Jean-Paul Sartre imparatorluğun karşısında bir duruş sergiledi

  • Sartre, Fransız sömürgeciliğine getirdiği eleştirilerden kaynaklı olarak defalarca paramiliter-faşist gruplar tarafından tehdit edildi, iki kez evi bombalandı. Tehdit altındayken dahi duruşundan taviz vermedi ve ırkçılık ile sömürgecilik üzerine teorilerini geliştirdi.
Jean-Paul Sartre

OLIVER GLOAG

İngilizceden çeviren: EDA İBRAHİMOĞLU

 

Kendi zamanında Sartre dünyanın kamusal olarak en ünlü ve etkileyici entelektüellerinden biriydi. “Hainler listesi”nde Jean-Paul Sartre’ın puanı oldukça yüksekti. Ölümünden beri, ne yazık ki, Sartre’ı eleştirenler onu totalitarizm savunucusu gibi göstermiş ve kendini Albert Camus ve Raymond Aron gibi çağdaşlarıyla hoş olmayan bir şekilde karşılaştırdılar. Sömürgecilik üzerine yazılarını en iyi ihtimalle saf, en kötü ihtimalle art niyetli bir şekilde gözden kaçırmış ve bugünün durumuyla bir ilişki kurmadan reddettiler.

Doğrusu, Sartre’ın sömürgecilik analizi ve buna karşı savaşması onun en değerli miraslarından biriydi. Bu konu üzerine yazıları Vietnam’dan Cezayir’e sömürgeci hakimiyetin yoğunlaştığı döneme rastladı. Sarter’ın kendisi sahip olduğu otoriteyi ve kamusal kişiliğini bu mücadeleler için kullandı ve kendi güvenliğini önemli ölçüde riske attı.

İmparatorluk krizde

II. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra egemen ulus statüsü belirsizliğe düşmüş, zayıflamış Fransa, kolonileri üzerinden yeniden güçlenmek için bir dizi çaresiz, kanlı ve kısa vadede başarılı girişimde bulundu. Fransa’nın Almanya tarafından işgal edilmesiyle sahip olduğu sorunlar Fransız kolonisinin kuralları altında yaşayan halklar açısından bir değişime neden olmadı.

Ocak 1944’te Charles de Gaulle, Fransız hakimiyetindeki Kongo’nun başkenti Brazavil’de yaptığı ünlü konuşma sırasında adeta bağımsızlık sözü vererek Afrikalıları kendi tarafına çekti. Bu özgürlük retoriği ve Fransız Ordusu’nun Avrupa’da yenilgiye uğramasıyla cesaretlenmiş birçok sömürge halkı egemenliklerini ve özgürlüklerini talep etmek için sokağa çıktı.
Mayıs 1945 Avrupa Zafer Günü’nde, Cezayir kasabaları Sétif ve Guelma’da, içlerinde Fransız Ordusu gazileri de olan yüzlerce insan Cezayir bayrağı altında protesto gösterisi yaptı. Ayaklanma Fransız otoritelerinin kontrolü kaybetmesine ve bazı polis memurlarının ve yerleşimcilerin ölmesine yol açtı. Baskı bundan sonra acımasız bir hal aldı. Fransız polisi ve yerleşimci militanlar tarafından gerçekleştirilen katliamlarla binlerce Arap sivil öldürüldü, bugün gerçek sayılar hala net olarak bilinmemekle birlikte tahmini rakamlara göre on bin Cezayirli katledildi.

Bu kan gölü Cezayirliler için kalıcı bir travma yarattı: Bunun etkisiyle ülkenin bağımsızlık savaşı ortaya çıktı. Baskı, Cezayir Devrimi’ni on yıl geciktirmiş olsa da, milliyetçiler arasında Fransa’dan tam ayrılığın ilerlemeye giden tek yol olduğu fikrini sağlamlaştırdı.

Mart 1947’de Fransız Ordusu Madagaskar’da başka bir katliam gerçekleştirdi. On binlerce Madagaskarlı bağımsızlıklarını savunurken öldürüldü. Bu katliam, o dönem hala Nazi işgalinin sarsıntısını yaşayan Fransa’da kayıtsızca karşılandı.

Fransa; Senegal, Kamerun ve Suriye’de sömürge taleplerinin zorlayıcılığına karşı başka yöntemler deniyordu. Bu sömürgeler Fransız ordusunun ve yerleşimcilerinin acımasız baskısıyla karşılaştılar. Fransız işgalindeki Hindiçini’nde, bir Fransız donanma gemisi Kasım 1946’da Haiphong kentini bombalayarak altı bin insanı öldürdü. Böylece Ho Chi Min liderliğindeki Vietnam’ın kurtuluş hareketine karşı savaş tüm boyutlarıyla başlamış oldu.

Bu zamanlarda Hindiçini’ne açılan savaşı kınayan Sürrealistlerin dikkate değer istinasları dışında bilinen entelektüeller, Fransız devletinin davranışlarını kesinlikle kınamadı. Şair André Breton uzun zamandır samimi bir anti sömürgeci duruşa sahipti: örneğin 1920’lerde Breton, Rif Savaşı sırasında direnişçilerin lideri olan Abdülkerim Hattabi’yi desteklemişti.

Sartre ve Sömürgecilik

Jean-Paul Sartre’ın, Fransa’nın Hindiçini’ndeki sömürge savaşına ilk kamusal tepkisi Aralık 1946’da a Les Temps modernes’in başmakalesinin başlığında kendini gösterdi: “Hem Cellatlar Hem de Kurbanlar”. Böylelikle Albert Camus’nün devrimci şiddeti pasifist bir konumdan eleştirdiği “Ne Kurbanlar Ne Cellatlar” başlıklı bir dizi makalesini çürütmüştü. Baş makale, Komünist Parti de dahil olmak üzere koalisyonun bir parçası olan Fransa Parlametosu’ndaki tüm partilerden farklılaşarak Hindiçini Savaşı’nı kınamış ve Fransa Ordularını geri çekilmeye çağırmıştı.

Sartre’ın baş makalesi meşru devrimci şiddetle, Fransızların Hindiçini’ndeki varlığı ve Almanların Fransa’daki işgaline bir karşılaştırma içerdi. Birçok yorumcu bu makaleye ateş püskürdü. Yazar François Mauriac bunun üzerine sert bir makale yazarak Sartre’a doğrudan saldırdı. Mauriac’ın girişimi önemliydi çünkü kendisi sadece prestijli bir yazar değil aynı  zamanda etkileyici bir haftalık köşe yazarıydı. Liberallerin ve hümanist Gaulcülerin sesini temsil ediyordu.

Savaş sonrası dönemde, Sartre, metropol dışındakilerin seslerini dinleyip mühim prestijini mümkün olduğunca onlar için kullandı. İlk metni Présence Africaine dergisinin 1947 bahar sayısı için yazdığı, Fransız impratorluğuyla doğrudan bir sistem olarak ilgilenen “Présence Noire” başlıklı kısa bir tanıtımdı. Présence Africaine, négritude hareketinin başlıca sesi olan Senegalli yazar Alioune Diop tarafından kurulmuş bir yayındı.

Bu metinde Sartre metropolde yaşan ve kendilerini siyah insanlarla sosyalleştikleri için anlayışlı ve bilinçli gören Fransızların ikiyüzlülüğüne saldırıyordu. Peki ya koloniler? Ve  buralardaki sömürü ve sefalet? diye soruyordu.

Sartre, hali hazırda metropolün dışında somutlaşmış baskıya odaklanıyordu. Sefalet ücretlerinden, bir ayın ödemesinin iki kilo bifteğin fiyatına denk gelmesinden bahsediyordu. Bu yaşam koşullarına- sınıf kadar ırka da- ilgili olduğunu gösteriyordu. Sartre’ın bu erken aşamasında ırkçılık sadece sömürgeciliğin bir sonucu değildi: burada sınıfsallık da vardı. Sartre’daki teorik problem hangisinin önce geldiğine karar verememiş olmasıydı.

Sartre baskının beyaz kültürü, Fransız dilini ve şiirini nasıl yükselttiğini de tartıştı. Fransız dilinden etkilenen yazarların yazılarındaki dilin değiştiğini fark etti. ..
Bu yazarları Frankafon olarak kategorize etmek yerine –kendilerini de facto olarak sömürge hiyerarşisine yerleştirmişlerdir-Sartre onların Fransız dilini bir araç olarak aldıklarını ve ona küresel bir boyut kazandırdıklarını gösterdi. Sartre, o zamandan beri yirmi birinci yüzyılın başlarında Frankofon edebiyatı gibi sömürgeci kategorilere doğrudan karşıt olarak ortaya çıkan bir hareket olan Fransızca bir dünya edebiyatının ortaya çıktığını önceden duyurdu. Bu fikirleri 1948 tarihli “Siyah Orpheus” makalesinde daha da geliştirdi. 

Sartre ve Fanon

Sartre ve Fanon arasındaki bağlantı ilk bakışta paradokstur; çünkü Fanon, ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabında Siyah Orpheus’u sık sık alıntılayarak eleştirdi. Fanon, Sartre’ın négritude girişini bir evrensel diyalektik içinde eleştirdi. Bunu yaparak, Fransız yazarın, Fransız kolonilerindeki birçok kişinin deneyimlerini ve acılarını, yerini hızla bir başkasına bırakmaya mukadder bir sahne statüsüne indirdiğini ileri sürdü: “Renkli halklardan bir dosta başvurmuştuk ve bu dost, siyahların eylemlerinin göreliliğini kanıtlamaktan başka yapacak daha iyi bir şey bulamamıştı. Bir kez olsun bu dost, bu doğuştan Hegelci, özbilince ulaşmanın tek koşulunun bilincin, mutlağın karanlığında kaybolması olduğunu unutmuştu.”

Fanon, Sartre’ın Hegelci şemasının evrenselin lehine deneyimi ve bireyselliği görmezden geldiğini ve yok ettiğini öne sürdü: “İşte buyur; kendim için bir anlam yaratmadım; anlam zaten buradaydı, bekliyordu.”

Fanon “Siyah Orpheus” eleştirisine rağmen kapıyı tamamen evrensel geleceğe kapatmadı ve önünde sonunda Sartre’ın amacını paylaştı. Kitabın kapanış paragrafı aşağıdaki pasajları içerdi: “Pasifik savaşında sakatlanmış bir asker kardeşime şunu söyledi: ‘Ten rengine alıştığım gibi  sakatlığıma alıştım. İkimiz de aksiliğiz.’ Yine de bütün varlığımla bu ampütasyonu kabul etmiyorum. Ruhumun dünya kadar uçsuz bucaksız, nehrin en derini kadar derin gerçek bir ruh olduğunu hissediyorum; göğsüm sonsuz genişleme kudretine sahiptir.”
Fanon ve Sartre, evrenselciliğin nihai hedefinden daha fazlasını paylaşıyordu. İkisi de göreli sıkıntıların nasıl olup da dünya çapında bir direnişe dönüşeceği konusunda düşünüyordu ve endişeli diyalogları buna en iyi yoldan nasıl ulaşılacağı ile ilgiliydi. 

ILLUSTRATOR: ANASTASYA ELISEEVA

Baskı ve Şiddet

Yeryüzünün Lanetlileri’nde, Fanon sömürgeci ile sömürge arasında rekabet olmadığını yazar: “Burayı almak istiyorlar.” Sömürgeciliği, “sadece daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğecek yalın bir şiddet” olarak anlatır.

Fanon’a göre, böylesine bir şiddet iyileştiren değere de sahipti; çünkü sömürgeliştirilenlerin zihinsel olarak bunun üstesinden gelmesine izin verdi ve böylece zihinsel rehabilitasyon üretti. Şunu unutmamalıyız ki, Fanon pratikte sömürgeci zihin teorisine -yani sömürgeciliğin özel bir zihin üretmesi- sahip bir psikiyatristti. Sömürgecilikten özgürleşmek sadece siyasal değil, zihinsel olarak özgürleşmekti aynı zamanda.

Böylece Fanon için şiddet, efendisinin korkusuyla büyümüş olan önceki kölenin insan olarak tanınması anlamında kurtarıcıydı. Bu bilinçsiz bir katliam yapma çağrısı değildi ama Hegelci tanınma oyunundan daha karmaşıktı. Önceki köle silahlı direnişle tanınırlığını ele geçirecekti. Fanon’un diyalektiği, Sartre’ın Siyah Orpheus’unun ikinci bölümünden daha derin ve karmaşıktı.

Sartre’ın kendisi bunu Yeryüzünün Lanetlileri’nin önsözünde provokatif bir formülasyonla sentezlemiştir.

“Bir Avrupalıyı vurmak bir taşla iki kuşu öldürmek gibidir; zalimi ve mazlumu aynı anda tasfiye edersin: Geriye bir ölü bir de özgür insan kalır; hayatta kalan ilk defa ayaklarının altında ulusal bir toprak hisseder.”

Sartre’ın eleştirileri zamanında ve bugüne kadar bu iddiası nedeniyle şiddetli bir şekilde saldırıya uğradı. İhtilaf “baskı” ve “şiddet” arasındaki ayrıma dayanmaktadır. Bu anlamda baskı, devletin kullanma hakkına sahip olduğu bir şeyken, şiddet illegal olarak tanımlanan altsınıflara, sömürgeleştirilmişlere bırakılan bir şeydir.
1960'larda sömürge kurtuluş savaşları devletin özündeki şiddeti ortaya çıkarmış ve meşruiyetini sorgulatmaya başlamıştır. Sartre'ın önsözüne yönelik devam eden saldırılar, aslında devletin organik entelektüelleri aracılığıyla meşru şiddet üzerindeki tekelini geri alma girişimidir.

Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’nde kağıt üzerindeki [ulusal] bağımsızlığın tek başına yeterli olmadığını, sömürge güçleri tarafından sağlanan bağımsızlığın gerçek anlamda bir özgürlük olmayacağını söyledi. Gabon Başbakanı’ndan bir görüş alıntıladı: “Gabon şimdi bağımsızdır ama Gabon ve Fransa arasındaki hiçbir şey değişmedi, her şey önceki gibi” ve sömürgecilerin işini onlar için yapmaya istekli yerli bir burjuva sınıfının ortaya çıkışını anlattı.

Fransız lider Charles de Gaulle, sömürgeci görevlerin bu taşeronlukla verilmesini en iyi uzlaşma olarak gördü ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında Fransız yönetimindeki tüm Afrika ülkelerine devlet statüsü teklif etti. Cezayir’in silahlı mücadelesinin diğer ülkelere yayılma tehdidi bu uzlaşmanın doğrudan sebebiydi. Sartre’ın daha sonra evrenselciliğe odaklanmaktan geri çekilmesi ve Fanon’un négritude ve sömürgecilik karşıtı hareketler içindeki gerilimlerle meşgul olması, bu gelişmeye teorik bir yanıt verme girişimleriydi.

“Fusillez Sartre!”

Fransa’nın sömürgelerle olan 1945-1954 arasındaki çatışmasının ilk bölümü Hindiçin’in kaybedilmesiyle bitti. İkincisi Kasım 1954’te Cezayir’deki savaşla başladı. Cezayir, Fransa’nın çölün üzerine çizdiği kırmızı bir çizgiydi. İmparatorluklarının bir parçasıydı ve yöneticileri onu koloni olarak bile adlandırmak istemiyordu. Nihayetinde bu onların en önemli varlığıydı ve isteyerek vazgeçmeyeceklerdi.

Sartre, Hindiçin Savaşı sırasında görevini yapmayı reddeden asker Henri Martin’i destekleyerek çatışmaya müdahil olmuştu bile. Sıra Cezayir’e geldiğinde savaşın karşısında duran bir isimdi. Sartre, hapse girmeye hazırdı ve Cezayir’deki Avrupalı yerleşimciler tarafından kurulmuş paramiliter grubun, Gizli Ordu Teşkilatı (OAS)’nın intikam eylemiyle karşılaşabileceğini biliyordu.

Diyalektik Aklın Eleştirisi kitabında sömürgecilik ve ırk üzerine, bir süre sonra da Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabına önsöz yazan Sartre, “Siyah Orpheus”u yazan Sartre’dan daha fazla politikti. Şiirlerden bahsetmek yerine artık önsözlerinde şiarlar kullanıyor, evrensel ayaklanmanın teorileştirilmesine kafa yoruyor ve bunu gerçekleştirmek için şiddetin gerekli olduğunu söylüyordu.

1961 Nisan’ında Gaulle’ün, Cezayir’deki planlarına muhalefet edenlerin başarısız askeri darbesinin ardından Fransa iç savaşın eşiğinde gergin bir siyasal atmosfere sahipti. Bu durum Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’ndeki konumunu çok güçlü bir şekilde etkilemişti. Kitabı gizlenirken yazdı, gözden geçirmek ve revize etmek için çok az bir zamana sahip olduğu haliyle haftadan haftaya ne yazdıysa onu gönderdi.

Sartre hayatının tehlike altında olduğu zor bir dönemde yazdı. OAS, Paris’teki dairesini iki kere bombaladı. Birinde neredeyse annesi ölecekti ve pro-sömürgeci eylemlerde insanlar “Fusillez Sartre” (sadece Sartre’ı vurun değil, “Sartre’ı idam mangasına gönderin”) diye haykırıyordu. Bütün bu gerginliğin ve şiddetin ortasında, Fanon’un kitabına yazacağı önsöze temel oluşturan ırkçılık tezini ortaya çıkardı. 

Sérialité ve Irkçılık

Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi’ndeki meşhur ve uzun üç sayfalık dipnotta, ırkçılığın bu şekilde açıklanamayacağını yazmıştı. Bunu, Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde geliştirilen merkezi bir kavram olan sérialité’nin bir tezahürü olarak gördü. Sartre, sérialité’yi insanların hayatlarını nesneler olarak yaşamaları, aynı görevleri yerine getirmeleri ve kendilerini benzersiz bireyler olarak hayal etmeleri durumunda ortaya çıkan kolektif bir yabancılaşma biçimi olarak tanımladı. Basitçe söylemek gerekirse, birbirlerinden ayrılmışlardır.

Sérialité, örneğin, liberal fikirli seçmenleri birinci aday hakkında ne düşünürlerse düşünsünler otomatik olarak anketlere liderlik eden kişiye oy vermeye ve de aynı şeyi yapacaklarına güvenmeye zorlayan istatistiksel anonimlikte görülebilir. Sartre, sérialité’yi bir sosyal düzenin gücünün içselleştirilmiş ifadesi olarak anladı -kendini “seri”nin [grubun] üyelerine dayatan ve hayali bir kolektif normativiteye dayalı öngörülebilir davranışlar üreten bir güç.

Irkçılığın nasıl işlediğini açıklamak için bu sérialité kavramını benimsedi. Sömürge bağlamında ırkçılık, yerleşimcinin sosyal hiyerarşideki konumunun ifadesiydi: Yerleşimci, üstünlüğünü ırkçı saiklerle ifade etti ve her sözde pekiştirdi. Burada Sartre, ırkçılığı, çeşitli kitle bilinci seviyeleri arasında, seri ve birleşim halindeki grup arasında, sosyal gerileme veya duraklama dönemleriyle isyan ve devrim anları arasında salınan bütünleştirici, Marksist bir insanlık tarihi görüşüne soktu.

Bu bağlantıda, ırkçılığı sosyal düzeni baskılamayı meşrulaştırma söylemi üreten ekonomik yapının bir işlevi olarak gördü. Le colonialisme est un système [Sömürgecilik Bir Sistemdir] çalışması, esasında Cezayir barışı için kamusal buluşma sırasında yaptığı bir müdahaledir. Irkçılığın burjuva hümanizminden “çıkış yoluna” izin verdiğini yazar; bu çarpık mantığın altında “Bütün insanlar aynı haklara sahip olana kadar, Cezayirlileri insan-dışılaştıracağız.” cümlesi vardır.

Marksizm ve sömürgecilik arasındaki teorik bağ kurma girişimi ne kadar başarılı olursa olsun, Sartre'ın ırkçılığa saldırısı açıkça projesinin merkezinde yer aldı. Onun için ırkçılık, yeni nüfusu kontrol etmek için Fransa Cumhuriyeti’nin temel değerlerinin -liberté, égalité, fraternité- görünüşte bozulmadan kalmasına izin verecek şekilde girişilen politikaya ve ekonomiye bağlı bir yoldu.

Sartre, Lenin’in emperyalizm teorisini Fransızların Cezayir’e yönelik saldırısını açıklamak için kullandı. Le colonialisme est un système’de 19. yüzyılda Cezayir’in ileri karakoldan sömürgeye dönüşümünü harekete geçiren ekonomik zorunlulukların uzun bir açıklamasını yaptı. 19. yüzyıl Fransız politikacısı Jules Ferry’de alıntı yaparak ve onu ironik biçimde Lenin’in selefi olarak tanıttı: “Her zaman sermayeyle dolu olan ve bunu hatırı sayılır miktarda yabancı ülkelere ihraç eden Fransa’nın sömürgeci sorunları bu açıdan ele alması onun çıkarınadır. Bizim gibi sanayisinin doğası gereği, büyük ihracatçılar olmaya mahkum olan ülkelerde bu soru tam olarak çıkış noktalarından biridir… Siyasi üstünlüğün olduğu yerde, üretilen ürünün üzerinde ekonomik üstünlük de vardır.”

Sartre ve Yeni Sömürgecilik

1965 Ekim’inde sunduğu bir dizi derste Sartre, entelektüellerin kamusal dünyadaki rolü üzerine konuştu. Sahte entelektüellerden hakiki entelektüellere farklılaştırmalar yaparak başladı. Sahte entelektüeller hakim sınıfın istekleri için çalışan uzmanlardı.

Sartre’a göre uzmanlar, uzmanlık alanları dışında beyanlarda bulunabilselerdi, entelektüel olarak nitelendirilirdi. Ama sahte entelektüeller ise kendi sınıf çıkarlarından ilerisini göremezlerdi. Yazar Paul Nizan’dan ödünç alınan tabirle bu sahte entelektüeller “sistemin bekçi köpekleriydi” (chiens de gardes du système).

Sarte, Cezayir ve Vietnam’daki savaş üzerine açıkça sömürgeci karşıtı bir duruş göstermeyi reddeden entelektüelleri sahte entelektüellere bir örnek olarak gösterdi. Karasızlığın ve yüce evrensel değerlerin arkasına saklanan bu sahte entelektüeller, Sartre’ın eleştirel paragrafında şöyle derler: “Sömürgeci yöntemlerimiz olması gerektiği gibi değil, denizaşırı bölgelerimizde çok fazla eşitsizlik var. Ama ben nereden gelirse gelsin bütün şiddetlere karşıyım; ne kurban ne de cellat olmak istiyorum ve bu yüzden yerli insanların sömürgecilere karşı ayaklanmasına karşı çıkıyorum.”

Bu “sözde evrenselci duruşun” gerçekten de sömürgeleştirilenlere yöneticileri tarafından uygulanan şiddetin onaylanması anlamına geldiğini hemen fark etti: “Aşırı sömürü, işsizlik, yetersiz beslenme, hepsi terör tarafından kontrol altındaydı.” Buna karşılık Sartre, gerçek entelektüelin “ne ahlakçı ne de idealist” olduğuna inanıyordu: “Vietnam’da gerçek barışın bedelinin kan ve gözyaşı olacağını, ABD askerlerinin geri çekilmesiyle başlayıp bombalarla biteceğini, böylece ABD’nin bozguna uğratılmasıyla sona ereceğini biliyordu. Başka bir deyişle, doğasında bulunan çelişkileri kendisini zamanının tüm çatışmasına adamaya ve bu çatışmaya ulaşmaya sevk etti. Çünkü hepsi -sınıfa, milliyetçiliğe ya da ırka dayanan çatışmalar- hakim sınıf tarafından temel haklardan yoksul bırakılmışların ezilmişliklerinin özel sonuçlarıydı.”
Sartre için bu taahhüt “ezilenlerin tarafında” durmak anlamına gelmeliydi.

Sahip olduğu bağlılık onu gereksiz olduğu için değil; fakat kınamaları hala bugün geçerli olduğu için yok sayan günümüz ana akım Fransız entelektüelleriyle çatışıyordu. Afrika’nın birçok ülkesi 1960’larda Fransa’dan formalite icabı bağımsızlığını kazandı. Liderler kendi halkını ve kaynaklarını sömüren Fransız şirketleri için çalıştı. Ekonomik çıkarları için metropoldeki büyük endüstri gruplarına itaat ettiler.

Birçoğu gerçek bir bölgesel egemenlikten yoksundu. Fransa, Gabon, Senegal ve Cibuti’de kalıcı askeri üslere sahipti. Fransız ordusu aynı zamanda Mali, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali ve Fildişi Sahili’nde konuşlandırıldı.

Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinin birçoğu, Fransa Merkez Bankası’nın ve Euro’nun etkisi altındaki para birimi ECO’yu, sömürgeciliğin klasik özünde gizlenen egemen devletle alışverişlerinde kullanmaya devam ediyor. Bu yeni sömürgeci devlet pratiği, Fransa Hükümeti ve Fransız entelektüelleri reddetse bile genel olarak Françafrique olarak biliniyor.

Kaynak: “Jean-Paul Sartre Took a Stand Against Empire”
https://www.jacobinmag.com/2021/08/jean-paul-sartre-anti-imperialism-colonialism-france-politics

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.