Oğlunun nefesiyle konuşan bir anne
Dosya Haberleri —
- Bir çocuğu şehit olan ve bir çocuğu da cezaevinde olan anne Hülya Ayık, "Toplumumuzda gerek aile içinde gerek toplum içinde gerekse de sistemden taraf o kadar çok acı çeken, zulüm gören kadın var ki, insan kendi hikayesini anlatmaya utanıyor" diyor.
- Hülya annenin oğlu Mehmet, tecrit ve baskının yoğun olduğu 2011 yılının 20 Temmuz'unda, “Bu mücadele çok onurlu bir mücadeledir. Ben burada öyle bir eylem yapacağım ki Mazlum Doğan’ın izinde yürüyeceğim” diyerek 21 Temmuz'da Side’de bedenini ateşe verdikten sonra şehit oldu.
MIHEME PORGEBOL
Hülya Ayık 1973 yılında Amed’de 7 çocuklu anne babanın ikinci çocuğu olarak doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra annesinin sağlık sorunları nedeniyle okula devam edemedi. Hasta annesine ve kardeşlerine baktı, evi çekip çevirdi. 1989’da daha kendisi de çocukken evlendirildi. Eşiyle birlikte Silvan’a yerleşti. 1990 yılında da ilk çocuğu Devrim’i doğurdu. Devrim’in doğumu onun hayatının en büyük kırılmalarından biriydi çünkü aynı yıl mücadeleyle de tanışmıştı. Üstelik eşi askerdeydi ve bebeğiyle bir başınaydı. Hülya Ayık’ı arayıp hikayesini Yeni Özgür Politika’yla paylaşmasını istediğimde bir taşınma telaşı içerisindeydi. Birkaç gün sonraya randevulaşıp görüştüğümüzde ilk olarak şöyle dedi: “Toplumumuzda gerek aile içinde gerek toplum içinde gerekse de sistemden taraf o kadar çok acı çeken, zulüm gören kadın var ki, insan kendi hikayesini anlatmaya utanıyor. Elbette herkesin kendine göre bir yaşamışlığı, ezilmişliği ve dışlanmışlığı vardır ama toplumumuzdaki kadınların yaşadıkları yanında kendi yaşadıklarıma baktığım zaman kendimi sorguluyorum. Kendi yaşadıklarıma acı dediğim için bazen kendi kendime sitem ettiğim de oluyor. İçinde yaşadığımız coğrafyadan kaynaklı olarak bazı şeyleri üstü kapalı anlatacağım ama; başkasının acısını paylaşabildiğimiz ve kendi acılarımızı da birilerine anlatabildiğimiz ölçüde yüklerimizin azalabileceğini de bilerek anlatacağım."
En büyük şansım çocuklarım
“Çocukken anneliğe büründüm” diyor Hülya Ayık. Yaşayamadığı çocukluğunu, “Ben okul zamanları dışında sokakta oynadığım bir gün bile hatırlamıyorum. Salıncağa bindiğimi, arkadaşlarımla bir yerlere gittiğimi hatırlamıyorum. Çünkü çocukluğumda oyun benim için sadece okul sınırları içerisindeydi. Okul bittikten sonra esas sorumluluğum kardeşlerime bakmak, anneye yardım etmek, ara ara dedenin dükkanına gidip dükkana göz kulak olmaktı” sözleriyle özetliyor. Zaten evlendikten sonra da kendi çocukları dünyaya geldi. Sürekli onların hastalıklarıyla boğuştu. Çocukları doğduktan sonra komşuları, akrabaları ona sık sık “Sen bu gece kaç şişe devirdin, ayakta duramıyorsun” diye takılıyorlardı. Ev işleri, çocukların bakımı ve diğer bütün günlük işlerden sonra akşam odasına çekilince 2 hasta bebeğinden birini kucağında, diğerini de beşikte sallıyordu. Sürekli gülümsüyor Hülya Ayık. Gözyaşları dökerken de gülümsüyor, öfkelendiği bir şeyler anlatırken de dinlerken de. “Eğer bugün çocukluğuma dönme imkânım olsa daha kendim çocukken çocuk yapmazdım” diyor ve ekliyor: “Ama benim yine de en büyük şansım çocuklarım oldu.” Mücadeleyle tanışana kadar kendini geliştiremediği için üzgün ve bu yüzden de çocukluğuna dönerse kendini geliştirmeye daha çok çabalayacağını söylüyor.
Kimliğini mücadelede bulmak
Anne olduktan sonra yaşama ve mücadeleye bakışı ciddi bir farkındalık yaratıyor onda. Anneliği mücadelenin kendisi olarak görüyor ve şöyle diyor: “Bana kendini ne zaman tanıdın diye sorsalar iki aşamadan bahsederim. İlki anne olmak, ikincisi de mücadeleyi tanımak. Anne olduktan sonra duygularımla tanıştım, mücadeleyle birlikte de sosyal ve toplumsal gerçekliğimle, yani kimliğimle tanıştım. Biz mücadeleyle tanışana kadar kadının ezilmesi, kadının yok sayılması, kadının birey olamamasının farkında değildik. Eşimiz, dostumuz, evladımız vardı ama biz kadınlar yoktuk.”
Onlar gibi olmamak bir mücadele biçimiydi
Mücadeleyle 90’lı yılların başında Silvan’da tanıştığını söyleyen Hülya Ayık, “O tarihlerde örgütlenme çalışmaları ilçelere yeni yeni ulaşıyordu. Mücadele bilinci kırsaldan ilçelere doğru örgütleniyordu. Belki de vardı ama biz bilmiyorduk. 80’li yıllarda Kürtçenin yasaklanması, insanların Kürtçe kasetleri kırıp tuvaletlere atması veya toprak altına saklaması gibi şeyleri ben de yaşadım ama bunları niye yaşadığımızı bilmiyordum. Mücadeleye tanışınca o günleri neden yaşadığımızı anlamış olduk” diyerek mücadelenin bilinçlerinde yarattığı kırılmayı anlatıyor: “1992 yılında ikinci oğlum Mehmet dünyaya geldi. O tarihlerde Diyarbakır, Batman ve Silvan üçgeninde hizbul-kontra baş göstermişti. Bizim günlük yaşamımız o insanlara karşı kendi çapımızda verdiğimiz mücadeleyle geçiyordu. Bizim için en büyük mücadele ilk etapta kendini onların düşüncelerinden korumaktı. Onlar gibi bakmamak, onlar gibi düşünmemek, onların arasına katılmamak bizim için önemli bir mücadele biçimiydi. Çünkü bu duruş bile seni hayatınla tehdit etmelerine yetiyordu. Mesela biz bahçeli bir evde oturuyorduk. Öğleden sonra saat 3-4’ten itibaren havaya şarjörler boşaltarak mahalleden geçiyorlardı. Bizi dört duvarın arkasına, evin içerisine kapatmak istiyorlardı. Bütün toplumu bu şekilde baskı altına almışlardı. Korku yayıyorlardı aslında. 1992’de bir ev kazası geçirdik ve büyük oğlum Devrim kötü bir şekilde yaralandı. Ama çocuğu hastaneye götürmek için bana eşlik etmeye kimse cesaret edemedi. Zar zor bir komşumuzu ikna ettim. Devrimi doktora götürdük, hastane dönüşünde eve varmaya birkaç sokak kalmışken hizbul-kontralar tarafından çapraz ateşe tutulduk. Şubat ayıydı, yerler hep buzdu. Eğer araba buzda yokuş aşağı kayıp kurşunların hedefinden çıkmazsa o gün orada ölebilirdik.”
Çocuklara taşlattılar…
O kadar çok böyle anısı var ki Hülya Ayık’ın… “Bir başka olay” diyerek başladı tekrar, “Mehmet daha 3-4 aylıkken hastalandı, hastaneye götürdüm. Hastane dönüşü hizbul-kontraların bakışlarının hedefi oldum. Yaşları 10 yaşından 16-17 yaşlarına kadar olan çocuklara taşlattılar beni. Oranın esnafı yaptırdı bunu çocuklara. Onlar beni taşladığında aklımdaki tek şey bebeğimi korumaktı. Başka hiçbir şey düşünmüyordum, bebeğimi göğsüme bastırıp koşmaya başladım. Bir an önce o taşların hedefinden çıkmaktan başka hiçbir şey gelmedi aklıma. Kendi mahallemize girdikten sonra bir şey yapamayacaklarını biliyordum. Çünkü mahalleler görüş görüş ayrılmıştı. Bir hizbul-kontraların yoğunlukta olduğu mahalleler vardı bir de onlara zıt görüşlü yurtseverlerin olduğu mahalleler vardı. Bu yüzden de kucağımda bebekle var gücümle mahalleme doğru koştum.”
Ülke hasreti
“Onlar gibi düşünmediğimiz için eşim hedeflerine girdi. 1992 yılında eşim 3 ay boyunca annemlerin Diyarbakır’daki evinde saklanmak zorunda kaldı. 3 ayın sonunda da Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Eşimin annesine ulaşıp 'Zarokên hineka derkevin asîmanan jî dîsa ji me xelas nabin' [Bazılarının çocukları göklere de çıksa bizden kurtulamayacaklar] diyerek tehdit etmişlerdi. Eşim kot pantolon ve spor ayakkabı giydi diye 12 gün işkencede kaldı. Bütün bu baskılardan kaynaklı 1992’nin ortalarında Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Çocuklarla bir başıma kaldım. 1.5 yıl sonra da onun peşinden ben gittim Almanya’ya.”
2000 yılında Kurdistan’a dönüyor Ayık ailesi. Dönmelerinin tek sebebi ülkelerine olan hasretleri. Hatta akrabaları tarafından defalarca aranarak dönmemeleri için baskı da görmüşler ama bedeli ne olursa olsun dönmeye karar vermişlerdi artık. Dönüp Amed’e yerleşiyorlar. Yaklaşık 7 yıl Amed’de yaşadıktan sonra ekonomik koşullardan ötürü Antalya’ya göç ediyorlar.
Seni davul zurnayla uğurlarım
Hülya Ayık’ın çocukları bebekliklerinden itibaren sayısız sağlık sorunuyla boğuşuyorlardı. Devrim, ilkokuldayken arkadaşlarla yaşadığı bir sıkıntıdan ötürü sağ gözünü kaybetti. Mehmet’in de gözlerinde kayma vardı. Doktor, ergenlik çağını doldurduktan sonra yapılacak bir ameliyatla Mehmet’in gözündeki sorunun giderilebileceğini söylemişti. Ayık ailesi Antalya’ya yerleşmeden bir gün önce Mehmet annesine, “Anne, biliyorsun doktor iyileşebileceğimi söyledi. Gözlükten kurtulduktan sonra gitmek, mücadeleye katılmak istiyorum ama annemin rızası olsun istiyorum” diyor. Anne kısa bir şaşkınlıktan sonra söz veriyor Mehmet’e; “Gözlükten kurtulduğun gün hâlâ gitmek istiyorsan seni davul zurnayla göndereceğim."