“Sahiciliğin Büyüsü Bambaşka...”

Kültür/Sanat Haberleri —

Belmin Söylemez

Belmin Söylemez

  • “Her mahallenin, her mekânın ayrı bir hafızası, ayrı bir karakteri, dokusu, atmosferi var. Bunlar yok olduğunda yitirilen yalnızca kültürel miras değil, bizim hikayelerimiz de aynı zamanda. Sırf bu nedenle o mekanları çekmek, belgelemek, geleceğe taşımak ihtiyacı hissediyorum.”
  • “Filmi çektikten sonra filmi çektiğimiz bina da - tıpkı yazdığımız senaryodaki gibi – otel olmak üzere boşaltıldı ve mühürlendi. Biz bir kurmaca çekiyoruz, ama gerçek hayatta her şey o kadar hızla değişiyor ki bir süre sonra bakıyoruz, filmimiz bir belgesel olmuş.”

BİLGE AKSU

Belmin Söylemez, yaklaşık 40 yıldır reklam, televizyon ve sinemanın mutfağında çalışan bir yönetmen. İlk yıllarında Bilge Olgaç’la adım attığı set ortamlarını, seneler sonra çektiği bir belgeselle anlatmış ve sektörde kadınların varlığına ve elbette yaşadığı zorluklara da dikkat çekmişti. Uzun süre belgesel sinemasının sınırlarında dolaştıktan sonra, 2012’deki Şimdiki Zaman filmiyle kurguya adım attı. Eski alışkanlıklarından vazgeçmeden, yeni bir sinema dili oluşturmayı başaran Söylemez’in filmleri, kurguyla gerçeğin arasında sürekli hareket eden bir yapıya sahip. Son olarak Ayna Ayna filmiyle benzer bir hikayeyi bize izletirken aynı zamanda çalışanlarının ve oyuncularının neredeyse tamamı kadınlardan oluşan bir film seti kurmasıyla da dikkat çekti. Nitekim bu filmin kadın oyuncuları, çeşitli festivallerde ödüller alarak bu işi taçlandırdı. Ayna Ayna, son olarak geçtiğimiz günlerde açıklanan 56. Siyad Ödüllerinde, dijital platformlarda gösterime giren en iyi film ödülünün sahibi oldu.

Belmin Söylemez’le filmlerinde öne çıkan kent kültürü ve hafızasını, belgesel sinemasını ve sektördeki kadın emeğini konuştuk.

 

Belmin Söylemez

 

İlk olarak iki filminizde görülen bir benzerlik üzerinde durmak istiyorum. Şimdiki Zaman’da fal kavramı, Ayna Ayna’da ise rüya kavramı öne çıkıyor. Böyle bir izlek nasıl oluştu?

Rüyaların da, kahve falının da yaşamımda her zaman önemli yeri oldu. Film, yazı, müzik nasıl kendimizi ifade etmeye çalıştığımız alanlarsa onlar da birer araç. Fal bakarken ve rüya anlatırken hem hayal gücümüzü harekete geçirir hem de iç dünyamız ile ilgili önemli ipuçları verir, korkularımızı, beklentilerimizi, arzularımızı, kendimize bile itiraf edemediklerimizi anlatırız. İlk kurmaca filmim ‘Şimdiki Zaman’da kahve falı hem karakterleri tanımamız için hem de onların birbirleriyle bir bağ kurmaları için bir iletişim aracı olarak var. Aynı zamanda bu yolla seyirciyi filme dahil etmeye çalıştım. Seyirci de kahve fincanındaki şekillere kendi yorumunu katsın istedim.

‘Ayna Ayna’daki karakterler ise oyunculuk eğitimlerinin bir parçası olarak rüyalarını anlatıyorlar. Filmin karakterleri rüyalarını anlatırken izleyici hem karakterler ile ilgili ip uçları yakalayabilir, bu rüyaları gözünün önünde canlandırabilir hem de kendi rüyalarını hatırlayabilir. Her iki filmin gösterimlerden sonra gelen yorumlarda bu isteklerimin gerçekleştiğini gördüm. Falları yorumlayanlar, benzer rüyalar gördüklerini paylaşan izleyiciler beni mutlu etti.

Ayna Ayna’da bir nevi meta-kurgu görüyoruz. Sinema, oyunculuk ve tiyatro bir arada ve ortaya çıkan eser, bütün o öğrenme süreci ve yaşanan sıkıntılarla beraber, esasen filmin kendisi oluyor. Bunu üç ayrı kadın üzerinden anlatıyorsunuz. Gerçekliğin ne kadarını yansıtabildiniz sizce? Sektörün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çok güzel bir yorum. Film kendi içinde farklı yaratım süreçlerinin zorluklarını içeriyor, tıpkı doğum sancıları gibi. Senaryoyu yazarken, sinema olsun tiyatro olsun bağımsız sanat alanında yaşanan sorunları (ekonomik zorluklar, cinsel ayrımcılık, yaş ayrımcılığı, muhafazakâr aile baskısı, tek tipleştirme vb) dışarıdan bir bakışla, sadece olaylarla göstermek yerine bunları karakterlerin iç dünyasına etkileri üzerinden anlatmak istedik. Bu baskıların üç kadın karakterde yansımalarını görüyoruz. ‘Ayna Ayna’ onların bu zorluklara karşı mücadele etme çabası kadar kendilerini ifade etme ihtiyacını da anlatıyor. Günümüzde de bağımsız olarak sanat, performans alanında çalışan birçok insan benzer engeller yaşıyor, akıntıya karşı kürek çekiyor. Filmde yer verdiğimiz sorunları gerçek yaşantılardan yola çıkarak yazdık.

Sinema sektörünü ise bir bütün olarak değerlendirmek mümkün değil. Kendi içinde çok farklı alanlar var. Ancak bağımsız, bir anlamda ‘ticari olmayan’ alanda üretmek ekonomik olarak gitgide daha da imkânsız hale geliyor. Aklınızda bir fikir oluştuğunda bile ileride nasıl gerçekleştirilebileceğinin kaygısı hemen yanına eklenebiliyor. Bunu aşmanın yollarını aramak da farklı bir ‘yaratıcılık’ gerektiriyor.

 

 

Filmde dikkat çeken unsurlardan biri, kent ve çevre üzerine epey içeriğin bulunmasıydı. Son dönemin değişen iklimiyle birlikte, insanlar alıştığı mekanlardan koparıldı. Bu değişimler sizin için ne ifade ediyor?

Yaşadığımız mekanlar, çevre hayatımızın, kimliklerimizin, kent hafızasının yapı taşlarından. Boşuna kültürel miras denmiyor; geçmişle gelecek arasında önemli bir köprü oluşturuyorlar. Bunlar hoyratça yok edildiğinde bizden, hayatımızdan bir parça daha yitip gidiyor gibi hissediyorum. Şehri, filmlerimde ana karakterlerden biri olarak görüyorum. Günlük yaşantısı, sokakları, parkları, mimarisi, farklı renkleri ile şehrin kent sakinlerinin yaşadığı hali beni ilgilendiriyor. Her mahallenin, her mekânın ayrı bir hafızası, ayrı bir karakteri, dokusu, atmosferi var. Bunlar yok olduğunda yitirilen yalnızca kültürel miras değil, bizim hikayelerimiz de aynı zamanda. Sırf bu nedenle o mekanları çekmek, belgelemek, geleceğe taşımak ihtiyacı hissediyorum.

Geçtiğimiz sonbahar Beyoğlu Sineması’nda ‘Şimdiki Zaman’ın yeniden gösterimi vardı. Genç bir izleyici, ‘Bu film çekildiğinde ben 11 yaşındaydım. Beyoğlu’nun o günlerdeki hali ne kadar farklıymış, görmek çok ilginç geldi’ dedi. Örneğin Şimdiki Zaman’daki fal kafenin bulunduğu Rumeli Han, her katta farklı kafelerin, folklor, dans, fotoğraf, resim atölyelerinin bulunduğu çok renkli bir yapı/pasajdı. Beyoğlu’nun çok kültürlü atmosferini yansıtan bir yapıydı. Film çekildikten kısa bir süre sonra otel yapılmak üzere boşaltıldı. Yine Şimdiki Zaman’ filmindeki ana karakter Mina’nın yaşadığı bina otel olmak üzere boşaltılıyordu. Binada tek kalan ve yalnız yaşayan Mina bu değişime karşı direniyor, binayı boşalt uyarılarına rağmen orada yaşamaya devam ediyordu. Filmi çektikten sonra filmi çektiğimiz bina da - tıpkı yazdığımız senaryodaki gibi – otel olmak üzere boşaltıldı ve mühürlendi. Biz bir kurmaca çekiyoruz, ama gerçek hayatta her şey o kadar hızla değişiyor ki bir süre sonra bakıyoruz, filmimiz bir belgesel olmuş.

Belgesel sinemacılığından geliyorsunuz diyebiliriz. Filmde de bunun etkileri ortada. Böyle bir disiplinin kurguya getirisi var mıdır? Nasıl değerlendirirsiniz?

Belgeseli de, kurmacayı da sinema olarak görüyorum, ayırmıyorum. Belgesel film çekmenin, belgeselci bakış açısının özgürleştirici bir yanı var. Senaryo yazarken de, çekim yaparken de, kurguda filmi yeni baştan oluştururken de daha esnek, keşfetmeye ve yeniliklere açık ilerlemeyi öğretti bana. Oyunculuğa bakış açıma da çok şey kattı. Ayna Ayna’yı çekerken oyuncuların da, ekibin de bu yaklaşıma uyum sağlaması önemliydi. Görüntü yönetmenimiz Vedat Özdemir ile özellikle dış çekimlerde belgesel çeker gibi çalışacağımızı önceden konuştuk. Mekanları bir bir gezip ön çekimler, provalar yaptık. Metro, bit pazarı, Tarlabaşı pazarı gibi mekanlarda doğallık, sahicilik çok önemliydi. Ayna Ayna’ya günlük hayatın doğal akışını dahil etmek istedim. Çünkü sahiciliğin büyüsü bambaşka.

Filmde Aylin karakteri, sanıyorum senaryonun ilk oluştuğu dönemin de etkisiyle, saray dizilerinde yer bulmaya çalışıyordu. Öyle bir dönem yaşandı gerçekten. Günümüzde böyle çılgın bir furya görüyor musunuz?

O dönemin furyası artık bugünün normali oldu denilebilir. Saray dizileri yerini imparatorluğun kuruluşu, gelişimi hatta öncesinde Anadolu topraklarındaki devletlere, beyliklere bıraktı. Dizi sayısı da karakter sayısı da geçmişe göre arttı. Tarihi diziler TV endüstrisinin önemli bir parçası haline geldi. Ayna Ayna’da çekimleri yaptığımız Osmanlı dekorunun içinde çalışırken bunu bizzat gözlemledik. Öte yandan senaryoyu yazdığımız dönemde dizilerde harem hikayeleri ön plandaydı. Kadın karakterler haremdeki roller ile sınırlıydı. Ancak günümüzde haremdeki rekabetçi kadın karakterler yerini savaş kahramanı erkek karakterlere bıraktı. Genç kadın oyuncular artık ya çadırlarda bekleyen eşler, anneler olarak ya da erkeklere taş çıkartacak şekilde kılıç sallayan, ok atan savaşçılar kılığında dizilerde rol alıyor. Tarihi diziler meydan muharebelerini, savaş kahramanlığını ve şiddeti öne çıkarıyor.

 

 

Yalnızca oyuncular değil, Ayna Ayna filminin mutfağında da büyük bir kadın emeği söz konusu. Türkiye’nin mevcut iktidarda geçirdiği dönüşüm de en çok kadınları etkiledi. Cannes’da ödül almış bir oyuncunun kıyafetinden tutun da gündelik yaşamına kadar konuşuldu. Böyle bir dönemde neler yapılmalı, nasıl ayakta durulmalı?

Cast direktöründen yardımcı yönetmene, uygulayıcı yapımcıdan sanat yönetmenine ekipteki kadınlarla üretmenin heyecanını paylaşmak, soyut bir düşünceyi beraber somut bir işe dönüştürmek çok güzeldi. Ben onların varlığından güç aldım. Sinemaya ilk başladığımda kamera arkasında çalışan çok az sayıda kadın vardı. Şimdi kamera arkasında her alanda çok sayıda kadın olduğunu görmek mutluluk verici. Kazanımlarımızı korumak, alanımızı genişletmek ve dayanışmak zorundayız. Bizi kendi şablonlarına sıkıştırmaya çalışanlara her seferinde yanıt vermeli, sesimizi yükseltmeliyiz. İş hayatında, sokaklarda, sanatta kadınların güçlü, üretken olup bireysel özgürlüğün örneklerini ortaya koymaları bu savunuyu güçlendirecek.

Son olarak, kişisel bir merak :) 1+1’e verdiğiniz röportajda Annie Ernaux’dan bahsetmiştiniz. Gerçekten de özellikle Seneler, gerçek ile kurmacanın müthiş bir buluşması. Sizin üslubunuzda yer yer böyle bir durum öne çıkıyor. Edebiyata dair takip ettiğiniz başka kimler var? -Asıl alanı edebiyat olan biri olarak sordum bunu, es geçebilirsiniz dilerseniz :)-

Çok teşekkür ederim. Annie Ernaux büyük bir hayranlıkla okuduğum bir yazar. Geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde oğlu ile yaptığı ‘8 mm Yılları’ filmini izleme fırsatı buldum. Sonrasında katıldığı söyleşiyi dinlemek ve onunla tanışmak benim için heyecan vericiydi. Ayrıca uzun bir kuyruk oluşturan okurlarını kırmadan hepsine aynı güler yüzlü ifade ile imza verdiğini görmek de saygımı arttırdı.

Edebiyatta severek okuduğum çok sayıda yazar var.  Bazılarını ‘keşke filmi çekilse’ düşüncesi ile tekrar tekrar okurum. Sait Faik’in ayrı bir yeri var benim için. Hikayelerini her seferinde ilk defa keşfediyormuş gibi bir duyguyla okurum. Leyla Erbil’in ‘Tuhaf Bir Kadın’ı, geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Füruzan’ın ‘Parasız Yatılı’sı ve ‘47’liler’i, Sevgi Soysal’ın ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ anlatısıyla, farklı kadın karakterleri ile hayran olduğum eserler. Son dönemde Suat Derviş’i çok severek okuyorum. 1930’ların Türkiye’sindeki kadın karakterlerin ağırlıkta olduğu ‘Daktilo Nebahat’ta olsun, gazete yazılarını içeren ‘Çöken İstanbul’da olsun, dönemin sosyo-ekonomik panoramasını gerçekle kurgunun buluştuğu bir anlatımla aktarıyor. Tıpkı Ernaux’da olduğu gibi. Kısa filmim ‘Dalgalar’dan bu yana benzer bir anlatımı kullanmaya çalışıyorum. İlerisi için aklımda iki film fikri var ve şu an bile zihnimde kurguyla gerçeklik arasında gidip geliyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.