Veba Geceleri: Tüfek, mikrop ve devrim

Kültür/Sanat Haberleri —

  • Veba Geceleri aslında Orhan Pamuk külliyatı içinde ilk sıralara oynamaktan oldukça uzak bir eser. Fakat benim odaklanmayı seçtiğim ölçütlerde epey başarılı olduğunu söylemeden edemem. Salgın mefhumunun kurgusal düzlemde bu denli ayrıntılı ve incelikli işlendiği bir esere çok fazla rastlamıyoruz.

 

BİLGE AKSU

Salgın yaklaşık bir buçuk yıl önce ortaya çıkıp hayatımızı baştan sona değiştirmeden önce, internetin belli köşelerini tutmuş bazı sitelerde çeşitli başlıklar altında salgınları konu alan eserlerin listelendiği yazılara rastlardık. Bu yazılarda edebi bir eserde salgın gibi bir mefhumun nasıl ele alındığı, neyi sembolize ettiği, ne ölçüde etkileyici olduğu anlatılır, okuyuculara tavsiyeler verilirdi. Camus’den Defoe’ya, Saramago’dan Marquez’e birçok yazarın kalburüstü eseri salgınlarla ilişkilendirilir, editörlerin o günkü rızıklarını çıkarmaları dışında da pek bir şeye dikkat edilmezdi. Edilmezdi diyorum çünkü bu tarz listelerde adı geçen eserlerin büyük çoğunluğu, aslında salgının kendisiyle ilgilenmeyen eserlerdi. Daha çok, salgınları bir alegori kurmak için nesneleştiren ve arka planında bazen aşk, bazen otorite, bazen felsefi sorunlara rastladığımız yapıtlardı bunlar. Elbette edebi bir eserin katmanlı bir yapıya sahip olması arzu edildiğinden, kurmacanın arka planında bu tarz izleklerin bulunması absürt değil. Fakat sözü edilen kitaplarda salgın mefhumunun ne menem bir şey olduğunu algılayabileceğimiz donelere de pek denk gelmememiz asıl meseleydi.

Orhan Pamuk, salgınlar konusunda meraklı yazarlardan biri. Aslında veba konusunda demeliyim belki de. Hem Beyaz Kale’de hem de bu yıl yayımladığı Veba Geceleri’nde aynı hastalığı ele alıyor. Sebeplerini uzun uzun düşünmeye gerek yok. Keza salgın izleği, onun hedeflediği edebi içeriğe çok uygun. Bir kere tarihsellik ön plana çıkıyor. Orhan Pamuk’un külliyatında en çok rastladığımız şeylerden biri bu. Benim Adım Kırmızı gibi Osmanlı Tarihi de dahil buna, Cevdet Bey ve Oğulları gibi yakın tarih de. İkinci sebep, salgınların toplumsal etkisi. Orhan Pamuk’un çoksesli edebiyatına oldukça faydalı doneler içeriyor. Sarayda, sokakta, camide ya da evin içinde, salgının hangi izleri bıraktığını ustalıkla takip edebilmesi, Pamuk’un bu eğilimine de açıklama getiriyor. Üçüncü bir sebep ise, kimilerinin oryantalizm diyerek burun kıvırdığı ve Pamuk’un asla vazgeçmeyeceği doğu-batı karşıtlığına yol vermesi. Hıristiyanların ve müslümanların karantinaya bakışları, kadercilik, tıp bilimi, temizliğe verilen önem gibi birçok başlık da bu karşıtlık altında yazara büyük imkanlar sunuyor.

Beyaz Kale

Beyaz Kale 1986’da yayımlandığında, Orhan Pamuk’un doğu-batı karşıtlığına olan düşkünlüğünün de habercisi olarak meydana çıkmıştı. Fiziksel olarak birbirinin tıpatıp aynısı iki kişi, bir sebeple İstanbul’da bir araya geliyor ve birbirlerine aslında ne kadar da benzemediklerini fark ediyorlar. Bunlardan biri İtalyan, diğeri Osmanlı. İkisinin de üst düzey yetenekleri var. İtalyan karakterimiz aslında deniz yolculuğu yaparken Türk korsanlar tarafından kaçırılmış ve köle olarak İstanbul’a getirilmiş. Canını kurtarmak için hekim olduğunu söylediğinden, atıldığı zindanda bu yalanı sürdürüyor ve günün birinde Paşa’nın dikkatini çekince ‘ikizi’ olan Hoca karakteriyle tanıştırılıyor. İtalya’da matematik, fizik, astronomi gibi bilimlere meraklı olan Köle, bunların yanına mecburiyetten eklediği hekimliğiyle birlikte, Hoca’nın ilgisini çekiyor ve artık sarayın değil, Hoca’nın kölesi olarak hayatına devam ediyor. İlk başlarda Paşa’nın onlardan istediği havai fişekleri tasarlamakla uğraşırlarken, ansızın patlak veren bir veba salgını her şeyi değiştiriyor ve artık bu iki karakter, hızla yayılan vebayı durdurmakla görevli. Batılı köle, hastalıktan oldukça korkuyor, dışarı çıkmamaya, her hareketine dikkat etmeye başlıyor. Bu durum, doğulu hocanın hoşuna gidiyor elbette. Çünkü doğunun kaderinde, kadercilik ve tevekkül var. Ayrıca hoca, kendisine tıpatıp benzeyen ve daha bilgili ve zeki olan bu İtalyan’ın tedirgin hallerini görmeyi seviyor. Fakat salgın, tahmin edileceği üzere tevekkülle zayıflamıyor. Batının karantina kuralları devreye girmek zorunda. Çarşı kapatılıyor, ‘filyasyon’ ekipleri kuruluyor ve yeniçeriler devriye geziyor. Bir süre sonra batının kuralları üstün geliyor ve salgın zayıflamaya başlıyor. Eserin buradan sonrası farklı bir izleğe doğru yol alıyor.

Veba Geceleri

Veba Geceleri ise, iki ayrı bölümden oluşuyor adeta. İlk kısımda, Beyaz Kale’de de gördüğümüz salgın mücadelesini ele alıyor Orhan Pamuk. Yine aynı karşıtlık, bu kez Minger adası sakinleri arasında, Rum-Müslüman karşıtlığıyla ortaya çıkıyor. Buna ek olarak batıyı temsilen bazı konsolosluklar ve doğuyu temsilen bazı dergahlar mevcut. Vali Sami Paşa, batılı ve doğulu bir kimlik arasında sıkışmış, kimi zaman yakın dostu İngiliz konsolosunun dediklerine kulak veriyor, kimi zaman da toplumda etkisi oldukça büyük olan Şeyh Hamdullah Efendi’nin desteğine ihtiyaç duyuyor. Yine bu karşıtlığı temsilen, İstanbul’dan gelen doktorları ya da adada doğup büyümüş aktarları karşı karşıya gelirken görebiliyoruz.

Minger Adası sakinleri

Orhan Pamuk bu kitap üzerine yıllardır çalıştığı için, halihazırda hayatımızı etkileyen Covid-19 salgınıyla bir bağlantısını kurmamız imkansız. Birçok söyleşisinde belirttiği üzere, yaklaşık otuz yıldır bu eser için hazırlamış kendini ve 2016 yılından itibaren de yazma aşamasındaymış. Yıllar sonra, kitap tamamlanmaya yakın bir haldeyken beliren bu salgın ise tamamıyla bir tesadüf ve şans unsuru. Şans diyorum çünkü Veba Geceleri’nde, diğer salgın romanlarından farklı olarak, bir salgınla mücadelenin gündelik pratikleri epey fazla yer tutuyor. Ki bu Orhan Pamuk gibi ince eleyip sık dokuyan bir yazar açısından olumlu bir durum. Resmi olarak bilmesek de, kitabı okurken fark ediyoruz ki, Covid salgını esnasında olup bitenlerin medyaya yansıyan birçok yönü, bu kitap yayımlanmadan önce yazar tarafından vebaya uygun şekilde düzenlenip akışa dahil edilmiş. Özellikle karantina ve filyasyon kelimelerini sık sık duyduğumuz bu süreçte, Minger Adası sakinlerinin yaşadıklarına bakınca, sanki günümüzdeki malum salgını önlemeye çalıştıklarını düşünmeden edemiyoruz.

Pamuk’un çok sesli kurgusu

Hikayenin belirgin bir kahramanının olmayışı, yine Orhan Pamuk’un çoksesli kurgusuyla ilgili. Vali Paşa, Şeyh Hamdullah Efendi, Damat Doktor Nuri, Kolağası Kamil, Pakize Sultan ve hatta doğrudan yer almasa bile Sultan Abdulhamid de bu kitabın kahramanları arasında. Benim Adım Kırmızı’da deneyip oldukça başarılı şekilde kurguladığı, her bölümü bir başka karaktere anlattırma tekniğini burada da uygulamış yazar. Fakat bu kez karakterler hikayeyi birinci ağızdan anlatmıyor, gözlemci bakış açısıyla bir karaktere daha çok yoğunlaşılarak, olay akışı üçüncü ağızdan veriliyor. Bu tekniğin avantajı ise, salgın gibi belirsizliklerle dolu bir mefhumun, herkes için farklı zorluklar ve başa çıkabilme yetilerini de ortaya koyabilmesi. Örneğin Vali Paşa’nın bölümlerinde daha çok bürokratik kaygıların öne çıktığını, salgının yarattığı etkilerin çoğunlukla ikinci planda kaldığını görüyoruz. Doktor Nuri’nin bölümlerinde ise odağımız tıp bilimi ve epidemiyoloji alanı çerçevesinde ilerliyor. Kolağası Kamil de etkisini sonradan hissettiren karakterlerden. Onun bölümleri, Kamil’in doğma büyüme Mingerli olmasının da etkisiyle, hem adadaki kültürü, yaşayışı ve mahalle ilişkilerini aktarabiliyorken hem de Kamil’in romantik ve idealist karakteri doğrultusunda Adalıların duygusal durumlarını ve gelecek ideallerini gözler önüne serebiliyor. Yine Doktor Nuri’nin eşi Pakize Sultan, saray kızı olmasının da etkisiyle hem Osmanlı elitinin iç dünyasına hem de salgının ortasında eli kolu bağlı bir kadının duygusal dünyasına girmemize olanak tanıyor. Bu çoklu anlatıcı seçimi, hikayenin taşıdığı çok katmanlı yapıya büyük bir esneklik getiriyor.

Orhan Pamuk’un büyük başarısı

Veba Geceleri aslında Orhan Pamuk külliyatı içinde ilk sıralara oynamaktan oldukça uzak bir eser. Fakat benim odaklanmayı seçtiğim ölçütlerde epey başarılı olduğunu söylemeden edemem. Salgın mefhumunun kurgusal düzlemde bu denli ayrıntılı ve incelikli işlendiği bir esere çok fazla rastlamıyoruz. Özellikle, Beyaz Kale’de daha felsefi boyutta bıraktığı doğu-batı anlayış farklarını bu kez baskın karakterler aracılığıyla derin bir sorgulamaya dönüştürüyor. Şeyh Hamdullah Efendi ve dergahındakilerin, karantina ekibine yaşattıkları zorluklar yalnızca bir açıdan değil, her iki tarafın da haklı ve haksız düzlemde çarpışabileceği bir tarafsızlıkla önümüze konuyor. Daha önceki yazılarımdan birinde özellikle Dostoyevski’nin poetikasını ele alıp çoksesli yapının ideolojik çarpışmalar için biçilmiş kaftan olduğunu belirten Mihail Bakhtin’in kuramından söz etmiştim. Aynı kuram ve iddia burada da devreye giriyor. Nesiller boyu insanlığı yok etmiş bir hastalık karşısında, batının ‘neydüğü belirsiz’ dezenfekte edici sıvılarının, doğunun ‘kutsal yüzü’ dergahlara hunharca sıkılması, şüphesiz ki büyük bir medeniyet çatışması… İlk bakışta bilimsel bilgiye önem veren her okuyucu, bu durumda dergah ahalisini haksız bulacaktır. Fakat hikayenin gidişatında Şeyh Hamdullah’ın gerek Doktor Nuri ile, gerek Vali Paşa ile olan diyaloglarında, akıl ve mantıktan çok da uzak olmadığını da yine aynı okuyucular tespit edecektir. İşte bu çatışmanın bu denli canlı tutulması çoksesli kurguya çok önem veren Orhan Pamuk’un büyük bir başarısı.

Sadece bir salgın anlatımı değil

Veba Geceleri, burada aktardığım kısımlardan ibaret değil elbette. Hikayenin gidişatı oldukça şaşırtıcı noktalara ulaşıyor ki birçok okuyucu bu hızlı gelişmeyi yadırgamış. Kolağası Kamil’in, salgının orta yerinde devrimci bir kumandana dönüştüğünü görmeye çoğumuz hazır değildik belli ki. Zaten bu kısımlar, alegorik bir anlatım olduğu iddiasıyla, Orhan Pamuk’un Türkiye devletinin kuruluşuyla dalga geçtiği şeklinde yorumlanmıştı. Fakat bu tartışma, bambaşka bir yazının konusu olmalı. Ben yine salgın izleği üzerinden devam edip bitireyim. Veba Geceleri’ni Orhan Pamuk’u iyi tanıyanlar yalnızca bir salgın anlatısı olarak okumayacaklar şüphesiz. Çok katmanlı metinlerden asla vazgeçmeyen yazar, hiçbir eserinde bu fikre kapılmamıza izin vermedi zaten. Fakat bu kitap Beyaz Kale’de de üzerinde durulan salgın mefhumunun kültürel arka planını bütün çıplaklığıyla görmek için iyi bir seçenek. Son bir buçuk yıldır, Türkiye’de de benzer bir çatışmayı -her şeyde olduğu gibi- görüyorken, bu kitapta görmememiz büyük bir talihsizlik olurdu zaten. Camiler kapanıyor mu kapanmıyor mu, teravihlerde virüs bulaşıyor mu bulaşmıyor mu, çeşitli tarikatlar aşılar konusunda ne düşünüyor gibi sorular hala capcanlı dururken, malum kültürel çatışma tüm artçılarıyla bizi sarsmayı sürdürürken, hem kurgusal hem de belgesel niteliğinde bir yapıta ulaşmak isteyenler, artık hangi kitabı alıp okumaya başlayacaklarını biliyor diyebiliriz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.