PYD’nin 22 yıllık yolculuğu

  • Önderliğin desteğiyle Eylül 1998’de örgütlenme kararı aldık. Bu süreçte oluşumumuzu Arapça Tecemmu el-Ma’lûmat ed-Dimokratiyye adıyla örgütledik. Ancak uluslararası komployla birlikte rejimin tavrı değişti. Bu yapı dağıtıldı.
  • Önderlik avukat görüşmeleri sırasında bize mesaj göndererek bir oluşumu mutlaka gerçekleştirmemiz gerektiğini iletti. Önderliğin de isteğiyle yeni bir örgütlenme için çalışmaları hızlandırdık. İsmini bilinçli olarak PYD koyduk.
  • Bu süreçte 1500 yönetici ve üyemiz tutuklanarak ağır işkencelere tabi tutuldu. PYD’yi halkın ihtiyaçlarını karşılamak için kurduk. Bu noktaya gelip özerk bir yapıya kavuşacağımızı kimse öngöremiyordu.

 

ERKAN GÜLBAHÇE 

PYD’nin kuruluşundan bugüne uzanan yirmi yılı aşkın yolculuğu hem Kürt halkının varlık mücadelesinin hem de Rojava Devrimi’nin hikayesi. 20 Eylül 2003’te Garê’de yapılan ilk kongreden bu yana PYD, demokratik ulus anlayışı, kadın özgürlüğü ve halkların eşitliği temelinde bir siyaset hattı izledi. Kuruluş yıllarındaki ağır baskılardan, 2004 Qamişlo Serhildanı’na, 2011’de Suriye ayaklanması sırasında seçilen “üçüncü yol” stratejisinden 2012’de başlayan Rojava Devrimi’ne, YPG ve YPJ’nin doğuşundan bugün Kuzey ve Doğu Suriye’de inşa edilen özyönetim modeline kadar geçen süreç, Salih Müslim’in tanıklığında bütünlüklü bir tabloya dönüşüyor.

PYD’nin 22 yıllık yolculuğunu, kazanımlarını ve bedellerini birinci elden dinlemek için Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) eski Eşbaşkanı ve Başkanlık Konseyi üyesi Salih Müslim ile konuştuk.

PYD fikri hangi koşullarda ortaya çıktı? İlk kim gündeme getirdi, nerede tartışıldı? O dönemdeki toplumsal baskılar ve kimlik inkarı içinde siz bu fikre nasıl vardınız?

 Önderlik ilk etapta Lübnan’da, daha sonra Şam’da yaşamaya başladı. İlk dönemlerde Suriye genelinde ERNK adıyla örgütlenme gerçekleştirildi ve çok sayıda Kürt bu oluşumda yer aldı. Çalışmalar devam ederken biz de arkadaşlarla görüşüyorduk. Zaman zaman Önderlik’le doğrudan görüşmeler yapıyorduk. Bir görüşmede Önderlik, “Şu anda PKK olarak buradayız ama yarın burada olmayabiliriz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye sordu ve kendimizi örgütlememiz gerektiğini söyledi.

Biz de arkadaşlarla düşündük, tartıştık ve bir örgütlenmeye gitmemiz gerektiği sonucuna vardık. Önderliğin desteğiyle Eylül 1998’de geniş bir toplantı yaptık ve örgütlenme kararı aldık. Hemen çalışmalara başladık, mümkün olduğunca herkesi bu oluşuma kattık. Bilinçli olarak rejime yakın bazı insanları da dahil ettik. Amacımız aramızda arabuluculuk yapmalarıydı. Bu süreçte oluşumumuzu Arapça Tecemmu el-Ma’lûmat ed-Dimokratiyye adıyla örgütledik. Ancak uluslararası komplo süreciyle birlikte rejimin tavrı değişti. Öncesinde bize doğrudan müdahale etmeyen rejim, komplodan sonra tamamen düşman pozisyonuna geçti. 2002’ye kadar her türlü yolla bize saldırdılar, bizi eritmeye çalıştılar. Daha önce içimizde yer alan rejim yanlıları da bize karşı tavır geliştirdi ve 2002’de bu oluşum dağıtıldı.

Biz ise yeni bir örgütlenme için çalışmalarımızı sürdürdük. İlk etapta Rüstem Cudi yoldaşın öncülüğünde bir grup geldi, bize destek verdi. Rejimin saldırıları ve bazı arkadaşlarımızın yakalanmasından sonra çalışmalarımızı Kürdistan’ın farklı bir bölgesinde yürütme kararı aldık.

Bu fikir Sayın Abdullah Öcalan’a ne zaman ve nasıl iletildi? Onun yaklaşımı ve önerileri nelerdi? Demokratik konfederalizm, kadın özgürlüğü ve yerel demokrasi çizgisi kuruluş sürecine nasıl yansıdı?

 1998 yılında Önderlik’le yaptığımız bir dizi görüşmeden sonra, Rojava genelini kapsayacak bir örgütlenmeye gitme kararı almıştık. Bunun sonucunda bu yönde çalışmalara başladık. Uluslararası komplo sonrası Önderlik yakalandığında, biz de arkadaşlarla hem kuzeyde hem güneyde istişare içindeydik. Önderlik avukat görüşmeleri sırasında bize mesaj göndererek bu oluşumu mutlaka gerçekleştirmemiz gerektiğini iletti.

Tecemmu el-Ma’lûmat ed-Dimokratiyye dağıldıktan sonra, Önderliğin de isteğiyle yeni bir örgütlenme için çalışmaları hızlandırdık. İsmini bilinçli olarak PYD koyduk. Eğer Kürdistan’ı doğrudan çağrıştıran bir isim seçilseydi bölgede yaşayan farklı halkları kapsamayacağı sonucuna vardık. Çünkü bölgemizde Araplar, Süryaniler, Çerkezler, Türkmenler yaşıyor; dolayısıyla herkesi içine alacak bir örgütlenmeye ihtiyaç vardı.

PYD’yi, bölgede yaşayan halklarla uyum içinde, birlikte mücadele zemininde kurduk. Programında demokrasi, kadın özgürlüğü, çevre ve gençlik sorunlarını esas alan bir örgütlenme ortaya koyduk.

 

2003’teki kuruluş toplantısı nasıl geçti? Kimler hazır bulundu, ilk kadroların katkıları nelerdi? Tüzük ve program hazırlanırken hangi başlıklar öne çıktı?

 PYD’nin kuruluşunda Rojava’daki halkın yanı sıra daha önce PKK saflarında yer almış gençler önemli bir rol üstlendi. Programın hazırlanmasına da gerillada bulunan bu gençler katkı sundu. Rûstem Cudi örgütlenme, tüzüğün oluşturulması ve programın yazılmasında büyük bir sorumluluk aldı.

Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 20 Eylül 2003’te birinci kongre Garê bölgesinde gerçekleştirildi. Rojava’da ya da Suriye’nin herhangi bir yerinde böyle bir kongre yapma imkanı olmadığı için Rojava’ya yakın olan bu bölgede toplandık. Delegelerin onayıyla program ve tüzük kabul edildi. Kongreye Kürdistan’ın dört parçasından misafirler de katıldı. Delegelerin büyük bölümü ise Rojava’da yurtseverlik çalışmaları yürüten kadrolardan oluşuyordu.

Bir hafta süren kongrede en önemli tartışmalar örgütlenme yöntemi ve biçimi üzerineydi. Burada öne çıkan temel fikir şuydu: Biz Suriye’nin bir parçasıyız, ayrılma niyetimiz yok. Ancak Suriye’nin tüm halkları kendi kimlik ve renkleriyle eşit bir biçimde yer almalı, birlikte mücadele ve yaşam alanları yaratılmalı. Bu nedenle hedef, Suriye genelinde demokrasiyi geliştirmek olarak belirlendi. Kadın ve gençlik meseleleriyle birlikte, bölgede yaşayan bütün halklarla ilişki geliştirerek ortak yaşamı inşa etmek temel bir ilke haline geldi.

 

2003–2011 arasında baskı ve tutuklamalar altında örgütlenmeyi nasıl sürdürdünüz? Halkla güven ilişkisini nasıl kurdunuz? PYD’ye karşı BAAS rejiminin tutumu neydi, doğrudan temas ya da müzakere girişimleri oldu mu?

 2002’de Tecemmu el-Ma’lûmat ed-Dimokratiyye dağıtılınca rejim üyelerimizi ve komitelerimizi tanıyordu. Komiteleri dağıtmak, kadroları kendi tarafına çekmek ve ajanlaştırmak için baskı yaptı. Uluslararası komplonun ardından Türkiye ile Suriye arasında işbirliği gelişti ve Kürt meselesinde ortak hareket etmeye başladılar. Bu dönemden sonra tamamen rejimin hedefi haline geldik. PYD ilan edildikten sonra geniş bir yakalama furyası başlatıldı. Özellikle sınır geçişlerinde gözaltına alınanlar ağır işkencelere maruz kaldı. Çalışmalarımızı gizli yürütmeye mecbur kaldık, adeta yeraltına indik.

2004’te Qamişlo Serhildanı başladığında kongremizin üzerinden henüz beş ay geçmişti ve yeni örgütleniyorduk. Bu nedenle doğrudan hedef alındık. Serhildana öncülük etmek zorunda kaldık çünkü sokağa çıkan kitle esasen bizim tabanımızdı. Rejim bundan büyük rahatsızlık duydu. Diğer Kürt örgütleri kendilerini korumak için “Ne yaptıysa PYD yaptı” diyerek bizi şikayet ettiler. Bu serhildanla birlikte rejimin gözünde birinci düşman ilan edildik. O süreçte benim de aralarında bulunduğum birçok arkadaş yakalandı, işkencelerden geçirildi. Ben Şam’da dört ay boyunca ağır işkence altında kaldım. Bu dönem bizim için bir sınavdı. Direnişimiz halkta bağlılık yarattı; halk kendisini daha güçlü hissederek daha fazla örgütlenmeye yöneldi, rejime karşı tavrını netleştirdi. Serhildan safları ayırdı; direnenler kaldı, korkaklar ayrıldı.

Üyelerimiz neredeyse her gün sorgulama ve işkencelere maruz kalıyordu. 2007’de üçüncü kongremizde meclislerin kurulmasına karar verdik. Ancak yapılan her toplantı ya baskına uğruyor ya da katılanlar ertesi gün gözaltına alınıyordu. O dönemde birçok şehit verdik. Şîlan Kobanê dört arkadaşıyla birlikte katledildi, Ebu Cudî Hasekê’de işkenceyle öldürüldü. Bazı arkadaşlarımız gözaltına alınıp kaybedildi, hala akıbetleri bilinmiyor.

2007’de evime baskın yapıldı, beni bulunamayınca eşimi alıp bir yıl rehin tuttular. O günden sonra çalışmalarımı tamamen kaçak yürütmek zorunda kaldım. 2010’a kadar Suriye’nin birçok yerinde bu şekilde yaşadım. Sürekli baskınlarla arandım. Sonunda arkadaşların isteğiyle Rojava’dan ayrılıp Garê’ye geçtim. 2010’da yapılan dördüncü kongrede parti başkanı seçildim.

2011’e gelindiğinde Suriye’de yeni çatışmalar başladı. O dönemde Suriye ve Türkiye ortak bakanlar kurulu bile topluyordu. Adana Mutabakatı temelinde işbirliği yapıyor, tek hedef olarak bizi gösteriyorlardı. Rojava’da kimin arabasına binersek ertesi gün sorguya çekiliyordu. Halk o kadar korkutulmuştu ki selam vermek bile risk haline geldi. Bir evde toplantı yapsak, ertesi gün o eve baskın yapılıyordu. 2010’daki dördüncü kongreden sonra da çok sayıda arkadaşımız yakalanıp işkencelerden geçirildi. Bu süreçte 1500 yönetici ve üyemiz tutuklanarak ağır işkencelere tabi tutuldu.

Suriye’de halk ayaklanması başladığında PYD nasıl bir tavır aldı? İlk stratejik kararlarınız nelerdi? Parti içinde farklı görüş ve tartışmalar yaşandı mı?

 2010’un Eylül ve Ekim aylarında dördüncü kongremizi gerçekleştirdik. O dönemde yönetim olarak Garê’de bulunuyorduk. Arap ülkelerinde “Arap Baharı” diye adlandırılan gelişmeleri, Libya ve Mısır’daki olayları günlük olarak takip ediyor, Suriye’ye sıçrayıp sıçramayacağı üzerine sürekli tartışmalar yürütüyorduk. Hemen her gün saatlerce toplantılar yapıyor, olayı anlamaya çalışıyorduk. 2011’in Şubat ayında olayların Suriye’ye de yayılacağı haberlerini aldık.

Zaten 2004’ten beri BAAS rejimiyle çekişme halindeydik. Öte yandan, iktidara gelmesi muhtemel grubun arkasında Müslüman Kardeşler vardı. 2005’ten itibaren bu örgütün Türkiye tarafından örgütlendirildiğini biliyorduk. Lübnan’daki kolları da 2011 Şubat’ında bizimle temasa geçerek planlarını anlattılar. Biz ise şu sonuca vardık: BAAS rejimi diktatördür, Müslüman Kardeşler de demokrasi ve insan hakları için değil, yalnızca iktidar için mücadele ediyordu. Bu nedenle stratejik kararımızı aldık: Ne BAAS rejiminin ne de Müslüman Kardeşler’in yanında olacaktık. Kendi üçüncü yolumuzu inşa ederek yolumuza devam edecektik.

2011 Nisan’ında BAAS rejimine bir mektup göndererek sekiz talepte bulunduk. İnsan hakları ve Kürt sorununda adım atarlarsa ayakta kalabileceklerini, aksi halde başka yollarının olmadığını ilettik. Ancak herhangi bir yanıt vermediler. Rejim bizim gerçek niyetimizi anladı. Müslüman Kardeşler ise bizi yanına çekmek için uğraştı; imkanlarını seferber edeceklerini, televizyon kanalları açarak halkı ayaklandırabileceğimizi söylediler. Biz ise onlarla hareket edemeyeceğimizi açıkça belirttik.

Aynı ay içinde bütün yönetim Rojava’ya dönme kararı aldı. Çalışmalarımızı yerinde başlattık. Rejimin zayıfladığını, bize yönelmeye cesaret edemeyeceğini görmüştük. Qamişlo’dan Kobanê’ye, Efrîn’e kadar toplantılar yaptık ve çalışmaları örgütledik. “Rengê me dengê me” sloganıyla, kendi renklerimiz ve irademizle “azadî ve demokrasi” diyerek halkın karşısına çıktık. Bu çağrılar halk tarafından büyük ilgi gördü. Rejim ve Müslüman Kardeşler sürekli bizi yanlarına çekmeye çalıştıysa da biz üçüncü yolu seçtik ve stratejik olarak Suriye’de ayrılmayacağımızı ilan ettik. Suriye’nin demokratikleşmesi için çalışacağımızı açıkladık. Bu temelde solcu ve devrimci hareketlerle işbirliğine gittik. 30 Haziran 2011’de on partinin katılımıyla Hey’et Tansîq al-Watanî (Ulusal Koordinasyon Heyeti) adlı bir oluşum kurduk. Böylece solcu muhalefet birlikteliği sağlandı. Aynı dönemde Araplar, Ermeniler, Süryaniler ve diğer halklarla ilişkilerimizi de geliştirdik.

Kararlar alınırken parti içinde görüş ayrılıkları yaşansa da, kararlar alındıktan sonra bütün arkadaşlar istisnasız uyguluyordu. 2004 Qamişlo Serhildanı’ndan sonra Kürtler arası Birlik Komitesi oluşturmuştuk; ayda bir toplanıp değerlendirmeler yapıyorduk. 2011 olaylarından sonra bu komiteyi daha da aktifleştirdik. Tüm Kürt partilerinin birlikte hareket etmesi için girişimler başlattık. 14 Mayıs 2011’de 12 Kürt partisi ortak hareket kararı aldı ve bir bildiri yayımladık. Kürt birliğine büyük önem veriyor, sürekli bu yönde çalışıyorduk. Ancak bazı partiler bu birliğe katılmadı; onlar “Kürt Ulusal Meclisi” adı altında ayrı örgütlenmeyi tercih ettiler.

 

2012’de atılan özyönetim adımlarını nasıl tanımlıyorsunuz? TEV-DEM, YPG/YPJ ve komünlerin oluşumunda PYD’nin rolü neydi? Halkın katılımı ve desteği nasıl gelişti?

 Bu dönemde Hama ve İdlib gibi Kürtlere yakın bölgelerde Türkiye destekli silahlı gruplar ortaya çıktı ve zamanla bölgelerimize sızmaya çalıştılar; “Bizimle değilseniz rejim yanlısısınız” diyorlardı. O sırada örgütlü bir askeri gücümüz yoktu. Devlet kurumlarına saldırılar bize de zarar veriyordu. Kendimizi savunmak için 2004’te kurulan gençlik örgütü devreye girdi; özellikle kadın ve çocuklara yönelik saldırılar artınca bu yapı örgütlü hale geldi ve 2011 sonunda YPG’nin oluşumuna dönüştü.

2012’de yeni bir karar alarak bölgemizdeki rejim kurumlarını ele geçirip rejim unsurlarını uzaklaştırmaya başladık. 19 Temmuz 2012’de Kobanê’de ilk adımı attık; bu tarih hem YPG’nin resmî ilanı hem de Rojava Devrimi’nin başlangıcı oldu. Kurumlar kansız biçimde boşaltıldı, ertesi gün kendi kadrolarımızı yerleştirdik. 21 Temmuz’da Efrîn’de, 24 Temmuz’da diğer bölgelerde benzer süreçler yaşandı. Qamişlo’da havaalanı ve rejime bağlı bazı noktalar ile Hasekê’de bir bölgeyi pasaport işlemleri ve uçuşlar nedeniyle bilinçli olarak bıraktık.

Ardından Türkiye’nin örgütlediği El Nusra, Ahrar el-Şam ve benzeri selefi gruplar saldırıya geçti. Serêkaniyê kısa süreliğine işgal edilse de gençlerimizin mücadelesiyle geri alındı; çatışmalar şiddetlenince savunma gücümüzü güçlendirdik.

Devlet kurumları çekilince bölgede bir yönetim boşluğu oluştu. 2013’te bu boşluğu doldurmak için TEV-DEM kuruldu; çatısı altında sivil toplum örgütleri, dini yapılar ve siyasi partiler yer aldı, komisyonlar oluşturuldu ve yönetim işledi. Sürecin omurgasını PYD oluşturdu ama kararlar tüm partilerin katılımıyla, meclis üzerinden alındı. Bu, özerkliğe giden yolu açtı ve 2014’te özerklik ilan edilerek Cizîre, Efrîn ve Kobanê kantonları kuruldu.

Başlangıçta halk “komün” kavramına yabancı olduğu için tereddütler vardı. Halkı bilinçlendirip örgütlemek büyük ölçüde PYD’nin sorumluluğundaydı. Biz ön planda olduğumuzdan kurumlar yalnızca PYD’nin çalışmaları sanıldı; oysa kararlar ortak alınıyordu. 19 Temmuz’dan sonra “çocukları alıyorlar” gibi psikolojik ve stratejik saldırılar yürütüldü; buna rağmen halk sahada gerçeği gördü: Savunmayı YPG ve YPJ yürütüyordu. Bu nedenle YPG/YPJ’ye yaklaşım daha sıcak oldu; direniş ruhu ve halk desteği günden güne büyüdü.

ABD, Rusya ve Şam’la ilişkilerde PYD’nin sınırları nelerdi? Türkiye ile doğrudan ya da dolaylı temaslar oldu mu? Dış ilişkilerde en büyük kazanımlar ve kayıplar nelerdi? Kürt diasporası bu süreçte nasıl bir rol oynadı?

 Temel prensibimiz, değerlerimizi koruyarak herkesle diyalog geliştirmek. BAAS rejimiyle sürekli temas kurmaya çalıştık; Kürt sorununun varlığını ve çözüm gereğini, Suriye’nin demokratikleşmesi ihtiyacını ısrarla dile getirdik; rejim diyaloga kapalı kaldı. 2011–2012’de ulusal koalisyon ve bazı Arap devletleriyle ilişki kurduk; kapı kapı politikamızı anlattık.

2015’e kadar uluslararası güçler, özellikle ABD, bizimle görüşmek istemedi; kısa bir gizli görüşme döneminden sonra 2015’ten itibaren kendileri birlikte çalışma teklif etti ve Uluslararası Koalisyon’la teröre karşı mücadelede anlaştık. Ardından İngiltere, Fransa gibi ülkeler de doğrudan ilişki kurdu.

Türkiye 2012’de muhalefet toplantılarına katılmamızı istedi. “Suriye’de Kürt sorunu vardır ve demokratik yollarla çözülecektir” ifadesinin deklarasyona girmesini şart koştuk; kabul edilmedi. O günden sonra Türkiye bizi terörist ilan etti. Bugün resmen açıklanmasa da zaman zaman dolaylı veya doğrudan temaslar oluyor.

En büyük dayanağımız toplumsal diplomasidir. Sivil toplum, partiler ve parlamenterlerle Avrupa başta olmak üzere geniş ilişkiler kurduk; milyonlarca kişi Rojava’yı gündeme taşıdı ve destek verdi. Avrupa’dan Asya’ya, Ortadoğu’dan Avustralya’ya uzanan ağlar kuruldu; bu, Kürt sorunu açısından da önem taşıyor.

Eksiklerimiz var: Diplomasiyi yürütecek tecrübeli kadroların azlığı bazı kayıplara yol açtı. Buna karşın diaspora büyük katkı sundu; ilişkilerin geliştirilmesi ve diplomatik çalışmaların yürütülmesinde destek oldular. Bu sayede Kürdistan’ın tüm parçalarında ciddi bir sempati oluştu ve yurtdışındaki halkımız ilişkilerimizin güçlenmesine önemli katkılar sağladı.

2003’ten bugüne “keşke” dediğiniz kararlar neler? PYD’nin örgütsel kültüründe değiştirmek istediğiniz alışkanlıklar var mı? Bugün geldiğiniz noktayı ilk günlerde öngörebiliyor muydunuz?

 Kadroları nitelik ve nicelik olarak yetiştirmekte zorlandık. Kadro sayısının yetersizliği bizi zorladı. Yeni kadroları daha iyi eğitebilmek için daha fazla emek verebilirdik. Avrupa’da istediğimiz düzeyde örgütlenemedik, buna daha çok yoğunlaşmamız gerekirdi. Eksikliklerimiz ve “keşke”lerimiz bu çerçevededir. Ancak stratejik anlamda çok büyük bir hata yaptığımızı söyleyemem.

PYD’yi halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve örgütlemek için kurduk. Başından beri hedeflerimiz vardı, fakat bu noktaya gelip özerk bir yapıya kavuşacağımızı kimse öngöremiyordu. Halkın ihtiyacının olduğu her yere koştuk. Qamişlo’da serhildan gerekiyorsa serhildan örgütledik, savunma gerekiyorsa gençleri örgütleyerek savunma mekanizmaların oluşmasına yardımcı olduk. Büyük fedakarlık göstermemiz ve halkın ihtiyaçlarını doğru tespit etmemiz bugün bu noktaya gelmemizin en önemli nedenlerindendir.

2011’de mücadeleye girdiğimizde 19 Temmuz 2012 devriminin bu kadar erken geleceğini beklemiyorduk, ama örgütümüz hazırdı. Büyük emek ve özveri sayesinde zorlanmadan adım attık. Bir yıl içinde sadece parti olarak yönetemeyeceğimizi gördük ve hemen TEV-DEM’i kurduk. Örgütlü olduğunda konjonktürün istediği adımları atmak kolaydır. Bugün de gelişmelere karşı hazırlıklıyız, uluslararası koşullara göre politika belirleyip adım atacağız.

2003’te bu noktaya geleceğimizi tahmin etmiyorduk. Ama her şeye hazırlık yapıyor, gerektiğinde adım atmaya hazır bekliyorduk. Bundan sonra da öyle olacağız.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.