Komutan Egîd ile son karşılaşma

Dosya Haberleri —

Komutan Egîd

Komutan Egîd

  • Karakola yaklaşmıştım ki aniden helikopter sesi alanı doldurdu. Helikopter karakolun önüne indi. Tüm karakolda bir korku ve karmaşa hakimdi. Muhtar olduğum için cesedi bana da gösterdiler, tanıyıp tanımadığımı sordular. Dilimi yutmuştum… Gözlerimin önünde Egîd dolaşıyor, anlattıklarını tek tek işitiyordum...
  • Durumu arkadaşlara bildirdiğimde tüm grupta bir suskunluk oldu ve sonra aniden hep birlikte yay gibi ayağa fırladılar; silahları havada büyük şehit Egîd için saygı duruşuna geçtiler. Ardından ant içtiler. Kendilerine katılmak istediğimi söyledim, ama kabul etmediler.

Birazdan okuyacağınız 21 Haziran 1986 yılına ait bu mektup, önce HRK gerillalarına verildi. Gerillalar ise Şam’a ulaştırdı. Oradan da Serxwebûn Dergisi’ne gönderildi. İlk kez Serxwebûn Dergisi’nde yayınlanan bu mektup, 20 yıl Gabar’ın bir köyünde muhtarlık yapan bir milise ait. 63 yaşındaki milisin ismi ve köyü o zamanlar güvenlik nedeniyle gizli tutuldu. Komutan Egîd’in Günlüğü kitabı hazırlandığında tüm arşiv taramalarına rağmen mektubu yazan milisin ismine maalesef ulaşılamadı. Mektupta, 15 Ağustos Atılımı öncesi Botan’daki ilk gerilla eylemlerinin yankıları ve devletin köy baskınları detaylı bir şekilde anlatılıyor. Öte yandan mektubu kaleme alan milis, Mahsum Korkmaz ile ilk karşılaşmasını, sohbetlerini ve en önemlisi de Egîd’in cenazesini gören son kişi olması.

 

* * *

 

Şırnak’a bağlı bir köyde 20 yıl muhtarlık yaptım. Türk devletinin bizimle olan ilişkileri önceleri yok denecek kadar azdı. 1984 yılı Ağustosu’ndan sonra ordunun denetiminde yörenin tüm muhtarları ve ‘ileri’ gelenleri ile bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda, devrimcilere yardımcı olmamamızı, köye geldiklerinde onlara bildirmemizi ısrarla belirttiler. 

O dönemde eylemlere sempati duyuyorduk. Ama partinin çalışmalarından fazla haberimiz yoktu. Daha doğrusu 1985 baharına kadar ben arkadaşlarla karşılaşmadım. Ama eylemler peş peşe gelişiyordu. Köylerimiz üzerinde baskılar giderek yoğunlaşıyordu. Eylemler yoğunlaştıkça muhtarların toplantıları da daha sık yapılmaya başlandı. Bu toplantılarda köy koruculuğu yapabilecek kişilerin isimlerini vermemizi istediler. Birçok muhtar bu dayatmalar karşısında ya susuyor ya da çeşitli bahaneler öne sürüyordu. Eylemler daha da yoğunlaşınca toplantılara üst rütbeliler katılmaya başladı. Sonuç alamayan bu faşist subay ve albaylar, tüm muhtarlar hakkında dosyalar tutulacağını, köy koruculuğu yapmayanların köylerinin yıkılacağını, muhtarların ise tutuklanacaklarını söylüyorlardı. Bu durum karşısında bazı köylerde silahlar dağıtıldı. Buna karşılık partizanlar da birçok çeteyi öldürdüler, bazılarının ise silahlarına el koyup serbest bıraktılar. Ajanlığa yatkın birçok muhtar ve yerel otorite bu durumda geri adım atmak zorunda kaldı.

En mutlu ve gururlu anım

Halk ise devrimcilere susamış ve onları arıyordu. Birlikte mücadeleyi geliştirme arzusu bu çatışmalar ortamında daha da gelişiyordu. Ancak, ajanlık yapan bazı kişilerden çekindiklerinden dolayı bunu belli ettirmemeye çalışıyorlardı. 1985’in baharına kadar bizim köyde partizanların yaptığı çalışmalardan haberdar değildim. 1985’in kış aylarında köyümüzden iki genç Adana’ya gideceklerini söyleyip ortadan kayboldular. Ancak üç ay sonra, bizim köyümüzden de birinin içinde olduğu on kişilik bir grup köye indi. Bizim köyden olan gencin başta aşağıya kadar mermi ve bombalarla donanmış olduğunu gördük. O anda, Türk devletinin PKK’den korkmasının nedenini daha iyi anladım. Yaşamımın en mutlu ve gururlu anını o zaman yaşadım. 

20 yıldır muhtarlık yapıyordum; bunun kimin için ve neden olduğunu kavrayınca muhtarlığımdan utandım. Şimdi ise karşımda bizim de kurtuluşumuz olan bir davaya adanmış gençlerimiz vardı, onları bağrımıza bastık; bir dediklerini iki yapmadık. Tüm köylüleri bir araya topladık; köylülerle konuştular, onlar konuştukça yüreğimdeki ateşe su serptiler. Hepimiz mutluyduk. Gelişen bağımsızlık ve özgürlük savaşımız karşısında düşmanın içine düştüğü acizliği ve başvurduğu çılgınlığı izah ettiler, her şeyi açıkça ortaya serdiler. Halka rahat ve kolay bir yol vaat etmiyorlardı.

Bizim köyden 20 genç HRK’ye katıldı

Partizanlarımız ondan sonra da haftada bir kez uğrarlardı ve hatta daha sık gelip gittikleri de olurdu. Devlet, terörünü çılgıncasına yürütüyordu; halkın en kutsal değerlerine saldırıyor, kadınları köy meydanlarında çırılçıplak soyuyordu. Bu baskılar ortamında, sadece benim muhtarlık yaptığım köyden ve ona bağlı mezralardan 20’nin üzerinde kişi HRK saflarına katılmıştı. Bu yüzden her gün sorgulama ve işkencelerden geçiriliyordum. Köyden bir tek insan dahi devletten silah almamıştı. Bu durum subayları çıldırtıyordu. Sorgulamada bana yöneltilen ‘suç’ benim muhtariyetime bağlı 20 gencin HRK’ye katılması ve köy koruculuğunun köyümüzde hayata geçmemesi idi.

Diyarbakır’a benim gibi bir muhtarı daha getirmişlerdi. Ona daha fazla hakaret ediyorlardı. Bir ara fırsatını bulup nöbetçi askere sordum: ‘Bu muhtarın köyünden Apoculara kaç kişi katılmış ki o kadar üzerinde duruyorsunuz?’ Askerin verdiği cevaba şaşmadım: ‘Muhtarın çocukları dahil, köyünden 50 kişi kayıp.’ Muhtar her ne kadar çocuklarının batıya gittiğini söylüyormuşsa da, subay ve işkenceciler 50 kişinin HRK’ye katılmasının ne anlama geldiğini iyi biliyorlardı.

Bir yıl içinde beş kez Diyarbakır’a sevk edildim. Önceleri maddi durumum çok iyi olduğundan külfetli bir rüşvetle kendimi kurtarıyordum. Ancak rüşvet vere vere giderek elimde hiçbir şey kalmadı. İstenen rüşveti karşılayabilmek için koyunlarımdan çoğunu satmıştım.

1986 baharında savaşımızın sayısında büyük bir kabarma oldu. Önceleri 10-15 kişilik olan gruplar 100-150 kişilik gruplar düzeyine çıktı. İçlerinde bir hayli kadın da vardı. Onlara ulaştırdığımız ekmek bir çuval unu aşıyordu. Bir keresinde köyümüzden beş aile ekmek yapıyorduk. Her aile üç dört leğen hamur hazırlamıştı. Ancak ekmek bitmeden sömürgeci askerler köyü bastılar. Leğenlerden bazılarını gizleyebildiysek de tümünü gizleyemedik ve bu yüzden karakolda işkence gördüm.

‘Kelleci milisler’

Türk devleti gelişmelerin farkındaydı. Ağırlığını köy korucuları ve milis çetelere vermiş, gelişmeleri bunların aracılığı ile durdurmayı, o da mümkün değilse geciktirmeyi amaçlıyordu. Yaptıkları toplantılarda, getirilecek her savaşçının başı için 2 milyon TL ödül vereceklerini, bu konuda yarışma açtıklarını açıktan belirtiyorlardı. Gerçekten de bu kelle avcıları, milis çeteler azmışlardı. Gezginci milis çeteler (halk bunlara ‘kelleci’ demekte) 10 kişilik bir grup halinde köyümüze geldiler. Beni çağırdılar, yemek su istediler. Kendilerine ne ekmek ne de su verdik. Ancak evime geldiler ve zorla içerde oturdular. 

Çete grubu imha edildi

O ara bir köylü beni dışarı çağırdı; 15 kişilik bir partizan grubunun da köye indiğini söyledi. Partizanları görerek durumu kendilerine belirttim. Ne düşündüğümü sordular; ben, çetelerin imha edilmesinden yana olduğumu, ancak köyde olabilecek bir çatışmanın köylüye zarar vereceğini belirttim. Partizanlar durumu değerlendirdiler ve yurtsever köyün konumun uzun vadede ele aldıklarını belirterek köyden ayrıldılar. Milis çeteleri köyden kovdum. Bunun üzerine beni ihbar ettiler; bir ay işkenceden geçtim. Ben bırakıldıktan sonra partizanlar bize uğradılar, bahsedilen çete grubunu tümden imha etmişlerdi. Bu müjdeye, çeteden, ihbarcıdan, subay ve askerlerden çok çeken biri, nasıl karşılık vereceğini bilemez. Ayağa kalacak durumda olmamama rağmen, tüm işkenceleri bir anda unuttum. 

Savaşçılarımızı her yönüyle takdir etmemek mümkün değil.

Bir gün bir grup savaşçı yaralı bir arkadaşı getirdi; bir kayanın yuvarlanması sonucu bileğinden yaralanmıştı. Ayağı hem kırılmış ve hem de parçalanmıştı. Yarayı sardık; arkadaşlar kendisini götürdüler. Yarası ağır olmasına rağmen partizan hayranlık duyulacak kadar cesaretliydi ve morali yerindeydi.

Tüm olayları ve savaşçıların yaşamını bu yazıya sığdırmak mümkün değil, ama yazımı bir olaya daha değinerek bitirmek istiyorum.

 

Komutan Egîd bizi karşıladı

Bir bahar akşamı bir arkadaş köyde bize uğradı; gideceği alana kadar beraber gitmemi, kendisine rehberlik yapmamı istedi. Dikkat çekmemek için çifteyi alıp arkadaş ile üç saate yakın yol yürüdük. Gittiğimiz mıntıkada aniden dur ihtarı ile karşılaştık; parola soruldu ve yanımdaki arkadaş parolayı verdi. Bizi alıp götürdüler. Bir barınağın başında Egîd komutan bizi karşıladı. Önce benim elimi sıktı. Diğer yoldaşının elini daha da kuvvetli sıktı, durumumuzu sorduktan sonra getirdiğim arkadaşla yanımdan ayrıldı. Diğer savaşçılar benim ile ilgilenmeye başladılar. Halkın gelişen mücadeleye ilgisini, mücadeleyi nasıl değerlendirdiğini, düşmanın halka yönelik çalışmalarını sordular. Durumu benden daha iyi bilmelerine rağmen, sohbetimiz bir hayli uzadı. 

Alixan Tatar HRK’nin hedefinde

Komutan Egîd beni uğurlamadan önce, ‘Bu akşam Türk ordusu köyünüzü basacak, bunca tehlikeyi nasıl göze aldın?’ dedi. ‘Ben de Kürtüm, bu ülkenin kurtuluşu için ben de savaşmak zorundayım, son kurşunuma kadar çarpışacağım’ diye cevap verdim. Bu büyük komutan bir dağ beni kucakladı ve beni çok duygulandıran unutamayacağım şu sözleri söyledi: ‘Halkımız bu inanç ve cesaretle davasına sahip çıktıktan sonra geleceği kendi elleriyle yaratmaktan da uzak değildir. Hiçbir güç halkımızı bu kutsal davasından alıkoyacak kudrette değildir.’ 

Daha sonra birkaç savaşçı beni köyüme kadar getirdi. Komutan Egîd’i daha sonraları bir kez daha gördüm. Bana Alixan Tatar’dan bahsetti. Bu ajanının Türk devleti açısından oynadığı rolü anlattı. Bu türden ajanların ortadan kaldırılmasının HRK güçlerinin önemli hedefleri arasında olduğunu belirtti.

28 Mart 1986 akşamı 

Bir partizan grubu 28 Mart 1986 akşamı bizim köye uğramıştı. Akşamın geç saatlerine kadar başka bir grubu beklediler. Saatler ilerledikçe arkadaşlar sabırsızlanmaya başladılar. ‘Arkadaşlar kötü bir durumla karşılaşmamış olsalar da bu saate kadar geç kalmaları mümkün değildi’ diyorlardı. Saatler, dakikalar çok ağır ilerliyordu. Partizanlar kendi aralarında durumu değerlendirdiler ve şafak sökmeden köyü terk ettiler. Benim de sabahleyin karakola uğramamı, bir nabız yoklamasında bulunmamı istediler. Arkadaşların gelecek grubun üzerinde bu kadar önemle durması beni de sabırsız kılmıştı; sabaha kadar hep geliyorlar umuduyla dört gözle yolu bekledim. Ama şafak attı, gün aydınlandı, yine de gelen yoktu. 

Egîd’i son görüş

Sabahın erken saatinde karakola uğramam şüpheleri üzerime çeker düşüncesiyle güneşin doğmasını sabırsızlıkla bekledim. Karakola yaklaşmıştım ki aniden helikopter sesi alanı doldurdu. Arkadaşların üzerinde durduğu ihtimaller doğrulanıyordu. Dizlerim ağırlaşmış kalkmıyordu. Helikopter karakolun önüne indi. Tüm karakolda bir korku ve karmaşa hakimdi. Cesedi helikopterlerden indirdiler. Muhtar olduğum için cesedi bana da gösterdiler, tanıyıp tanımadığımı sordular. Dilimi yutmuştum, ancak ‘yok’ diyebildim. Geri döndüğümde, yolda sanki kafama balyozlar iniyor, karşımdaki dağlar devriliyordu. Gözlerimin önünde Egîd dolaşıyor, anlattıklarını tek tek işitiyordum...

Durumu arkadaşlara bildirdiğimde tüm grupta bir suskunluk oldu ve sonra aniden hep birlikte yay gibi ayağa fırladılar; silahları havada büyük şehit Egîd için saygı duruşuna geçtiler. Ardından ant içtiler.

Kendilerine katılmak istediğimi söyledim, kabul etmediler. Hiçbir engel onlarla birlikte savaşmamı engelleyemez. Yaşım 65, ama Egîd komutan emrediyor; ileri!

 

21 Haziran 1986 

HABER MERKEZİ

Kaynak: Komutan Agit’in Günlüğü, Derleyen: Ferda Çetin/ İsmet Kayhan, Mezopotamya Yayınları, Mart 1997.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.