Isabel Coe’nun mirası
Toplum/Yaşam Haberleri —

Isabel Coe / foto: AAP/Mark Graham
- “Biz sadece bu ülkenin değil, dünyanın da ilk halkıyız ama bu gerçeğin hâlâ tanınmadığını görüyoruz ve bir başka soykırım yaşandığında sizler de bu soykırımın bir parçası olacaksınız!” Isabel Coe
ÇEVİRİ: TİJDA YAĞMUR
1960’lar ve 70’ler, büyük ölçüde sömürgeciliğe karşı mücadelelerin damgasını vurduğu bir dönemdi. Cezayir’in nihayet Fransız sömürgeciliğinden bağımsızlığını kazanması, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı hareketin silahlı mücadeleyi benimsemesi ve Amerika Yerlileri’ne ait toprakların geri verilmesini ve kabile egemenliğinin yeniden tesisini savunan Amerikan Yerlisi Hareketi (AIM) gibi taban örgütlenmeleri bu dönemin önemli kazanımlarına örnek gösterilebilir.
Sömürgeleştirilmiş kadınların tarihini inceleyenlerin bildiği üzere, 60’lar ve 70’lerin aktivist grupları büyük ölçüde erkek egemen yapılardı. Feminist analizlerin eksikliği ve zaman zaman açıkça sergilenen erkek şovenizmi, kadınların doğrudan kendilerini ilgilendiren anti-sömürgeci mücadelelerden dışlanmasına yol açıyordu. Bu nedenle, tüm bunlara rağmen mücadeleyi bırakmayan, anti-sömürgeci hareketlerden dışlanmayı reddeden tavizsiz kadınların başarılarını görünür kılmak önemlidir. Bu yazıda, Wiradjuri halkından Isabel Coe’ya (Aborjin egemenlik hareketinin tek kadın kurucusuna) odaklanacağım.
Sömürgeciliğin mirası
Isabel Coe, 1951 yılında Yeni Güney Galler’de (NSW) yer alan Erambie Misyonu’nda dünyaya geldi. Erambie Misyonu, 1890’larda NSW hükümeti tarafından Aborjinleri Avustralya toplumundan ayırmak amacıyla kurulmuştu. Misyonlar, bir misyon yöneticisi ya da devletin atadığı bir görevli tarafından yönetilirdi. Bu makamlar yalnızca beyazlara ayrılmıştı ve Aborjinlerin yaşamının her alanında tam yetkiye sahiptiler. Misyon yöneticileri, okullarda ne öğretileceğine, gıda yardımının nasıl bölüştürüleceğine, kimin kiminle evlenebileceğine karar verirdi. Ama en önemlisi, hangi çocukların “yarı kan” olduğuna (yani karışık kökenli, daha açık tenli Aborjinler) hükmederlerdi. Daha açık tenli bu çocuklar, ya beyaz aileler tarafından evlat edinilerek “asimile edilir”, ya da beyaz ailelerin evlerinde zorla ücretsiz hizmetçi olarak çalıştırılmak üzere ailelerinden koparılırdı. Misyondaki yaşam, bütünüyle sömürgeciliğin mirasıyla şekillenmişti; bu nedenle Coe’nun ileride benimsediği politik duruş hiç de şaşırtıcı değildi.
Coe, 1960’ların sonlarında, 17 yaşındayken Sydney’e taşındı. Bu yıllar, Aborjinlerin misyonlardan ve kırsal bölgelerden şehir merkezlerine kitlesel olarak göç ettiği bir dönemdi. Bu göç, büyük ölçüde, söz konusu bölgelerdeki baskıcı ve neredeyse dikta seviyesindeki yönetim tarzının bir sonucuydu.
Aborjinler için Eylem Öğrencileri
Aborjin yurtseverliği, 1960’ların sonları ve 70’lerde ivme kazandı. Bunun zemini, 1962’de oy hakkı kazanarak Avustralya toplumuna resmen dahil olunmasıyla atılmıştı. Ardından hareket, 1965’teki Özgürlük Yolculuğu (Freedom Ride) gibi eylemlerle medya görünürlüğünü artırmaya yöneldi. Bu yolculukta, Aborjin aktivist Charles Perkins liderliğinde Sidney Üniversitesi’nden bir grup öğrenci, Aborjinler için Eylem Öğrencileri (SAFA) grubunu kurdu. 15 gün süren bu yolculuk boyunca SAFA üyeleri, NSW’de açık ayrımcılığın (özellikle Aborjinlerin kamu tesislerine alınmaması) halen sürdüğü kasabalara gitti. Bu eylem, kırsal NSW’deki apartheid gerçeğini ülke çapında görünür kıldı ve şehirlerde yaşayanların bu durumu inkâr edemeyeceği bir biçimde gündeme taşıdı.
Sonunda 1967 referandumu yapıldı ve anayasa değiştirildi. O zamana kadar Avustralya Anayasası’nda Aborjinlere açıkça ayrımcılık yapan iki madde vardı:
Madde 51: “Avam Kamarası, herhangi bir ırka mensup halk için (devlet içindeki Aborjin halkı hariç) özel kanunlar yapabilir” diyordu. Yani federal hükümet, Aborjinler dışındaki tüm etnik gruplar hakkında yasa çıkarabiliyor, Aborjinlerle ilgili konular ise tamamen eyaletlerin yetkisine bırakılıyordu.
Madde 127: “Avam Kamarası veya herhangi bir eyaletin nüfus sayımında, Aborjin yerliler hesaba katılamaz” diyordu.
Referandum, Avustralyalıların %91’inin “evet” oyu ile geçti. Böylece Aborjinlerin nüfus sayımına dahil edilmesi ve anayasadaki bu maddelerin güncellenmesi yasalaştı.
Resmî anlatıda bu referandum, “yerli hakları” için bir ilerleme olarak kutlanır. Ben ise tam tersini düşünüyorum. Referandumun değişiklikleri, yalnızca yüzeydeki eşitsizlikleri giderdi; esasen hükümetin Aborjin yurtseverlerinin daha köklü (ve maddi temelli) taleplerinden kaçınmasının öngörülebilir bir yoluydu. Kolonyal yapılarla doğrudan yüzleşmekten bilinçli olarak kaçınıldı, “dâhil etme” adı altında, hedefi Avustralya devletine entegrasyon olan bir siyaset izlendi. Bu entegrasyon hedefi, sömürgeci düzeni yerinden oynatmadı, olduğu gibi bıraktı.
Kırsaldaki Aborjin nüfusun şehirlere taşınmasıyla birlikte, önceden misyonlarda ve dağınık topluluklarda imkânsız görünen siyasi örgütlenme bir anda mümkün hale geldi. Bir arada yaşamak, ortak mücadele bilincini de güçlendirdi.
Isabel Coe’nun çıkışı
Beyaz Avustralya’da Aborjin yurtseverliğinin yükselişini tartışırken eksik kalan noktalardan biri, dünyadaki diğer ulusal kurtuluş hareketlerinin bizim topluluklarımıza olan etkisini küçümseme eğilimleri. Şehirlere taşınan Aborjinler, Güney Afrika’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların örgütlenip siyah ulusal kurtuluş mücadelesi yürüttüğünü izliyordu. Kendi ailemden örnek verecek olursam, büyüklerimiz Malcolm X’e hayrandı: Beyaz toplumla bütünleşme fikrini açıkça reddeden, siyahların kendi kaderini tayin etmesini savunan, ABD’yi halkını tutsak eden ahlaksız bir emperyal güç olarak gören bir siyah lider. Bu, daha önce hiç karşılaşmadıkları (ya da en azından bu ölçekte görmedikleri) bir fikirdi. Artık bu düşünceler televizyonlardan doğrudan evlerine ulaşıyordu. Bunun Aborjin hareketlerine etkisini net biçimde görüyorum: Isabel Coe ve arkadaşları “Avustralya” diye bir ülkenin varlığını dahi tanımıyor, meşruiyetini reddediyordu. Talepleri, bir yerleşimci-sömürge devleti içinde daha iyi muamele görmek değil; bu ülkenin üzerinde kurulduğu toprakların egemenliğini geri almaktı.
Tüm bu gelişmeler, birçok Aborjin örgütünün doğmasına yol açtı. Yeni Güney Galler’de Aborjin ulusal kurtuluş mücadelesinin merkezi Redfern oldu. Isabel Coe’nun mirası da burada başlar.
1960’ların sonu ile 70’lerde Coe, Aborjin yurtseverlerinin çekirdek grubunda yer aldı; ilk olarak Aborjin Hukuk Servisi’nde (ALS) çalışmaya başladı. ALS, Sidney şehir merkezindeki Aborjinlere yönelik yaygın polis şiddeti ve açık ayrımcılığa karşı kuruldu. Avustralya tarihinde ilk kez, polis şiddetine karşı mücadele edenlere sistemli hukuki destek sağlıyordu. 1972’de, Aborjin halkının toprak haklarını ve tam egemenliğini talep eden bir protesto alanı olarak “Çadır Elçiliği” kuruldu ve Coe yine kuruluşunda kilit rol oynadı.
1993’te Coe, Coe v Commonwealth davasında Wiradjuri ulusu adına Yüksek Mahkeme’ye başvuran ana davacıydı. Bu davada, Britanya Kraliyeti’nden bağımsız, kendi egemen ulusları olarak tanınmaları ve koloni sınırları içinde özerk yönetim hakkına sahip olmaları talep ediliyordu. Dava ayrıca, Aborjin halklarının soykırımı da dahil olmak üzere, devletin geçmişte işlediği insanlığa karşı suçları gündeme taşıdı. Mahkeme bu talepleri reddetti, ancak Coe’nun çabaları, Britanya ve Avustralya yerleşimci-sömürge yönetimlerinin Aborjin toprakları üzerindeki meşruiyetine yöneltilmiş en doğrudan meydan okumalardan biri olarak tarihe geçti.
Kendi kaderlerini tayin hakkı
“Bugün Aborjin Çadır Elçiliği tamamen kendi kaderlerini tayin hakkı meselesidir; burası Aborjin toprağıdır, hep öyleydi ve hep öyle kalacak. Biz orada egemenliğin gerçeğini anlatmak için varız. Artık oturup konuşma zamanı geldi: Biz anneleriz, büyükanneleriz, teyzeleriz, kız kardeşleriz; hepimizin ortak bir amacı var, bu ülke üzerinde hakkımız var çünkü hepimizin çocukları var. Eğer bir sonraki yüzyıla barış ve uyum içinde gireceksek kendi kaderlerini tayin hakkı meselesini konuşmak zorundayız. Kimsenin ağzına almak istemediği o kirli kelime: Aborjinlerin kendi kaderlerini tayin hakkı.” – Isabel Coe, 1998
Coe’nun mücadelesi her şeyden önce toplumsal temelliydi. Egemenliği kamusal alanda görünür kılan eylemleriyle bilinse de, bana kalırsa gerçek değerleri ve halkına olan sevgisi, en açık şekilde, daha az bilinen çalışmalarında görülür.
Sidney’in iç mahallelerindeki Aborjin topluluklarını saran AIDS krizi ile mücadelede önemli bir rol oynadı; Ulusal Aborjin HIV/AIDS Konseyi’nin kurulmasına yardımcı oldu. Ayrıca konut, sağlık ve hukuk alanlarında hizmet veren pek çok kuruluşun hayata geçirilmesinde yer aldı; bunlardan biri de kurucularından olduğu Redfern Aborjin Çocuk Hizmetleri’ydi (ACS). 1997’de, “Bizi Eve Götürün” başlıklı tarihi rapora katkı sunan Yerli Danışma Konseyi üyelerinden biriydi. Resmî adıyla Aborjin ve Torres Boğazı Adalı Çocukların Ailelerinden Koparılması Üzerine Ulusal Soruşturma Raporu olan bu çalışma, devletin on yıllar boyunca bu çocukları zorla ailelerinden ayırma politikasının sonuçlarını ve tanıklıklarını belgeleyen ilk ulusal rapordu.
Isabel Coe’nun mirasına bakarken beni en çok etkileyen, Aborjin yurtseverliğini ilerletme konusundaki sarsılmaz kararlılığıdır. Sydney’de hem Avustralya devletine hem de yerel yönetime karşı yürütülen neredeyse tüm büyük politik mücadelelerde ya doğrudan kurucu oldu ya da aktif rol aldı. Ulusal kurtuluş mücadelesinde kadınları ve çocukları asla geride bırakmadı. Bugün bile, Avustralya’daki sol grupların (Aborjin veya değil) feminist analiz konusunda Batı’daki benzerlerinin gerisinde kaldığını gözlemliyorum. Bu eksikliğe rağmen, Coe gibi kadınlar susturulmayı reddetti. Hem kadın düşmanlığına hem de ırkçılığa karşı halkının özgürlüğü için mücadele etti. Onun mücadeleden dışlanmayı reddetmesi ve adalete olan bağlılığı, Aborjin ulusal kurtuluş davasına adanmışlığının güçlü bir kanıtı olarak duruyor.
Kaynak:
https://totalwomanvictory.substack.com/p/isabel-coe-the-woman-who-shaped-aboriginal















