Sessizlik bir ifade biçimi değildir

Kültür/Sanat Haberleri —

Ama Fareler Uyurlar Geceleyin

Ama Fareler Uyurlar Geceleyin

  • ‘Ama zulüm, yıkım, ölüm karşısında hayatın ve insanın nasıl bir tutum alması gerektiği sorusunun tek bir cevabı vardır ve bu cevap estetikle değil, etikle ilgilidir. Sessizlik bir ifade biçimi değildir, acıları sağaltmanın, acıyla baş etmenin tek yolu anlatmaktır. Elbette hesabı sorularak.’

 

PELİN ÜNAL

İkinci Dünya Savaşı'na tanık olmuş yazarlar beni çok etkiler. Hiçbir dönemde erişilememiş bir derinlik var hepsinde. Yazın tarihi boyunca, sanki yaşamın ne kadar pahalıya mal olduğunu, ödenecek bedelin ne kadar ağır olduğunu en iyi onlar görmüş gibi. Yaşanmış her şeyin anlatılabileceğini ilk onlar gösterdi bize. Acı, açlık ve savaşın o kadar ortasındaydılar ki gösterişe, süse gerek duymadan tüm çıplaklığıyla aktarmayı başardılar. 

Bu yazarlardan biri de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve savaş travmaları ile biçimlenen bir edebiyat türü olan Yıkıntı Edebiyatı’nın (diğer adıyla Yıkım Edebiyatı) en önemli isimlerinden Wolfgang Borchert.  Yirmi altı yaşında öldüğünde geride pek çok oyun, şiir ve öykü bıraktı. Her ne kadar savaş sırasında ölmese de onu öldüren şey tam olarak savaşın kendisiydi. Zorla savaşa alınması, savaş karşıtı görüşlerinden dolayı hücre cezalarına çarptırılması, aylarca kaldığı hücrelerde tutulduğu hastalıklar, hastalığa rağmen 1944’te cepheye gönderilmesi, çürüğe ayrılması gerekirken tekrar tutuklanması, tekrar dokuz aylık hücre cezası… Ve İsviçre’de vereme yenik düşmesi.

‘Ama Fareler Uyurlar Geceleyin’

Bir insana o kısacık yaşamında muhteşem eserler yazdıran içsel derinlik, kaynağını sadece yaşadıklarından, tanık olduklarından mı alıyordu bilemiyorum ama İkinci Dünya Savaşı’nın o korkunç yüzünü bir Alman yazarın kaleminden okumak yaşanan dehşeti gözler önüne daha iyi seriyor. Çünkü savaşla ilgili okuduğumuz, izlediğimiz korkunç olayların çoğunun müsebbibi Nazi Almanyası olarak çıkıyordu karşımıza. Nazi olmayan, savaş karşıtı bir Alman olmanın ne demek olduğunu Yıkıntı Edebiyatı ve en çok da Borchert sayesinde kavrayabildim. Özellikle de “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” kitabıyla.

O muhteşem kitaba ismini veren büyüleyici öyküsü hayatım boyunca okuduğum en çarpıcı öykülerden biridir. Savaşın tüm karanlığına rağmen Borchert, karamsar bir atmosfer yaratmadan sade bir dille ve olayın sert gerçekliğini yumuşatarak olağanüstü bir şekilde aktarır. Öykünün kahramanı dokuz yaşında bir çocuk. Dört yaşındaki kardeşi savaşta yıkılan evlerinin duvarı altında kalır. Fareler kardeşinin cesedini yemesinler diye yıkıntının başında nöbet tutmaya başlar, çünkü öğretmeni farelerin et yediğini söylemiştir.  Günlerce nöbet tutar. Gece gündüz. 

Böyle korkunç bir olayın inanılmaz bir sadelikle anlatılması tüylerimi ürpertmişti. Hikayenin ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek bilemiyorum ama bu hikaye yazıldıktan 70 yıl sonra, Silopili genç bir adam şunu söyleyecekti: “Annem tamı tamına 7 gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük…” 

İnsanın kanını dondurup sesini boğazında boğabilecek bir ifade. İfadenin sahibi 2015 yılı Aralık ayında “sokağa çıkma yasağı”nda katledilen ve cenazesi yedi gün boyunca sokakta bekletilen, kimsenin yaklaşmasına izin verilmeyen, ancak yirmi üç gün sonra gömülebilen Taybet Ana’nın oğlu.

Sessizlik bir ifade biçimi değildir

Edebiyatta böyle tüyler ürpertici bir ifadeyle karşılaşınca baş edebiliyorsun ama gerçek hayatta bunu nereye koyacağını bilemiyorsun. Ortada bir dünya savaşı yok. Eli silahlı bir devlet, karşısında da savunmasız sivil halk. Öldürmekle kalınmamış, cenazenin yerden alınmasına bile izin verilmemiş. Yaklaşanlar ya öldürülmüş ya da yaralanmış.

Zulmün, savaşın, yağmanın, talanın karşısında edebiyatın ve sanatın nasıl tutum alması gerektiği uzun yıllardır sorulan ve onlarca cevabı olan bir sorudur. Hiçbir cevap diğerinden daha yanlış ya da daha doğru değil. Ama zulüm, yıkım, ölüm karşısında hayatın ve insanın nasıl bir tutum alması gerektiği sorusunun tek bir cevabı vardır ve bu cevap estetikle değil, etikle ilgilidir. Sessizlik bir ifade biçimi değildir, acıları sağaltmanın, acıyla baş etmenin tek yolu anlatmaktır. Elbette hesabı sorularak.

Ne şekilde olursa olsun anlatmak. Gerçeğin ulaşamadığı noktaya kurguyla, kurgunun ulaşamadığı noktaya gerçekle gidilmelidir. Yaşanmış her şey anlatılabilir. Unutul(a)mayan her şey anlatılabilir. Anlatılmalıdır. Kanımızı donduran, dilimizi lâl eden her şey ama her şey anlatılmalıdır.

Bernhard Meyer’in deyimiyle, Borchert’in sesi bir çığlıktı. Yakılıp yıkılan, açlığın, sefaletin ve korkunun kol gezdiği Almanya'da onun çığlığı binlerce insanın dilini çözmüştü. Onun sesi sayesinde aradan yüz yıllar geçse bile insanlar savaşın korkunç yüzünü görmeye devam edecek. Savaşın anlamsız olduğunu görmeye devam edecek.

O sese bizim de şiddetle ihtiyacımız var. Duyduğumuz her sesi çığlığa dönüştürmeye ihtiyacımız var Borchert’ten bile duyamayacağımız tüyler ürperten korkunç cümleler sessizlikte yitip gitmesin diye.

Hatice’nin sözleri

Misal:

“Kızım kollarımda can verdi. O gece cesedini koynuma alarak uyudum. Sabah saçlarına ve ellerine kına yaktım. Sonra yıkayıp kefenledik. Cesedi bozulmasın diye derin dondurucuya koyduk. Üç gün boyunca kızımın cesedini buzlukta beklettik.” (4-12 Eylül 2015’te Cizre’de katledilen Cemile Çağırga’nın annesi)

“Annemin cenazesi bir hafta boyunca bizimle aynı odada kaldı. Altı aylık kardeşim Rüstem annemden süt emmeye çalışıyordu. Süt gelmediği için sürekli ağlıyordu.” (Silopi’deki sokağa çıkma yasaklarında katledilen ve cesedi yedi gün boyunca çocuklarıyla aynı odada bekletilen Ayşe Buruntekin’in kızı Hatice Buruntekin)

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.