Xindeqan’dan Berlin’e: Bir dengbêjin yolculuğu

Dosya Haberleri —

Hozan Aydın

Hozan Aydın

Kürt müziğinin önemli isimlerinden Hozan Aydın ile hayat hikayesini, mücadelesini ve sanat serüvenini konuştuk

  • Annem hep anlatır: “Sana hamileyken ağlama sesleri duyuyordum.” Ben de gülerek, “Kim bilir, belki annemin karnında stran söylemeye başlamışımdır” diyordum. Müziğe, özellikle dengbêjlik kilamlarına çok küçük yaşta ilgi duymaya başladım.
  • Evde sürekli dengbêjler dinlenirdi. En çok da Dengbêj Şakiro. Dedemle arkadaşlardı. Birkaç kez bizim eve geldi. Şakiro kilamlarımı dinledi. Ardından bana “Sen dengbêjî kilamları çok güzel okuyorsun, devam et” dedi. Bu söz bana yön verdi.
  • Annemin bir altınını gizlice alıp Erzurum’da bozdurdum ve o parayla 1977’de İstanbul’a gittim. İstanbul’da 1 Mayıs yürüyüşüne katıldık. Birkaç Kürt genci olarak “Kurda ra Azadî” sloganı attık ama izin verilmedi. O gün, tesadüfen hayatta kaldık.
  • Sahneye ilk kez çocuk yaşta çıktım. O dönemlerde sahnem, köy odalarıydı. Beni ortaya alır, kilam söyletirlerdi. İlk deneyimim buydu. Sonra okul etkinliklerinde stran söylemeye başladım. Bu da benim için bir sahneydi. İnsanların karşısına çıkıp stran söylemek büyük heyecandı.

ERKAN GÜLBAHÇE

Kürt müziği, sadece ezgilerden ibaret değildir; her stran bir tanıklık, her söz bir tarihin yükünü taşır. Hozan Aydın bu hafızanın taşıyıcılarından biri. Dengbêjliğin göğsünde büyümüş, sürgün yollarında yoğrulmuş, direnişin ve acının içinden süzülmüş bir ses olarak, sadece stran söylemiyor; yaşamın ta kendisini dile getiriyor.

Erzurum’un Tekman ilçesine bağlı Xindeqan (Koçyayla) köyünde başlayan hayat yolculuğu 33 yıldır sürgünde devam etse de yüreği hep Kürdistan’la attı; zira her stranının ardında Kürdistan var, yaşanmışlık var. Kimyasal silahla katledilen öğrencileri, rüyasında gördüğü köy sokakları, yasaklı havalimanları, halkının acıları, umutları ve hayalleri müziğini ve yaşamını şekillendirdi.

Hozan Aydın, iki gün sürecek söyleşimizin ilk bölümünde çocukluğunu, sanat ve sürgün hayatının nasıl başladığını anlatıyor.

 

 

Sizi yakından tanımak isteriz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

1962 yılında Erzurum’un Tekman ilçesine bağlı Xindeqan köyünde, beş çocuklu bir ailenin en büyüğü olarak dünyaya geldim. Çocukluğum sevgi dolu bir ortamda geçti. Zaten köyde herkes akrabaydı, yabancı yoktu. Annem, babam, dedem, nenem… Hepsi beni çok severdi. Daha çok dedemle nenemin yanında büyüdüm, onların gözbebeğiydim. Nazlı, el üstünde tutulan bir çocuk olarak yetiştirildim.

Annem hep anlatır: “Sana hamileyken ağlama sesleri duyuyordum.” Ben de gülerek, Kim bilir, belki annemin karnında stran söylemeye başlamışımdır, diyordum.

Müziğe, özellikle dengbêjlik kilamlarına çok küçük yaşta ilgi duymaya başladım. Söylediklerim çevremde büyük ilgi görür, insanlar benim ortaya alıp kilam söylememi isterdi. O yıllarda köyümüzde okul yoktu. İlkokula ancak on yaşımda, dört beş kilometre uzaklıktaki Işıklar (Şemê) köyünde başlayabildim. Kış aylarında Kevot halamın yanında kalırdım. Türkçeyi de okulda öğrendim ve zamanla Türkçe türküleri de söylemeye başladım. Ama asıl bağımı Kürtçe stranlarla kurdum.

 

 

Çocukluğunuzda sizi dengbêjliğe iten neydi? Bu coğrafyanın yaşam koşulları ile kültürel dokusu müziğinizi nasıl etkiledi?

Babamın çok güçlü, berrak ve tınısı derin bir sesi vardı. O sesi büyüdükçe daha iyi anladım. Gerçekten çok nadir rastlanan bir sesti. Ne yazık ki onu hiç kaydedemedim. Bu, içimde ukde kalan şeylerden biridir.

Dedem, amcalarım ve amca çocuklarımın çoğu güzel sesliydi. Özellikle amca kızlarımın sesleri harikaydı. Köyümüzde düğünlerde davul zurna çalınmazdı, günah sayılırdı. Düğünler, halaylarla, el ele tutuşularak, karşılıklı stranlarla yapılırdı. Babam, dedem ve onların kardeşleri bu kültürün taşıyıcısıydı. Müzikle ilk temasım da bu ortamda şekillendi.

Bugün geriye dönüp baktığımda, sanatı sadece eğitim ya da etkilenmeyle değil, doğuştan gelen bir yetenek olarak görüyorum. Ben sanatın üç kaynağı olduğuna inanıyorum: Xwezayî (Doğal), Xwedayî (Allah’tan) (doğuştan), Zikmakî (Doğuştan). Kürtçe söylendiğinde bu çok daha anlamlı oluyor. Elbette çevrenin etkisi var ama özü bunlardır.

Çocukluğumda evde sürekli dengbêjler dinlenirdi. En çok da Dengbêj Şakiro. Dedemle arkadaşlardı. Birkaç kez bizim eve geldi. Bir defasında iki gün bizde kaldı. Onu duyan herkes akın etmişti. Teybi olanlar kilamlarını kaydetmeye çalışıyordu. Dedem, “Torunum da söylüyor” deyince beni de ortaya alıp söylettiler. Şakiro hem Kürtçe hem Türkçe kilamlarımı dinledi. Ardından bana döndü ve “Sen dengbêjî kilamları çok güzel okuyorsun, söylemeye devam et” dedi. Bu söz benim için adeta bir vasiyet oldu, bana yön verdi.

Bugün kendime “dengbêj” diyemem; çünkü bu kavramın ağırlığı büyük. Ama dengbêjî söylemeyi çok seviyorum. Sahneye çıktığımda, böyle bir dil yok diyenlere tarih ve edebiyat dersi verir gibi kilam söylüyorum. Bu benim için hem bir onur hem de bir sorumluluk.

İlkokulda öğretmeniniz sizi müzik okuluna yönlendirmek istemiş. Ailenizin bu sürece bakışı nasıldı? O yıllarda müziğe dair ilk duygularınız, ilk heyecanlarınız nasıldı?

Bu konuda kendimi hep şanslı saymışımdır. Ailem hiçbir zaman kilam söylememe engel olmadı, tam tersine hep destekledi. Her stranımdan sonra beni sever, takdir eder, yüreklendirirlerdi. Bu destek, bana çocuk yaşta büyük bir özgüven kazandırdı. Bugün sahnede hissettiğim o içtenlik, belki de bu erken destekle ilgilidir.

İlkokula dokuz-on yaşında başladım. Dedem ve nenem beni büyüttü. Özellikle dedem, bana küçük bir radyo almıştı. O radyo, dünyayla kurduğum ilk müziksel bağ oldu. Oradan Erivan Radyosu’nu dinlemeye başladım. Meryemxan, Mihemed Arif Cizrewî gibi büyük dengbêjlerle tanışmam bu radyoyla gerçekleşti.

Evimizde ayrıca büyük bir salon radyosu vardı. Dedem ve babam sürekli dinlerdi. Ben de onların yanında, çocuk yaşta müziğin büyüsüne kapıldım. Okula başladığımda Türkçeyi bilmiyordum. Öğretmenlerden azar işittiğimiz de olurdu. Ama kısa sürede öğrendim ve Türkçe türküleri de repertuarıma kattım.

İlkokulda düzenlenen her etkinlikte sahnedeydim. Üçüncü sınıftan sonra Dursun Çelik adında Karadenizli bir öğretmenimiz geldi. Bağlama çalıyordu ve beni çok severdi. Beni çağırır, o çalarken ben söylerdim. Bir gün dedeme, “Aydın’ın sesi çok güzel. Bırakın, Ankara’ya götüreyim, zamanla radyoya aldıralım” demişti. Bu sözler hâlâ kulağımda. Radyo sanatçısı olma hayali, o günlerde içime düşmüştü. Ailem izin vermedi ama o istek içimde hep diri kaldı.

Ortaokul ve lisede de bu hayalin peşinden koşmaya devam ettim. Hatta okuldan kaçıp radyo sınavlarına girdiğim bile oldu. Ama her şeyin temeli, çocuklukta aldığım o sevgi ve desteğe dayanır.

 

 

İlk defa nerede ve ne zaman sahneye çıktınız? Gençlik yıllarınızdaki müzikal yaşamınızdan biraz bahseder misiniz?

Sahneye ilk kez çocuk yaşta çıktım. O dönemlerde sahnem, köy odalarıydı. Beni ortaya alır, kilam söyletirlerdi. İlk deneyimim buydu. Sonra okul etkinliklerinde stran söylemeye başladım. Bu da benim için bir sahneydi. İnsanların karşısına çıkıp stran söylemek büyük heyecandı.

Üçüncü sınıftan sonra öğretmenim Dursun Çelik’in elinde bağlamayı gördüğüm an, ona âşık oldum. Bağlama, benim için bir tutkuya dönüştü.

Ortaokulu Muş’ta okudum. Akrabamın bağlamasını ödünç alır, gece sabaha kadar çalardım. Ertesi gün sınavım olsa bile ders değil, bağlamaya çalışırdım. Abdülbaki abiden temel teknikleri öğrendim. Başta “Gelin Ayşe” gibi türküleri öğrenerek başladım. Sonra sürekli çalışarak kendimi geliştirdim.

İlk bestem Türkçeydi. Köyümüzde doğa harikası Pira Mardo Köprüsü vardı. Köprünün çevresindeki doğaya duyduğum hayranlıkla “Pira Mardo” bestesini yapmıştım. Hâlâ hatırlıyorum: “Mardo Köprüsü dibinde laleler biter...” diye başlıyordu. O genç yaşta, doğayla bütünleşen bir duyguyla yazmıştım.

1977’de İstanbul’daki 1 Mayıs eylemine katıldınız. O günkü yürüyüş üzerinizde nasıl bir etki bıraktı?

Annemin bir altınını gizlice alıp Erzurum’da bozdurdum ve o parayla 1977’de İstanbul’a gittim. Kuzenim Kerem hem deneyimliydi hem de siyasal faaliyetlerin içindeydi. İstanbul’a varınca birlikte 1 Mayıs yürüyüşüne katıldık.

Hayatımda ilk kez böylesine büyük bir kalabalık görüyordum. Yüz binleri aşkın insan yürüyordu. Birkaç Kürt genç olarak “Kurda ra Azadî” sloganı attık ama buna izin verilmedi.

O gün, 1 Mayıs 1977’de, 37 kişi katledildi. Tesadüfen hayatta kaldık. Yaşadıklarım, yürüyüşün atmosferi ve kalabalığın uğultusu hâlâ gözümün önünde. Yalnızca izleyici değildim, tam ortasındaydım. Ölümle burun buruna geldiğim o gün, politik bilincimin keskinleştiği bir dönüm noktası oldu.