Toplumsal cinnet iktidarın işine yarıyor

Dosya Haberleri —

Polis şiddeti

Polis şiddeti

  • Yaklaşık 10 yıldır gittikçe daha da despotlaşan bir yönetim biçimi karşımıza çıkıyor. Devletin tüm kurumlarına sirayet etmiş, bu sebeple denetlenemeyen bir monarşik güce dönüşmüş iktidarla yaşıyoruz. Bunun yanında, insanların yaşam tarzlarına doğrudan müdahale edilen, bu müdahalenin ‘toplumsal bir hak’ka dönüştürüldüğü, müthiş derecede dizayn edildiği bir evreye geçiş sürecindeyiz.
  • Ortadan kalkan demokratik hakların ekonomik yansıması kriz oldu. Kürt sorununun güvenlikçi politikalarla bastırılmak istenmesi zaten büyük bir ekonomik külfeti beraberinde getiriyorken, denetimsiz kalan iktidarın ortaya koyduğu pratikler de Türkiye’yi güvensiz bir ülke konumuna getirmiş ve yatırımların geri çekilmesine sebep olmuştur. Ekonomik kriz gün geçtikçe derinleşti.
  • Gücün tek merkezde toplanması yerine mümkün olduğu kadar küçük parçalara ayrılması yapılabilecek en önemli şey olarak önümüzde duruyor. Tek adam yönetimlerinin geneline bakarsak, şiddet olgusunun rutinleştiğini görebiliriz. Şiddetin artışına sebep olarak örgütsüzlüğü koyuyorsak eğer, çözümü de yine örgütlenmekte aramamız ve bulmamız gerekiyor.

Psikolog Mesut Aslan ile Türkiye toplumunda artan şiddet eğilimini ve iktidarın şiddetteki rolünü konuştuk:

MIHEME PORGEBOL

Gün geçmiyor ki Türkiye’de kan donduran bir şiddet haberi duyulmasın. Üzeri örtülen ve kamuoyu tarafından duyulmayan sayısız cinayet ve şiddet vakası bir kenara, şiddet her gün onlarca video ve fotoğrafla belgelenip servis ediliyor. Artık her yönüyle bir şiddet toplumu olduğu su götürmez bir gerçek olan Türkiye toplumunun bu yöneliminin birçok sebebi var. En temel sebebi olan imha ve inkara dayalı ulus-devlet politikalarının yanında ekonomik kriz, eğitim standartları, adaletsizlik ve daha birçok sebep toplumsal şiddet eğilim grafiğinin günden güne yükselmesine sebep oluyor. Biz de Türkiye toplumunda katlanarak büyüyen şiddet eğilimini HDK üyesi toplumcu psikolog Mesut Aslan’la konuştuk.

 

 

Türkiye’de toplumsal şiddetin dozu günden güne artıyor. Her gün sokak ortasında pervasızca ve canice işlenmiş bir cinayet haberi okuyoruz. Herhangi bir toplumda şiddetin bu kadar yaygınlaşmasının gerekçeleri nelerdir?

Yaratamayan yok eder. Değiştirmeye gücü yetmeyen, değiştirmek için umudu olmayan, iradesi olmayan, sorun olarak neyi görüyorsa ortadan kaldırmaya çalışır. İnsanlığın genetik olarak sahip olduğu saldırganlık özelliği, onu doğada yaşamda tutmuş, korumuş ve gelişimine katkı sağlamıştır. Önceleri öz savunma şeklinde açığa çıkan saldırganlık durumu, zamanla şiddete evrilmiş ve yok etmeye başlamıştır. Türkiye’deki şiddet artışını belki bu cümlelerle anlatmak, meselenin özünü kavramamız açısından daha doğru olacaktır.

Şiddetin tanımını uzun uzun yapmaya; hangi uzmanın, hangi düşünürün şiddeti nasıl tanımladığı üzerine yeniden konuşmaya çok gerek olmadığını düşünüyorum. Yine de küçük bir tanım yapacak olursak, zor kullanarak tahakküm kurma eylemi olarak nitelendirebiliriz. Şiddet eylemini gösteren kişinin amaçları gündelik yaşam içinde değişebilir. Ancak Türkiye’deki durumu bireysel bir şiddetten öte, toplumsallaşmaya ve kurumsallaşmaya başlayan bir süreklilik hali olarak nitelemek gerekir.

Bir toplumda şiddetin neden arttığını anlamak istiyorsak, o toplumda değişmeye başlayan şeylerin neler olduğuna bakmamız gerekecektir. Türkiye’de son dönemde toplumsal olarak değişmeye başlayan birçok dinamikten bahsetmek mümkün. Çevresel koşulları ele aldığımızda, uzun süredir devam eden savaşların ve çatışmaların olduğu bir coğrafyayı görmekteyiz. Irak savaşı, Arap baharı, Afganistan’da yaşanan gelişmeler ve Suriye savaşı, milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesine, kat be kat fazlasının ise yaralanmasına, göç etmek zorunda kalmasına sebep olmuştur. Savaşın olduğu topraklarda insanların her türlü şiddete maruz kalmasından bahsetmek mümkün. Özellikle İŞİD örgütünün dünyaya servis ettiği infaz görüntüleri hala hafızalardaki yerini korumakta. Bu savaş ve çatışmaların ardından milyonlarca göçmen Türkiye topraklarına geçiş yaptı. Bu önemli bir dinamik olarak önümüzde durmalı.

İçe dönecek olursak?

Yaklaşık 10 yıldır gittikçe daha çok despotlaşan bir yönetim biçimi karşımıza çıkıyor. Devletin tüm kurumlarına sirayet etmiş, bu sebeple denetlenemeyen bir monarşik güce dönüşmüş iktidarla yaşamaktayız. Bunun yanında, insanların yaşam tarzlarına doğrudan müdahale edilen, bu müdahalenin ‘toplumsal bir hak’ka dönüştürüldüğü, insanların eğitiminden sağlığına, kültürel faaliyetlerinden sosyal ilişkilerine kadar müthiş derecede dizayn edildiği bir evreye geçiş sürecindeyiz. İktidar yanlısı birinin sokakta herhangi birinin giyimine, yürüyüşüne, ilişki tarzına, hatta düşüncesine ve kimliğine saldırabildiği, konserlerin gülünç gerekçelerle iptal edildiği, müzik saatlerinin bile kısıtlandığı anlara daha sık rastlıyoruz. Siyasallaştırılan İslam’ın iktidara erişmesi, gücü eline geçirmesi ve kurumsallaşması, bunun sonucunda seküler cumhruiyetçilerle bir tarihsel hesaplaşmaya gitmek istemeleri de bir başka dinamik olarak değerlendirilebilir.

Devlet, iktidar ve resmî ideolojinin cumhuriyetin başlangıcından beri yürüttüğü savaş politikalarının bu şiddet dalgasının büyümesindeki etkisi nedir?

Bu çok önemli bir soru. Bence en önemlisi ve bu şiddet dalgasının köklerini aldığı esas durum Kürt halkına ve demokratik mücadeleye olan yaklaşımdır. Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar, Kürt sorununa yaklaşım sadece şiddet eksenli olmuştur. Süresiz ve kesintisiz bir güvenlik politikası, bastırmak, inkâr etmek ve yok etmek üzerine kurulu bir yaklaşım Kurdistan coğrafyasına hep şiddet olarak yansımıştır ve yansımaya devam etmektedir. Gidip görenleriniz vardır; Diyarbakır, Şırnak, Mardin, Hakkari, Van… Hâlâ her köşe başında birkaç zırhlı araca, seyyar karakollara rastlayabilirsiniz. Polislerin bölge halkına karşı hakaretlerine ve şiddet görüntülerine defalarca rastladık. İşkence haberlerini okuduk. Ve bunların çok büyük bir kısmı için hukuki bir süreç ya yürütülmedi ya da sonuçsuz kaldı. Devlet aslında böyle bir hafıza ve anlayış yarattı. Türkiye metropollerine göçen Kürtlerin karşılaştığı muamele de yine gücünü buralardan aldı. Devletin, polisin ‘eksik’ bıraktığını buralarda birileri tamamlamaya çalıştı. Ve en sorunlu kısmı, bunları kendilerini haklı görerek yaptılar. Yaşanan bunca hukuksuzluğa çok sınırlı gruplar tepki koyarken genel olarak bu şiddet desteklendi. Bugün ise bu durumun ülkenin her yerine yansıdığını, güvenlik güçlerinin pervasızca ve hukuksuzca sivillere dönük şiddet eylemlerini giriştiğini görüyoruz.

Son yıllarda şiddet biçimleri ve yoğunluğunun da değişip dönüştüğünü söylemek mümkün mü?

Yakın dönemi ayrıca ele almak gerekiyor. 15 Temmuz 2016 gününe kadar yaşananları ele almazsak, yapacağımız tüm sosyolojik ve psikolojik değerlendirmeler eksik kalacaktır. Çözüm sürecinin iktidar tarafından bitirilmesinin ardından bölgede ve ülkede yaşananları şöyle bir hatırlamak gerekir. Suruç patlaması, Ceylanpınar’da 2 polisin öldürülmesi, Ankara ve İstanbul’da patlayan bombalar, sonrasında ise başta Sur, Cizre, Nusaybin olmak üzere bölgede onlarca il ve ilçede yaşanan çatışmalı süreçlerde topluma yansıyanlar korkunç diyebileceğimiz türden. 90’lı yıllardan bugüne devam eden çatışmalarda benzer binlerce şey yaşanmıştı. Ancak 90’lı yıllarda gayrı kanuni olan infazların ve eylemlerin devlet tarafından gizlendiği bir dönemden, devletin infaz görüntülerini basına servis ettiği, insan cenazelerinin panzerlerin ardından iple sokaklarda gezdirildiği, üzerinden tanklarla geçildiği, insanların cenazelerini dahi sokaktan alamadığı, almak istediğinde vurulduğu, ölülerini defnedemediği, yüzlerce insanın bodrum katlarında diri diri yakıldığı, insan haklarının tamamen askıya alındığı, neredeyse kimsenin bu yaşananlara itiraz edemediği bir dönemden bahsediyoruz. Bunlar sadece bildiğimiz ve yazabildiklerimiz.

İnsanı insan yapan ahlaki ve politik değerlerin ayaklar altına alındığı bu zaman aralığında ses yükseltemeyen, itiraz edemeyen insanların hala iç hesaplaşmalarını gerçekleştiremediklerini düşünüyorum. Kolay değil, yanı başınızda bombalar patlıyor, kurşunlar sıkılıyor, insanların cenazelerine dahi işkence ediliyor ve siz hiçbir şey yokmuş gibi davranmak zorunda kalıyorsunuz. Gerçekten psikoloji biliminin bile yetersiz kaldığı bir savunma mekanizmasını işletmek zorunda kaldı o bölgelerde yaşayan insanlar. Bu insanlık dışı pratiklerin toplamı ise 15 Temmuz sürecinin de zeminini oluşturmuştu. 15 Temmuz sonrası yaşananlar da azımsanacak türden değildi. OHAL’in ilan edildiği, yüzbinlerce insanın ihraçlar sonucu bir anda işsiz kaldığı, komşunun komşusunu ihbar ettiği, on binlercesinin tutuklandığı, bir kısmının ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı, siyasal iktidarın ordu eliyle tahakkümünü arttırdığı bir süreci yaşadık.

Ekonomik buhranlar, özellikle televizyonlardaki hamasi söylemlerin bu şiddet dalgasına etkisi nedir?

Sıradan bir ülkede yüzyılları bulacak gelişmeler, Türkiye’de birkaç yıl içinde gerçekleşti. Tüm bunların sonucunda ise iktidar mutlak güç olması gerektiğine toplumu da ‘ikna’ etmiş oldu. Ortadan kalkan demokratik hakların ekonomik yansıması ise kriz oldu. Kürt sorununun güvenlikçi politikalarla bastırılmak istenmesi zaten büyük bir ekonomik külfeti beraberinde getiriyorken, denetimsiz kalan iktidarın ortaya koyduğu pratikler de Türkiye’yi güvensiz bir ülke konumuna getirmiş ve yatırımların geri çekilmesine sebep olmuştur. Ekonomik kriz gün geçtikçe derinleşmiş, enflasyon artışı artık fiyatların saatlik artışına yol açmaya başlamıştır. İnsanlar yaşam standartlarında gerileme, statülerinde kayıplar yaşamaya başladılar. Hatırlarsınız, uzun bir süre intihar vakalarına tanıklık ettik. Kendilerini çaresiz hisseden insanlar başlarda intihara yöneldiler. Ancak zamanla bu çaresizlik durumu öfkeye dönüştü. Evine ekmek dahi götürmekte zorlanan insanlar, bu duruma karşı öfkelerini ise kendilerine en yakın olan ve en savunmasız olarak gördükleri insanlara yönelerek, onlara şiddet uygulayarak açığa çıkardılar. Bu durumdan en çok etkilenen kadınlar ve çocuklar oldu. Binlerce kadın ve çocuk, yaşanan ekonomik krizle beraber aile içinde şiddete maruz kaldı. Hatta ailesini öldürdükten sonra intihar eden erkekleri de haberlerde okuduk. Televizyonlarda gördüğümüz, haberlerde okuduğumuz bir başka önemli şey ise siyasetçilerin diliydi elbette. Birbirlerine hakaret eden, birbirlerini tehdit eden, hatta başka siyasi partilerin seçmenlerinin tamamına terörist diyen bir siyasi akılla karşı karşıya kaldık. Yakın zamanda gerçekleşen seçim öncesi kutuplaşan dil, toplumu birbirine karşı şiddet uygulamaya, kendinden olmayanı yok etmeye davet ediyordu. Özellikle göçmenlere karşı geliştirilen dil ve bunun sonucunda yaşananlar hepimizin malumu. Öyle bir hale getirildi ki, sanki Türkiye’de yaşanan tüm hukuksuzlukların tek failleri göçmenler oldu. Elbette bu nefret içeren dilin toplumdaki karşılığı ise yine şiddet oldu.

Bu şiddet dalgası Süleyman Soylu’nun görev süresinde gittikçe büyüdü. Bu bağlamda düşünürsek bu şiddet dalgası bilinçli olarak mı yükseltildi yoksa çıkar amaçlı mı? Örneğin Soylu’nun suç şebekeleriyle irtibatını bilmeyen yoktur. Bu suç şebekeleri ve aktüel politikaların toplumsal şiddet yönelimine nasıl bir etkisi oluyor?

Daha önce de ifade ettiğim gibi, bu şiddet sarmalı köklerini 15 Temmuz öncesinden, Öz yönetim savaşlarında açığa çıkan hukuksuzluklardan almaktadır. Halkının güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu ifade eden bir örgüt olan devlet, en büyük suçların işlendiği bir organizasyona dönüşmüş durumda. Yakın zamana kadar İçişleri Bakanlığı yürüten Süleyman Soylu’nun döneminde yaşanan hukuksuzlukları, artan çeteleşme ve mafyalaşmayı da ayrıca ele almak gerekiyor. ‘Siz yıkın, kırın, dökün, mahkeme kararı ardından gelir’ diyen bir İçişleri Bakanının ne derece güvenli bir ortam sağlayabileceği şüpheliydi. Kendisiyle fotoğrafı olmayan bir suç örgütü lideri veya üyesi neredeyse kalmadı. Hatta ‘Süleyman Soylu ile fotoğraf çektirenlerin GBT’si alınsa ve hukuk işletilse, Türkiye’de suç oranı yarıya iner’ diye insanlar şaka yollu cümleler kurmaya başlamışlardı. Yaşananlar Süleyman Soylu’ya dair şüphe ve endişelerin ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Yine aynı bakan döneminde ülkeye giren uyuşturucu miktarındaki devasa artışı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Madde kullanma yaşının 7-8’lere kadar düştüğü bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ben bu dönemde gelişen ve sokağa yayılan, özellikle mafya ve çeteler aracılığıyla topluma sirayet ettirilen tüm şiddet süreçlerinin, politik ve örgütlü bir şekilde, doğrudan bir devlet politikası olarak açığa çıkarıldığını düşünenlerdenim. Bunun elbette ekonomik bir rant savaşıyla da ilişkisi olduğunu söylemek gerek. İktidar bu yolla topluma karşı bir baskı aracı oluşturmuş oldu. İtiraz edenlerin ‘kanında banyo yapılabileceğini’ topluma göstermek istedi. Tabi oluşan bu boşluğu doldurmak, iktidarın pastasından pay kapmak için mafya grupları arasında bir savaş da başladı. Mafya gruplarının sırtını yasladığı çeşitli siyasi temsilcileri de gözden kaçırmamak gerekir. Devlet bu mafya grupları aracılığıyla ve muhalefetin de ‘aman sokağa çıkmayın, istedikleri bu’ tarzında telkinleriyle sokaklara tamamen hâkim olmaya başladı. Sonuç olarak etkin olmaya başlayan bu gruplardan esinlenenler bu grupların ya birer üyesi olmaya ve güç elde etmeye çalıştılar ya da kendi gruplarını kurmaya başlayıp bu güç savaşının içine girmeye çalıştılar. Denetimsiz bir güç yumağı açığa çıktı; elleri silahlıydı ve pervasızca şiddet uygulamaya başladılar.

Caydırıcı olması gereken hukuk ve mahkemelerin çoğu zaman şiddeti desteklediği ve buna cezasızlık zırhı sağladığını görüyoruz. Bu durum saldırganlarda nasıl bir motivasyon yaratıyor. Sizce bu böyle sürerse Türkiye toplumunu ne bekliyor?

Türkiye’de mahkemeler bugün toplum nezdinde itibarlarını büyük oranda yitirmiş durumdalar. Toplumun büyük bir kısmı hakimlerin adil kararlar vermediklerine, savcıların görevlerini, özellikle iktidar mensupları söz konusu olduğunda, cesurca yerine getiremediklerine defalarca tanık oldu. Hepimizin cinayet olduğuna emin olduğumuz birçok olay, iktidar temsilcilerinin dahiliyeti olması sebebiyle mahkeme tutanaklarına ‘intihar, kaza’ gibi sözcüklerle geçti. Adaleti sağlamaktan aciz hale gelen mahkemeler, iradeleri ipotek altına alınan hakimler ve savcılar, yasaları uygulayamaz duruma geldiler. Adalet mekanizmasının işlemediği bir yerde insanlar kendi adaletlerini sağlamaya, ellerine geçirdikleri silahlarla güçlü olmaya ve bu sayede ‘hayatta kalmaya’ çalışmaya başladılar. Özellikle kadın cinayetlerinde yapılan ceza indirimleri, İstanbul Sözleşmesi gibi kadının haklarını savunan uluslararası sözleşmelerin feshedilmesi, tecavüzcüleriyle evlenmek zorunda bırakılan kadınların yaşadıkları, Türkiye’yi kadınlar için ayrı bir şiddet merkezine dönüştürdü. Türkiye’de sokakta tedirgin olmadan yürüyebilen kadın neredeyse yoktur. Bir tarafa korku yaratan bu durum, başka bir tarafı ise cesaretlendirmekte. Bir cinayet failinin, bir tecavüzcünün, uyuşturucu satıcısının birkaç yıl içinde cezaevinden çıktığına tanık olanlar, adaletlerini hukuki yollarla değil, kendi yöntemleriyle sağlamaya çalışırlar. Hukuki mekanizmaların adil, hak temelli ve eşit işlememesinin devam etmesi halinde sonucun kaos olması dışında bir seçenek kalmayacaktır.

Suriye savaşından bu yana Türkiye’de sayısız bomba patladı, katliamlar yaşandı ve tekil cinayetler işlendi. Öte yandan 6 Şubat depremlerinde resmi olmayan rakamlara göre yüzbinlerce insan öldü. Acaba Türkiye toplumu ölüme alıştı mı? Ölüm ve cinayet normalleşti mi?

Psikoloji biliminin en büyük yanılgılarından birisi insanı birey olarak görmesidir. Oysa insan sosyal bir varlıktır ve yaşadığı toplumdan, bağlı olduğu toplumun yaşadığı sosyolojik ve tarihsel yaşantılardan bağımsız ele alınamaz. Türkiye’de artan şiddet örgüsünün politik bir sürecin ürünü olduğunu kalın çizgilerle belirtmek gerekir. Güçlü ve zayıfın, zengin ve yoksulun, kadın ve erkeğin, yetişkin ve çocuğun, muhafazakâr ve sekülerin bu kadar keskin hatlarla ayrıldığı, sınıflaştığı bir dönem sanırım nadirdir. Irkçılığın bile tanımının değişmesi ve yeni bir tanımın oluşturulması gerektiğine inanıyorum. Zorbalığın kendinden olmayan her kesime karşı uygulandığı, kendinden olmayanın yok edilmek istendiği bir ırkçılık tarzı karşımızda duruyor.

İnsan aynı zamanda bir yaşam yaratıcısıdır da. Kötülüğün olduğu kadar iyiliğin de kaynağını oluşturur. Kendisine, yaşadığı topluma yönelen herhangi bir tehlikeye karşı özsavunmaya geçer. Kendi varlığını ve toplumunu oluşturan değerleri korumaya çalışır. Değiştirmeye, dönüştürmeye, geliştirmeye çabalar. Bunu yapabilmesi için ise ihtiyaç duyduğu şeylerin başında örgütlülük gelir. Neolitikten günümüze kadar insanı yaşamda tutan en önemli güç örgütlülük olmuştur. İşte Türkiye’de insanların elinden bu gücü alınmıştır. İtiraz edemeyen, itiraz ederse başına birçok şeyin geleceğine inandırılan bir insan yığını yaratıldı. Bir şeyleri değiştirebileceğine dair inancını yitiren insanlar, yaşam yaratma gücünün olmadığını düşünen insanlar, değiştirmek için örgütlenemeyen insanlar, örgütlenmek için doğru ve güçlü bir odak bulamayan insanlar birer yok ediciye dönüşmeye başladılar. Bu güçsüzlük ve yoksunluk durumunu, ellerine bir silah, bıçak alıp yok ederek aşmaya çalışıyorlar. Şiddeti bu anlamda bir protesto olarak da nitelemek mümkün.

Şiddetin bir de sonuçlarına değinmek gerekir. Dünyada teknolojinin gelişmesi, kamera sistemlerinin yaygınlaşması, akıllı telefonların yaygın kullanımı vb. gelişmeler, şiddet vakalarının büyük oranının kayıt altına alınmasını sağlamıştır. Yine dijital platformların yaygın kullanımıyla beraber bu görüntülerin kısa sürede milyonlarca insana ulaşmasına yol açmıştır. Şiddetin arttığını açıklanan veriler sonucu söylemek mümkün. Ancak insanların bu şiddet vakalarının görüntülerine maruz kalması da psikolojik bir eşiğin aşılmasına sebep olmakta.

Türkiye’de ölümler de sınıflandırılmaya başlanmış durumda. Kaba bir tabirle söyleyecek olursam, ‘terör’ dışında insanlar nasıl ölürlerse ölsünler’ gibi bir yaklaşım söz konusu. Bunu biraz açmak istiyorum: Son yıllarda kitlesel ölümlere sebep olan olaylar yaşadık. Bu kitlesel ölümlerinin çoğunun kaynağında aslında birinci sorumlu mevcut iktidardı. En yakın örnek ise 6 Şubat günü yaşanan depremdi. Yüz elli bini aşkın insanın yaşamını kaybettiği, binlercesinin hala cenazesinin bulunamadığı depremin ardından iktidara dönük neredeyse tek bir örgütlü karşı koyuş ortaya çıkmadı. Ki depremin ardından bir seçim de gerçekleşti ve sonuçlar hepimizin malumu. Aradan henüz sadece 6 ay geçmesine rağmen yaşananlar geride bırakılmış görünmekte. Yaşanan bir patlamanın ardından insanların en çok merak ettiği soru, patlamanın ‘terör’ eylemi olup olmadığı. Terör eyleminden kaynaklı bir patlama değilse, kaç insanın öldüğü, patlamanın neden kaynaklandığı, sorumluların yargılanıp yargılanmadığı pek de ilgi çekmiyor. Yüzbinlerin yaşamını kaybettiği bir depremdense birkaç insanın yaralandığı bir ‘terör saldırısı’ insanların daha çok dikkatini ve tepkisini çekiyor. Çünkü resmi suçlu ilan edilen bir yere öfkesini yöneltmek daha ‘güvenli’ bir zemin olarak görülüyor. Bu durum da kaynağını yine toplumsal örgütsüzlükten alıyor.

Yaşananları ve hâkim şiddet eğilimini “Yozlaşma” ve “Çürümüşlük”le açıklamak yeterli midir? Toplumsal yozlaşma veya çürümüşlük sosyal psikolojide neye tekabül eder?

Bu durum yozlaşma ve çürümenin çok ötesinde, yok olmaya giden bir dönemeç. Fiziksel bir yok oluş değil burada ifade etmek istediğim; insanı insan yapan etik, estetik, ahlaki ve politik tüm değerlerin ortadan kalkmasından bahsediyorum. Toplum içinde gücü ele geçiren kişilerin hızla etik ilkelerini yitirip zalimce denilebilecek bir yönetim tarzı edinmelerine yabancı değiliz. Sosyal psikoloji güç ve yozlaşma arasında güçlü bir ilişki olduğunu deneylerle de defalarca ortaya koymuştur. Bu deneylerin en bilineni Stanford Hapishane Deneyi’dir. Bir grup gönüllü ile başlatılan ve 2 hafta sürmesi planlanan deneyde, gönüllülerin bir kısmı mahkûm bir kısmı gardiyan yapılmıştır. 6 günün sonunda gardiyanların artık işkenceye dönüşen baskıları sonucunda deney sonlandırılmıştır. Tam da burada 9. yüzyılda yaşamış olan İngiliz tarihçi ve politikacı John Dalberg-Acton'a ait bilindik bir sözüne değinmeden olmaz: “Güç yozlaştırır; mutlak güç, mutlaka yozlaştırır. Büyük insanlar, her zaman kötü insanlardır…” Bunun tarihsel olarak kimliğe bürünmüş hali olarak Caligula’yı örnek verebiliriz. Caligula’nın yaşamı insanlık için büyük derslerle doludur. Mutlak gücü eline geçirenlerin nasıl korkunç bir hale dönüşebileceğini hepimize göstermektedir. Aslında bugün tam da bunu, güç zehirlenmesini ve bunun sonucunda mutlak bir yozlaşmayı yaşıyoruz. İktidarı ele geçiren hakim ideolojinin destekçilerinin bu güç zehirlenmesini nasıl yaşadıklarını, diledikleri gibi hareket ettiklerini, güç gösterilerine giriştiklerini, şiddet uyguladıklarını ve bunun sonunda ise yargılanmadıklarını görüyoruz. Bu durum saldırı temelli bir şiddeti ortaya çıkardığı gibi savunma temelli şiddetin de artışına yol açmaktadır. Özetle şiddet şiddeti doğurmaktadır. Temsili siyaset yürüten muhalefetin bu konuda oturup ciddi bir şekilde düşünmesi gerekiyor. İnsanlar neden toplumsal değişim ve mücadele yöntemlerini esas almak, buralarda örgütlenip çözüm bulmak yerine bireysel şiddet eylemlerine girişip kendi adaletlerini ve çözümlerini kendileri sağlamaya çalışıyorlar sorusunu mutlaka sormak gerekiyor.

Acilen yapılması gerekenleri sıralarsanız neler sayarsınız?

Toplumsal sistemin, gücün eşit dağılacak şekilde yapılandırılması gerekiyor. Yani gücün tek merkezde toplanması yerine mümkün olduğu kadar küçük parçalara ayrılması yapılabilecek en önemli şey olarak önümüzde duruyor. Tek adam yönetimlerinin geneline bakarsak, şiddet olgusunun rutinleştiğini görebiliriz. Gücün ve yönetimin parçalara bölündüğü, gücün uzun süre bir grupta veya kişide bulunmadığı ülkeler hem adaletin sağlanması konusunda hem insan hakları konusunda daha iyi durumdalar.  Şiddetin yönetim biçimiyle ve süresiyle de ilişkisi olduğunu söylemek gerekir. Demokratik yönetimlerde adalet duygusuna erişebilen insanlar, şiddete daha az başvurmayı düşünür. Evrensel normları esas almak, evrensel bir hukuk ve adalet sistemini işletebilmek de bu anlamda önemli bir yerde duruyor. Şiddetin artışına sebep olarak örgütsüzlüğü koyuyorsak eğer, çözümü de yine örgütlenmekte aramamız ve bulmamız gerekiyor. Somutlaştıracak olursam, uyuşturucu, fuhuş, asimilasyon gibi özel yönelimlere maruz kalan ve bunun sonucunda şiddete bulaşan gençlerin yapabileceği en büyük karşı koyuş örgütlenmektir. Sanatta, edebiyatta, sporda, mahallede, okulda, nerede yaşam alanları varsa oralarda kendilerine küçük özgür alanlar yaratmalı ve bu alanları koruyup büyütmeliler. Kadınlar kendilerine yaşam alanı tanımayan erkek aklına karşı bilgeliklerini açığa çıkarmalı, birleştirici güçlerini kullanmalıdırlar. Şunu defalarca gördük ve tecrübe ettik, kadının öncülüğünü yürüttüğü her mücadele büyük toplumsal kazanımları da açığa çıkardı. Burada değinmediğim ama sistemin en özel yöneldiği gruplardan biri de çocuklar. Çocuklarımızı bu şiddet sarmalından korumanın en önemli yollarından birisi onları kendi kararlarını verebilen, sorgulayan, hesap soran bireyler olarak yetiştirme çabamız olacaktır. Çocukları özne olarak gören, alınan her türlü kararda onların da sözünü esas alan bir zihniyeti açığa çıkarmak zorundayız. Her insan biricik olduğu gibi her mahalle, her ilçe, her il de biriciktir. Yaşadığı ekonomik, sosyal, kültürel sorunlar da genel olduğu kadar özgündür de. İnsanlar bu temelde sorunların çözümünü tartışmak için bir araya gelebilir ve çözüm için güçlerini birleştirebilirler. İnanın, mahallede küçük bir sorunu çözmeye başlamak, çözümün birliktelikten geldiğini görmek, birçok sorunu da önleyecek ve şiddeti azaltacaktır. İnsanların birbirini dinlemediği, başka insanların sorunlarını kendi sorunu olarak görmediği, bu nedenle çözüm için de çabalamadığı bir hale dönüşmüş durumdayız. Bu da sosyal bir varlık olan insanı müthiş yalnızlaştırmakta. Güçsüz hissettirmekte. Güç için de şiddete yöneltmekte. Ateş düştüğü yeri yakmamalı. Akbelen’deki doğa katliamı canımızı ne kadar yakıyorsa Cudi’deki yangın da o kadar yakmalı. Kimyasal silahla katledilen bir insanın görüntüleri bir tarafı ne kadar acıtıyorsa diğer tarafı da o kadar acıtmalı. Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Mardin’de bir zırhlı aracın çocukları ezmesi, İstanbul’da, İzmir’de, Tekirdağ’da yaşayan tüm insanların sorunu olmalı. Kürtçe, Arapça, Ermenice yasaklanan her sözcüğe Türkçe karşı koyulabilmeli. Toplumsal bir barışa ihtiyacımız var. Bunun öncülüğünü yürütmesi gerekenler ise demokratik siyasette ısrar etmesi gereken siyasetçilerdir. Sadece ısrar etmek yetmez; bu süreci kendilerini seçen halkla beraber omuzlamaları ve toplumsal örgütlenmenin taşlarını beraber döşemeleri gerekmektedir. Kaybettiğimiz topraklarda bulacağız bizi insan yapan tüm değerleri…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.