Komploda 23 devlet işbirliği yaptı

Dosya Haberleri —

Hatip Dicle

Hatip Dicle

Kürt siyasetinin deneyimli isimlerinden Hatip Dicle ile 15 Şubat'a giden süreci, tahliye olduktan sonra yer aldığı İmralı görüşmelerini ve sonrasını konuştuk:

  • Türk devleti o zaman, NATO’nun gücünü arkasına alarak Kürt hareketini, Önderliği tehdit ediyordu. Önderlik o zaman kararını, zaten savunmalarında da belirtir, iki şekilde verebilirdi. Ya dağa çekilecek ve savaş daha da şiddetlenecekti. Ya da Avrupa’ya çıkıp barış aranacaktı. 23 devlet o zaman 15 Şubat’ta Önderliğin esaret altına alınmasında işbirliği yapmışlardı.
  • Saat 11 sıralarıydı, birden koğuş kapısı açıldı. Savcı, birinci, ikinci müdür, başgardiyanlar bizim koğuşa doluştular. Dediler ki siz niye televizyonu izlemiyorsunuz, çok önemli haberler var. Açtık Önderliğin o zaman artık Türkiye’de olduğunu Ecevit’in bunu doğruladığına şahit olduk. Ben bu andan itibaren açlık grevine başladım. Ve bütün cezaevlerinde 10 bin tutsak açlık grevine başladı.
  • Hem açlık grevleri hem de kendini yakmalar devam ediyordu. İşte 15 Şubat’tan Mart’ın ilk haftasıydı sanırım o zamana kadar devam etti açlık grevleri. Önderliğin mesajının ulaşmasıyla birlikte durdu. O zaman da aynen şimdiki gibi bir yerel seçim ortamı vardı. O dönem de parti HADEP olarak seçime girdi. Amed, Siirt, Van, Ağrı gibi birçok yerin bulunduğu 37 belediye başkanlığı kazanıldı.

REWŞAN DENİZ

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Uluslararası Komplo ile Türk devletine teslim edildiği 15 Şubat 1999 tarihinin üzerinden 25 yıl geçti. Kürt halkının "Kara Gün" olarak tanımladığı bugünde yüzlerce Kürt bedenini ateş çemberine çevirdi. Yine binlerce tutsak cezaevlerinde büyük bir eylem başlatarak açlık grevine girdi. Kürt halkının umudu olan Öcalan'a yapılan komplo dünyanın dört bir yanında bulunan Kürtleri ayağa kaldırmış, komplo yapılan eylemlerle lanetlenmişti. 12 Temmuz 1994 tarihinde Meclis darbesiyle tutuklan DEP Milletvekili Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana ve Selim Sadak, cezaevindeyken gerçekleşen komployu televizyondan öğrenmişti. Hatip Dicle 15 Şubat uluslararası komplo ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan esaret altına alındığında zindandan bir açıklama yaparak ''Ben 16 Şubat itibariyle, ben artık düşünsel ve eylemsel bazda bir PKK neferiyim. Tarihte ve yaşamda öyle an’lar var ki, o an’da söz biter. PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın, başını ABD’nin çektiği uluslararası komploya muhatap olması, işte öyle bir an’dır" demişti. Kürt siyasetinin deneyimli isimlerinde Hatip Dicle'yle 15 Şubat'a giden sürecini, tahliye olduktan sonra yer aldığı İmralı görüşmelerini ve sonrasını konuştuk.

Siz o dönem diğer DEP’li siyasetçilerle hapisteydiniz. Öncelikle hapisteki bir Kürt siyasetçi olarak o günleri anlatır mısınız? 

15 Şubat 1999’da Önderliğe karşı geliştirilen devletlerarası komplonun bugün 25. yılını neredeyse tamamlamak üzereyiz. Tabii 25 yıl geriye gittiğimizde o günleri hatırlamak, yeniden acıların tazelenmesi anlamına geliyor. O dönem Ulucanlar Cezaevi’ndeydik. 5 yıldır cezaevinde bulunuyorduk. Fakat biz o dönemde henüz diğer arkadaşlarla aynı koğuşta bulunamıyorduk. Biz biraz tecrit edilmiştik. DEP’li arkadaşlar baş başaydık. Leyla hanımın da koğuşu bize hemen yakındı. Genellikle bize o dönemde toleranslı davranıyorlardı. Sürekli de Avrupa’dan, Amerika’dan misafirler geliyordu, sorun nasıl çözülür diye. Böyle üzerimize çok gelen bir yapıda değillerdi. Zaten cezaevlerinde de 10 bine yakın Kürt tutsak örgütlüydü. Ve 9 Ekim’den itibaren ta 15 Şubat’a kadar çok ince, detaylı gelen avukat arkadaşlardan bilgi alıp takip ediyorduk. 9 Ekim’den itibaren özellikle Yunanistan’da Önderliğe yönelik o olumsuz tavır -ki ondan önce yüze yakın Yunan milletvekili imzalarıyla Önderliğe çağrıda bulunmuşlardı, gel diye- bizi endişelendirmişti. Tabii Türk devleti o zaman, NATO’nun gücünü arkasına alarak Kürt hareketini, Önderliği tehdit ediyordu. Önderlik o zaman kararını, zaten savunmalarında da belirtir, iki şekilde verebilirdi. Ya dağa çekilecek ve savaş daha da şiddetlenecekti. Ya da Avrupa’ya çıkıp barış aranacaktı. Aslında o dönemde Bosna savaşından dolayı da NATO kuvvetleri Doğu Akdeniz’de özellikle gemilerini konuşlandırmıştı. O dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı [Atilla Ateş] Hatay sınırına giderek Suriye’ye ültimatom vermişti. “Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırtmasınlar” diyordu.

Gözlemiz neydi?

Gerçekten de durum ciddiydi çünkü bir taraftan hedef şuydu, zaten Önderlik de bahseder der ki aslında 3. Dünya Savaşı o zaman başlayabilirdi. Şöyle diyordu, Türkiye NATO’dan destek alarak İsrail’le birlikte bir sandviç hareketi başlatabilirdi. Yani İsrail Güney’de, Kuzey’de Türkiye Suriye’yi işgal edip büyük bir savaşı başlatabilirlerdi. Önderlik bütün bunları değerlendirerek işte Yunanistan’dan gelen milletvekillerinin de çağrısını dikkate alarak Avrupa’ya çıkmıştı. Aslında İtalya günleri eğer fırsat verilseydi bir çözüme varılabilirdi. Roma deklarasyonunu Önder Öcalan yayınladığı zaman büyük bir ilgili görmüştü. Sorunun barışçıl yollarla çözülebileceğini 1993’te Özal zamanından beri sürekli ateşkesler ilan ederek sorunu barışçıl çözmek istediklerini açıkça belirtiyordu. Tabii Roma’da özellikle İtalya Başbakanı Massimo Dalema, uluslararası bir Kürt konferansı düzenleyip Önder Öcalan’ın da orada savunmasını yaparak bir anlamda sorunun barışçıl çözümü için epey emek de verdi. Ama Amerika başta olmak üzere Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa devletleri buna karşı çıktılar. Yani bir Kosova’ya, Makedonya’ya karşı barışçıl mücadele yönünde adım atarken Kürt sorunun çözümü konusunda olumsuz davrandılar. Kısacası bir metrekare dahi yer Önderliğe veremeyeceklerini açıkça ilan ettiler. O zaman Rusya’nın ekonomisi çok zor bir durumdaydı, Sovyetler Birliği yeni çökmüştü. Sonradan anlaşıldı ki Mavi Akım Projesi ve IMF kredisi üzerinden Rusya da bu komplonun içine girmişti. Sonradan hem Önder Öcalan’ın hem de Özgürlük Hareketi’nin anlatımlarından anlaşıldı ki 23 devlet o zaman 15 Şubat’ta Önderliğin esaret altına alınmasında işbirliği yapmışlardı. Bu kadar büyük bir komplo ile karşı karşıyaydık.

15 Şubat günü koğuştaki gününüzü anlatabilir misiniz?

Saat 6 sıralarında genellikle biz kalkardık çünkü saat 7’de sayım vardı. Bütün Kürt tutsaklar cezaevlerinde sayım gelmeden uyanırdı. Biz saat 6’da kalktığımızda ilk olarak televizyonu açtık. O zaman Amerika’da bulunan ATV temsilcisi bir gazeteci ismini şu an hatırlamıyorum. O şöyle bir şey söyledi, benim aldığım bilgilere göre Amerika’da üst düzey bir yetkili Öcalan’ın şu anda bir uçakla Türk devletine teslim edildiği ve Türkiye’ye doğru yola çıkarıldığını söylüyor. Ama bunu tam teyit ettirememişti. Biz dolayısıyla bu haberi çok ciddiye almadık. Dedik ki bu da çokça yapılan itibar edilmemesi gerek bir haber. Biz günlük programımıza aynen devam ettik. Saat 9’le 12 arası bizim sessizlik saatimizdi. Yani her arkadaş kendi çalışmasına yoğunlaşırdı. Saat 10, 11 sıralarıydı, birden koğuş kapısı açıldı. Savcı, birinci müdür, ikinci müdür, başgardiyanlar bizim koğuşa doluştular. Tabii Orhan arkadaş daha çok onlara yakındı, o idare binasının alt katında kalıyordu. Biz tutuklandığımızdan beri 5 yıldır orda kalıyorduk. Bunları böyle toplu halde görünce Orhan arkadaş dedi ki buyurun buyurun. Biz bunları aldık oturduk, biz de gittik, Leyla hanım da yanımızdaydı. Biz dördümüz karşıladık onları. Dediler ki siz niye televizyonu izlemiyorsunuz, çok önemli haberler var. Biz tamam açalım dedik. Açtık Önderliğin o zaman artık Türkiye’de olduğunu Ecevit’in Başbakan olarak bunu doğruladığına şahit olduk. Büyük bir acıydı bizim için.

Cezaevi idaresi bu tavrıyla neyi amaçlıyordu?

Tabii bunlar bakanlık tarafından gönderilmiştiler, gidin tepkilerini ölçün, ne düşünüyorlar, tavırları nedir diye. Dedim ki savcı bey bu durum çok kötü, bu hegamon güçler Türkiye’de büyük bir iç savaş çıkarmaya çalışıyorlar, bunu için Öcalan’ı esaret altına almayı ve teslim etmeyi seçtiler. Buna karşı uyanık olmamız gerekir çünkü bu büyük bir kitlesel boğazlaşmayı birlikte getirebilir, çok tehlikelidir, büyük bir oyun oynanıyor, umarız devlet aklı bunu doğru okur ve bu komplonun halklarımızın birbirinin kırımına sebep olmadan uygun bir şekilde demokratik bir şekilde karşılar. Böyle sohbet ederken Orhan arkadaş da sağ olsun kahve filan hazırlamaya başlamıştı, gelmişler misafirler filan diye. Bana getirilince kahve, o anda bir tepki göstermek zorunda kendimi hissettim. Diğer arkadaşlara da danışmadan hemen dedim ki, Orhan arkadaş çok teşekkür ederim ben bu andan itibaren açlık grevinde olduğum için kahve almayacağım. Tabii bunu deyince heyetin hoşuna gitmedi. Bazıları kahvelerin tam içti bazıları yarıda bırakarak çıkıp gittiler. Ben sonradan arkadaşlara dedim kusura bakmayın, bunu kendi aramızda tartışmalıydık ve öyle söylemeliydik, buna şartlar müsait değildi ben böyle bir çıkış yapmak zorunda kaldım. Arkadaşlar da hoş gördüler. Biz hemen yazılı kısa bir açıklama yaptık o zaman. Dördümüzün hemen açlık grevine başladığını ilan ettik. Bizim 5. koğuşta PKK tutsakları arkadaşlarımız kalıyordu. Onlarla da hemen iletişim kurduk. 15 Şubat’ı böyle karşıladık. Gelen giden avukat arkadaşlardan bilgiler almaya çalıştık. Ve bütün cezaevlerinde 10 bin tutsak açlık grevine başladı. Kürt gençleri kendiliğinden her tarafı ateşe veriyorlardı. Mesela İstanbul’dan gelen bir avukat anlattı, diyordu ki Boğaz’dan geçerken şöyle İstanbul’a baktığınızda her tarafta dumanlar çıkıyordu. Ağırlığı cezaevinde olmak üzere 200’e yakın insan bedenlerini ateşe vererek adeta Önderliğin etrafında bir ateşten çember örmüşlerdi. Yine 9 Ekim’den başlayarak bu ırkçı kesimler gösteriler yapıyordu. Kısacası Türkiye’de kitlesel bir boğazlaşmanın eşiğine gelip dayanmıştı. Mart’ın ilk haftasıydı Önderlik’le ilişkiler kuruldu ve Önderlik ilk yaptığı çağrıda bütün şiddet eylemlerinin durmasını ve açlık grevlerinin de sona ermesini.

İmralı’daki ilk görüşmeye kadar açlık grevlerin sürüyor muydu?

Tabii. Hem açlık grevleri hem de kendini yakmalar devam ediyordu. İşte 15 Şubat’tan Mart’ın ilk haftasıydı sanırım o zamana kadar devam etti açlık grevleri. Önderliğin mesajının ulaşmasıyla birlikte durdu. O zaman da aynen şimdiki gibi bir yerel seçim ortamı vardı. O dönem de parti HADEP olarak seçime girdi. Amed, Siirt, Van, Ağrı gibi birçok yerin bulunduğu 37 belediye başkanlığı kazanıldı. Aynı şimdiki sürece çok benziyordu. Ve Önderlik yargılanmaya başlandı. Biliyorsunuz 29 Haziran Şêx Said ve arkadaşlarını idam edildiği tarihtir. Aynen 29 Haziran’da Önderliğin sözüm ona İmralı’daki yargılamaları sona erdi ve idam cezası verildi.  

Sayın Öcalan’ın henüz Roma’dayken söylediği bir söz vardı ''Bu işin sonu Ankara’da bitebilir'' diye. Siz de o zaman Avrupa devletlerinin böyle bir işbirliğine girebileceğini bekliyor muydunuz?

Avrupa devletlerinin kendi hukuklarına saygı göstereceği bekleniyordu en azından. Diyelim 9 Ekim’den sonraki ilk günlerde daha iyimserdik fakat gün geçtikçe gerek devletlerin tavrını gördükçe, gerek NATO’nun tavrını görünce biz de Önderliğin söylediği bu sözlerin ne anlamaya geldiğini kavramaya başladık. Artık bizler de böyle bir şey olabileceğini çok büyük bir ihtimal olmasa bile öngörebiliyorduk. Bu sadece bizim açımızdan değil ülke içindeki insanlarımız da Avrupa’daki yurtsever kitlemiz de aynı tedirginliği yaşıyordu. Çünkü hangi ülkeye gidiliyorsa o ülkeye yasaklar getiriliyordu. Mesela NATO hava sahasını Önder Öcalan’ın bindiği uçaklara kapatmıştı. Bunla bizde belli bir endişe yaratıyordu.

 

Yarın: Sayın Öcalan'ın İmralı’daki barış çabaları...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.