam. Sonra 1979’da ismi fırtına gibi mahalleden mahalleye esmeye başlamıştı. Ben bu arada Siverek’ten ayrılmak durumunda kalmıştım. Bir gün çok yakınımın evine arkadaşları ile birlikte gidip, mahalleden çıkmalarını söylemişlerdi. Yakınımın evinde dolma varmış o akşam. Yememiş. Seneler sonra 1989’da Ceyhan Cezaevin’de görüştüğümüzde kendisine takılmıştım, 'bir daha yakınlarıma gidersen dolma yemeyi unutma' demiştim. Anladı, nereden nereye dedi, gülmeye başladı. Sonraları hep görüştük cezaevlerinde. Cezaevinden çıktıktan sonra da hiç beklemeden ülkesine koşmuştu. Ülkemizin tel örgülerle, mayınlarla bölünmüş bir parçasına kendi bildiği yöntemi ile gitmişti. Orada yeniden görüştük. Beni kapıda karşılamıştı, sobanın etrafında oturmuştuk, çaylarımızı yudumluyorduk. Ceyhan Cezaevi’ndeki tekerlemeyi tekrarladı 'Ağabey nereden, nereye.' Sonra iki aya yakın birlikte kaldık."

"Ülkemizin bir parçasını birlikte arşınladık bir ay boyunca. Benimle birlikte kitleye çıkma olanağını bulmuştu. Mutluydu gözlerinin içi gülüyordu. Şehit aileleriyle röportaj yapıyordum. Qamışlo’da yine bölgemden birisiyle karşılaştık, tanımamıştım. Kendisini tanıttı 'Hatırlıyor musunuz yazıhanenize aşiret davalarımız için gelirdik, bakın şimdi ulusumuzun davası için buradayız' demişti. Duygulanmıştım. G. Batı’da dört arkadaşıyla birlikte şehit olduğunu duyunca günlerce sesi kulaklarımdan çıkmadı. Halen hatırladıkça burnumun kemiği sızlar. (…) Bana hep 'GAP’a yöneleceğim. Sen de gel oyun bozanlık yapma' diyordu. Botan’a yöneldiğini duydum, Kürt ihaneti bu kadar alçak olmasaydı, şehit düşmeseydi sözünü yerine getirirdi. Şehit düştüğünü komutanı Murat Karayılan'la yapılan bir röportajda öğrendim. Daha sonra yaralı kurtulan arkadaşının televizyonda yayınlanan röportajını izledim." (3)

Y. Serhat Bucak’ın 'yaralı kurtulan arkadaşım’ dediği ise aslında o gün tesadüf sonucu yolu Yılmaz Uzun ve yanındaki dört savaşçı ile kesişen bir Kürt yurtseveridir. Kendisi Türk devletinin zulmünde kurtulmak için Güney Kurdistan’a gitmiştir. Orda belli bir düzen kurduktan sonra ailesini yanına almak için sınırdan gizlice Silopi’ye geçmiştir.

7 Ağustos 1994-Özgür Ülke

4- 'Vahşet fotoğrafları’nın öncesi

Direniş dolu 12 yıldan sonra içerden çıkar Yılmaz Uzun. Ahmet Kaya’nın İçerden Çıkan Adam şarkısındaki mahpus gibi yılgın ve ne yapacağını bilmez değildir. Öfkeli ve mücadele isteği ile doludur. Mahpusluktan sonra çetin bir savaşın yaşandığı Kurdistan dağlarında artık bir ARGK gerillasıdır. O zamanlar Botan’da komutanlık yapan Murat Karayılan ile kalır bir süre. Murat Karayılan onu anlatıyor: “Yılmaz Uzun arkadaşta yanımızdaydı. Çünkü Cudi bölge komutanlığının yardımcısıydı. Yani Cuma [Cuma Bilikî (Selim Ülker)] arkadaşın yardımcısıydı, Cuma arkadaşın şehadetiyle o da çok zorlandı. Yılmaz arkadaş, Siverekli ve Siverek direnişine aktif bir militan olarak katılmış, zindanda kalmış eski bir arkadaştı. Ama gerilla savaşı ve dağ tecrübesi yoktu. Yanımda bir süre kalarak, benimle hareket etti, onu epey hazırlamıştık. Bir yıla yakın yanımda kaldı. Önderlik de [Abdullah Öcalan] onu çok önemsiyordu. Daha sonra Cudi komutan yardımcılığına atandı. Cudi bölge komutanı olan Cuma arkadaş ile çok uyumlu bir birliktelik kurmuşlardı. Bu nedenle Cuma arkadaşın şehadeti onu çok zorladı. Şehadet üzerine bir süre Cudi karargahında kaldım. Yeni düzenlemeler yaptık. Çırav bölge komutanı olan Cafer Sori arkadaşı Cudi’ye düzenledik. Cafer arkadaş daha yerine varmadan, Haftanin’e hareket etmek üzere yola çıktım.’’ (4)

Silopili İlhan

Silopili İlhan ölmemiştir

9 Temmuz 1994 yılında Türk ordusu Cudi’ye yeni ve çok kapsamlı bir operasyon başlatır. O esnada Yılmaz Uzun, Cudi bölge komutan yardımcılarındandır. Görev gereği Güney’e geçmesi gerekir. Yolda hastalanır ve yürüyemez duruma gelir. Gidilecek yer uzak olduğu için, Yılmaz Uzun’la birlikte dört savaşçı daha kalır. Yılmaz Uzun ve yanındakiler araç ayarlayarak Habur Sınır Kapısı'ndan Güney’e geçecektir. Bu bekleyiş esnasında zifiri karanlıkta kontra ve devlet güçlerinin baskılarından dolayı ailesinin bir kısmı ile Güney’e kaçan Silopili İlhan da onlara rastlar. Ailesinin geri kalanını da getirmek için o gece karanlığında kaçakçılarla birlikte sınırı geçmiştir. Sınırı geçince Yılmaz Uzun’un içinde olduğu gerilla grubuyla karşılaşır önce korkmaz gitmek istemez fakat gerçekten gerilla olduklarına ikna olunca onların yanına gider. ''Cudi’de operasyon var, her taraf asker kaynıyor, seni buralarda görseler yaşatmazlar, sorgusuz, sualsiz kurşuna dizerler’' der ona Yılmaz Uzun. Ona böyle bir ortamda gidemeyeceğini ve kendileri ile beraber tekrar Güney’e geçmelerini söyler. İlhan’la beraber artık 6 kişi olurlar. Köylülerden birinin aracılığıyla temin ettikleri araba bir süre sonra gelir yanlarına. Silahlarını arabanın bagajını koyarlar ve köylülerden aldıkları elbiseleri giyerler. Silopi Hacılar Taburu’nun önüne gelince Özel Tim ve askerler tarafından durdurulur. Arabanın şoförü ile bir süre konuşurlar askerler. Askerlerin sayısı bir süre sonra içindekiler inmeden elliye ulaşır ve taksinin etrafı sarılır. Gerillalar anlarlar ki yolda ara ara şüphelendikleri taksici devletle işbirliği yapmıştır. Korkunç işkencelerden geçirilirler. Yılmaz Uzun’un parçalanmış bedenini yüzlerce insanın bulunduğu toplu mezarlığa atarlar. Dört gerillayı ve Silopili İlhan’ı panzerden indirip önceden hazırlanan çukurlara koyup otomatik silahla taramaya başlarlar. Silahlar bir süre sonra susar. Üst üste yığılmış cenazeleri kontrol ederler ve hepsinin öldüklerine emin olduktan sonra giderler. Askerler uzaklaştıktan bir süre sonra cenazelerin arasında bir hareketlilik belirir. Silopili İlhan ölmemiştir ve yara bere dolu vücuduyla yollara düşer. Zaxo’ya ulaştıktan sonra başından geçenleri anlatır. Böylelikle Yılmaz Uzun, Selim, Behdinan, Küçük Gabar ve Büyük Gabar adlı gerillaların direnişini herkes öğrenir. 21 Temmuz 1994 olarak kayıtlara geçer ölüm tarihleri. (5)

21 Temmuz 1998, Özgür Politika

5- Kesintiye uğrayan bellek

Kendi kuşağından yoldaşları yaşlanıyor ama o hep 33 yaşında. 90’lı yıllarda ölüm şekli ve 5 No’lu direnişçilerinden olduğu için adeta bir sembol haline gelmiş. O yıllarda çıkan yayınların sayfalarında ona dair yazılar, anmalar var. Fakat bir süre sonra hatırlanmaz olmuş. Uzun süre hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığım için yarım yamalak bir şeyler yazmak istemedim. Fakat o bir biçimde sararmış bir gazete sayfasında, fotoğrafta, kitapta karşıma çıkıyordu. Bana 'Beni anlat, anlattığın sadece benim hikayem değil, senin, bir ülkenin, halkın hikayesidir' der gibiydi. Ben de bildiğim kadarıyla hayatı mücadeleyle geçmiş bu devrimciyi anlatılanlardan yola çıkarak anlatmaya çalıştım.

***

KAYNAKÇA:

1-M. Hayri Doğan’ın 7 Ağustos 1994’te yazısının bulunduğu sayfaya ulaşamadım. Özgür Tüzün, 'İnsanlık Utansın!' başlığıyla Özgür Politika’da (3 Mayıs 1998 tarihli sayısı) yayımlanan yazısında Yılmaz Uzun’un adının geçtiği M. Hayri Doğan’ın bu yazısından alıntı yapmıştı. Bu yazıyı da Yılmaz Uzun’un ölümünden 4 yıl sonra Ülkede Gündem gazetesinin (31 Mart 1998) Antakya’nın Erzin ilçesinde iki gerillanın cenazelerine işkence edildiğinin belgeleyen haberi vesilesiyle kaleme almış.

2- Mehdi Zana, Vahşetin Günlüğü, Melsa Yayınları, Mart 1992, Sayfa 210, 211, 212.

3-Bu bölümler Yusuf Serhat Bucak’ın 26 Temmuz 1998 tarihli Özgür Politika’da yayımlanan 'Yılmaz Uzun' yazısında alınmıştır.

4- Murat Karayılan, Bir Savaşın Anatomisi-Kurdistan’da askeri çizgi, Mezopotamya Yayınları, 4. Baskı, Aralık 2012, Sayfa 268.

5-Silopili İlhan’ın anlatımları o yıllarda yurtsever kamuoyunda etki yaratır. Bu anlatımlardan yola çıkarak o vakit zindanda olan yoldaşı Celalettin Delibaş 'Mücadele arkadaşları adına’ notuyla bir yazı kaleme alır. Bu kısımdaki bilgiler yaşananları öyküsel bir biçimde anlattığı bu yazısından alınmıştır: 1997-97 Şehitler Albümü/Özel sayı:25, Weşanên Serxwebûn, Sayfa 73-83.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.