Toplumcu bir Kafkaesk: Hakkari’de Bir Mevsim

Kültür/Sanat Haberleri —

"Hakkari'de Bir Mevsim" filmi

  • “Hakkâri’de Bir Mevsim, yazıldığı ve yapıldığı dönemi göz önünde bulundurursak, bazı sorunlu/oryantalist kısımlarına rağmen, meseleye yaklaşımının samimi ve epey çarpıcı olduğunu belirtmek gerek.

“Çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir. Ortak dil ise, 

Ortak yaşam/ortak bilgi/ortak birikim/ortak düş… Kimi yerde ortak düşüş demektir.”

Hakkari’de Bir Mevsim/O – Ferit Edgü

 

BİLGE AKSU

Kadıköy Belediyesinin, aralarında Emin Alper gibi isimlerin de olduğu birçok sinemacıyla birlikte yeniden kurduğu Sinematek/Sinema Evi’nde süregiden projelerden biri de, kült hale gelmiş eski filmlerin restorasyonuydu. Son derece zahmetli ve kıymetli bir uğraşı ifade eden bu girişimde birçok işbirliği yapıldı. O filmlerden biri ve en çok merak edileniyse geçtiğimiz Pazar günü gösterime giren Hakkâri’de Bir Mevsim oldu. 

Erden Kıral’ın, 1982’de Ferit Edgü’nün de dahil olduğu bir ekiple sinemaya uyarladığı bu eser, ertesi yıldan itibaren Berlin ve FIPRESCI gibi prestijli ödüllerle taçlandırılırken, Türkiye’de gösterimi çoktan yasaklanmıştı. Çok büyük bir sürpriz değil ama yine de bunun sebebine ilişkin politik gerekçeleri sıralarsak, filmin Hakkâri’deki bir dağ köyünde geçmesinden tutun, içeriğindeki ağa/muhtar/korucu gibi figürlere hatta üç beş kelime de olsa Kürtçe konuşulmasına dayandığını söyleyebiliriz.

Oryantalist kısımlar

Edgü’nün genel edebi çizgisinden bazı noktalarda ayrışan bu kitabını yıllar önce Hakkâri’de görev yaparken okumuştum. Oraya atandığımı öğrenen bir arkadaşımın hediyesiydi bu kitap. Okurken zaman zaman hissettiğim o tuhaf rahatsız ediciliği sonraları başkalarından da işittim. Söz konusu rahatsızlık, yazarın bilinçli olarak tercih ettiği karamsarlıktan biraz farklı. En düz anlamıyla kullanmak istemesem de, yer yer oryantalist bulduğum kısımlardan kaynaklıydı bu. Nitekim daha sonra, kitapta bahsedilen köy civarından gelmiş iki öğrencime okuttuğumda, onların tepkisi elbette daha sert oldu. Özetle, kitapta köylerinden ve insanlardan başka bir tür gibi bahsedildiği hissine kapıldıklarını belirttiler. Bu hususta onların söylediklerinin üzerine bir yorum getirmek haddime değil, fakat benzer bir hissiyat beni de yokladığı için, bir bakıma rahatladığımı ifade edebilirim.

Bu hususta Ferit Edgü için esasen olumsuz herhangi bir şey söylemek doğru olmaz. Çünkü 1964 yılında gönüllü olarak gittiği bu dağ köyünde uzun bir süre geçirdikten sonra, hem kişisel yaşantısında hem de edebi çizgisinde belirgin bir değişimin yaşandığını görüyoruz. Daha önceki Edgü, bireysel bunalımları ve şehir insanını ele alırken, sonraki Edgü’de birey ve toplumun bir araya geldiğini, gerçekliğin gündelik yansımalarını eserlerine –kendi tarzında- daha çok yansıttığını tespit etmek mümkün. Ki kendisinin Hakkâri deneyimine dair bazı söylemlerinde de böyle bir etkiyi kabul ettiğini biliyoruz. Kitabı yazarken koymayı düşündüğü ilk ismin “Doğu’m” olması bunu işaret eden önemli bir ayrıntı. Her ne kadar coğrafi bir terim addettiğimiz o sözcüğü kullanmış olsa da, bu tabirdeki ikincil anlam, gerçekten de Edgü’nün yeniden doğuşunu imgeliyor.

 

 

Genel atmosfer: Kafkaesk

Kitabın genel atmosferi epey Kafkaesk. Zaten Ferit Edgü’nün çoğu zaman bir kıvançla kabullendiği bir esinlenme bu. Kahramanın isminin olmayışı, mekânın ayrıntılı olarak tanıtılmaması, iç mekân betimlemelerinin yoğunluğu ve en önemlisi, uzaklarda bir yerde asla ulaşılamayan bir devlet fikri bütün bu çağrışımların sebebi. Ayrıca kahramanın o köye neden geldiğini asla öğrenemememiz de bir başka unsur. Kitap boyu bazen bir deniz kazası, bazen bir sürgün, bazen de aslında belki de oralı olması sebebiyle orada olduğunu okuyup duruyoruz. Bunların çoğu, Kafka’nın edebi dünyasını oluşturan temel dinamikler.

Karakterin, kitabın başlarında şehir merkezinde geçirdiği süre boyunca devam eden iç monologlarında da bu tarz esinlenmeler görülüyor. Örneğin bir berber aynasında kendine bakarken yüzünü tanımamasıyla, hem varoluşçu bir anlatıya yelken açtığımızı anlıyoruz, hem de anlatı boyunca sürecek kimlik bunalımının izleriyle karşılaşıyoruz. Gelen isimsiz mektupların birinde, ona hitap eden bir benzeri var. Bu benzer kişi, kahramanımıza o dağ köyünde neler yaşayacağına dair ipuçları veriyor. Fakat kim olduğunu ya da neden ve nasıl bu kadar benzediğini asla öğrenemiyoruz. 

Erden Kıral’ın yorumuyla Ferit Edgü’nünki bazı noktalarda ayrışıyor. Özellikle filmin, hem atmosferi hem de olay örgüsü bakımından daha gerçekçi olduğunu belirtmek gerek. Kitaptaki düşsel atmosfer zaman zaman filmde de kendini gösterse de, genel itibarıyla Erden Kıral’ın sinema yaklaşımıyla aynı çizgide. Köye gelen öğretmenin gelme sebebi doğrudan bir sürgün olarak açıklanıyor örneğin ve çizilen portre epey idealist. Ya da salgın hastalık başladığında ortaya konulan çaba, o dönemin devlet-halk çatışmasına daha yakın bir yerden bakmayı başarıyor. Bu açılardan temel bir ayrımı vurgulamakta fayda var.

Filmde aktarılan köy yaşantısı, dönemin genel durumuyla örtüşüyor. Kitaptaki gibi kerameti kendinden menkul felsefi kişilikler yok. Özellikle Halit karakterini, kitapta adı sanı bilinmeyen bir filozof edasıyla işleyen Edgü’ye karşın, Kıral’ın Halit karakteri daha net, daha temkinli ve daha mesafeli. Muhtar başta olmak üzere, kimi köylülerin uzak durulmasını tavsiye edeceği kadar tekinsiz ama nerede yaşadığını ve kim olduğunu bilen bir Halit söz konusu filmde. Geri kalan ayrıntılar ise iki eserde de benzer.

Filmin en çok öne çıkardığı kısımlardan biri, köydeki kadınların durumu. Muhtar’ın karısı olan Zazi karakteri, elbette Şerif Sezer’in o büyük oyunculuğuyla birleşip, en önemli ve kilit isimlerden biri haline geliyor. Gerçi bu karakter kitapta da ön planda ama yine Halit’te olduğu gibi, biraz felsefi soslu çizilmiş diyebiliriz. Kıral’ın Zazi’si oldukça sert, bilinçli ve politik. Üzerine kuma getirmeye kalkan muhtara karşı duruşu, sessiz bir direniş örneği. Bu kısımlarda sinemanın görsel avantajı epey öne çıkıyor.

 

 

Kitap ve film arasındaki farklılıklar

Kitap ve film arasındaki farklılıklardan biri de kahramanın yaşadığı iç çatışmalarda ortaya çıkıyor. Benim için en belirgin olanı, her iki eserde de gördüğümüz, muhtarın ona yaptığı genç bir gelin bulma teklifiyle alakalı. Filmde bu teklif yapıldıktan sonra bir daha bu konuya dönmüyoruz. Kitapta ise kahraman yalnızlık ve bunalım içinde debelenirken, arada bir bu teklifi düşünüyor. Epey çarpıcı bir iç monologda şunlar dökülüyor zihninden:

“Hadi utanma, hadi git. Sen önermiştin, şimdi ben istiyorum, de. (…) Kıyın imam nikâhını, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al koynuna, o narin, saçları bitli yavruyu.”

Edgü’nün bu kısımda daha cesur olduğunu söylemek lazım. Filmde bu konu, yalnızca bir kere, ‘oralı’ erkeğin durumuna ilişkin bir tasvir olarak geçerken, kitapta kahramanın ‘erkekleşme’ sürecini de düşündürecek biçimde önümüze çıkıyor. Elbette her iki durumda da belirgin sıkıntılar mevcut. Fakat kitapta geçen ifadeler ve çıkarılan anlam, biraz daha çetrefilli. Burada olan şeyi, kitap boyu sürdürülen ‘oralı birine dönüşme’ izleğinden bağımsız okumak pek mümkün değil. Ve başta ciddiye dahi alınmadan reddedilen bu teklifin, bir süre sonra kafada dönmeye başlaması epey dikkat çekici. 

İki eserin finali de biraz farklı. Kitapta ve filmde ortak bulunan şey, ilkbaharın gelmesiyle birlikte, okula gelen müfettişin, kahramana artık gidebileceğini söylemesi. Kahraman her iki eserde de aynı tepkiyi veriyor. “Peki ama nereye gidebilirim ki?” Bu husus kitaptaki felsefi akışı destekleyen ve tutarlı bir finale götüren önemli bir ayrıntı. Çünkü kimliksiz ve sebepsiz şekilde orada bulunan kahraman, artık yalnızca oralı birine dönüşürse yeniden biri olabilir. Bunu çoğu yerde sezdiriyor Edgü. Fakat filmde böyle bir noktaya biraz hızlı varıyoruz. Hissiyat olarak aynı kimlik bunalımını görsek de, etkisi biraz farklı. Nitekim filmin en çok konuşulan kısmı da burada, Genco Erkal’ın son tiradı yani. Öğrencileri karşısına alıyor ve özetle, şimdiye kadar çok şey öğrendiklerini ama hepsini unutmaları gerektiğini söylüyor. Zira bu bilgiler, böylesi bir dağ köyünde işlerine yaramak şöyle dursun, onları mutsuz dahi edebilir:

“Bütün öğrettiklerimi unutun. Dünya dönüyor evet, ama belki de burada, bu dağ başında dönmemesini bilmek daha doğrudur.”

Yine ‘haksızlık etmekten’ korkarak, bu kısmı da sorunlu bulduğumu belirtmeliyim. Bu biraz, Kuru Otlar Üstüne’nin Samet’inden duyacağımız bir cümle gibi. Bilginin ya da bilgiyi işlemenin, belirli şartlar altında geçerli ve mümkün olduğunu, bir ileti olarak vurgulamaya gerek var mı, emin değilim. 

Kitabın finali, tıpkı geri kalanı gibi epey düşsel biçimde karşımıza çıkıyor. Müfettişten sonra ne yapacağını bilmeyen kahraman, Halit tarafından bir yere götürülüyor. Aşağıda uzanan Zap Vadisi’ni gören bir tepeye geliyoruz hep birlikte ve nehrin içinde salınan bir teknenin bulunduğunu görüyoruz. Bu herhalde kahramanın, emin olamasa da, deniz kazasını yaşadığı tekne. Ferit Edgü’nün, minimal öykülerinden aşina olduğumuz, anlatının geri kalanını okuyucuya bırakıp gittiği tipik bir final sahnesi.

Hakkâri’de Bir Mevsim, hem kitabı hem de filmiyle, bizler için ödül niteliğinde bir eser. Yazıldığı ve yapıldığı dönemi göz önünde bulundurursak, bazı sorunlu kısımlarına rağmen, meseleye yaklaşımının samimi ve epey çarpıcı olduğunu belirtmek gerek. Dönemin Kürt coğrafyasına böylesine net bir bakış, o yıllarda yalnızca Yılmaz Güney sinemasında görebileceğimiz bir unsur. Bu açıdan, ölümsüz ve kült eserler olmayı hak ettikleri bir gerçek. Ve filmin restore edilmiş kopyaları, önümüzdeki dönemde birkaç kez daha gösterilecek. Sinematek/Sinema Evi’nin paylaşımlarından takip etmek mümkün. Şimdilik öngörülen iki tarih: 7 Aralık ve 30 Aralık. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.