Yasak hukuki değil siyasi yoldan çözülmeli
Dosya Haberleri —
- 129a ve 129b maddeleri gereğince yürütülen davalar Almanya Federal Savcılık üzerinden ilerliyor. Federal Savcılık da Federal Adalet Bakanlığı’nın altında görev yapıyor. Siyasi ve hukuki bağların sıkı örülmüş olması mücadele etmeyi daha da zorlaştırıyor. Bu sorun hukuki değil siyasidir. Dolayısıyla bu yasak hukuki değil siyasi yoldan çözülmeli. Daha önce hukuki yoldan itirazlar, dava başvuruları yapıldı ve yasak ortadan kaldırılmak istendi ancak bu girişim maalesef başarısız oldu.
BEDRAN DOĞAN/FRANKFURT
PKK yasağının 30’uncu yıldönümü vesilesiyle okuyucuyla buluşan “Göçerttirildi, Yasaklandı, Dışlandı, Almanya'da Kürt diasporası nasıl susturuluyor”(Geflohen. Verboten. Ausgeschlossen-Wie die kurdische Diaspora in Deutschland mundtot gemacht wird) adlı kitabın yazarları gazetemizin sorularını yanıtlayarak, “Kürt hareketine yönelik baskı Alman demokrasisinin açığıdır” dedi.
Kurdistan İşçi Partisi’nin (PKK) 15 Ağustos 1984’te silahlı mücadeleyi başlatmasının ardından siyasi, kültürel ve toplumsal örgütlülük Kurdistan’da olduğu kadar diasporada da etkisini gösterdi. Almanya’daki Kürt örgütlenmesinin giderek artmasına karşı hamle olarak İçişleri Bakanı 26 Kasım 1993’te resmi olarak PKK’nin yasaklandığını duyurdu. Fakat Alman devletinin bütün organlarını kullanarak hayata geçirdiği yasak, Kürtlerin örgütlülüğünün önüne geçemedi. 2000’li yıllara gelindiğinde ise Adalet Bakanlığı’nın talimatıyla 129b maddesinin PKK davaları için de geçerli olmasına karar verildi. Bu tarihten itibaren çok sayıda Kürt siyasetçi ve aktivist Alman yargı organları tarafından gözaltı, tutuklama, hapis ve para cezalarıyla karşı karşıya.
Almanya, 30 yıldır Kürt diasporasına dönük yürüttüğü politikaları bugün hala 1993'te PKK'ye getirilen yasakla meşrulaştırıyor. Devlet ve yargı, Kürt hareketiyle diyalog aramak yerine ceza hukukunun yardımıyla meseleden kurtulmak istiyor.
Alexander Glasner-Hummel, Kerem Schamberger ve Monika Morres’in hazırladığı “Göçertildi, Yasaklandı, Dışlandı, Almanya'da Kürt diasporası nasıl susturuluyor” isimli kitapla Almanya’da Kürtleri baskı altına almak için kullanılan otoriter yöntemler ilk kez gözler önüne seriliyor. Gazetemizin sorularını yanıtlayan yazarlar, PKK yasağının 30’uncu yıldönümü vesilesiyle, Kürtlerin yaşamları üzerinde büyük bir etkisi olan bu yasağın siyasi nedenleri ve sonuçları hakkında toplumsal bir tartışmanın önemine dikkat çekiyor.
Açıklamalarınızda Alman devletinin, Kürtlere yönelik baskılarda kanıtlanabilir bir suç ortaklığının olduğundan bahsediyorsunuz. Almanya hangi motivasyonla ve ne ölçüde bu suçu Türkiye ile paylaşıyor?
Almanya, en temelde Kurdistan’da kullanılmak üzere silah satmasından kaynaklı Türkiye’nin suç ortağıdır. Bu çok net. Bizim yoğunlaştığımız nokta ise Almanya'da yaşanan baskılar üzerinden oluşan ortaklık. Almanya’da mahkemeler tarafından uygulanan baskı yöntemleri Alman bakanlıklar tarafından uygulanabilir hale geldi. Yani bu yöntemler Türkiye tarafından belirlenmedi. Dolayısıyla Alman devletinin pro-aktif bir rolü mevcut diyebiliriz. Bunun temel nedeni ise Türk-Alman dostluğu.
Aynı zamanda, Almanya'da radikal sol grupların Rojava'daki gelişmeleri ve başarıları kamuoyu ile paylaşmasının önüne geçmeye çalışan bir Alman devleti gerçeği de var. Ve aynı Alman devleti, anti-kapitalist bir gücün 21'inci yüzyılda kapitalizm karşısında var olmasını, güç kazanmasını istemeyen bir yerde duruyor. Diğer bir konu ise, ekonomik. Türkiye'de kar eden 7 binin üzerinde Alman şirketi bulunuyor. Bunun rolü de dikkate alınmalı.
Son olarak vurgulamak gerekir ki; Almanya'nın NATO içerisinde önemli bir fonksiyonu ve rolü var.
Belçika da NATO üyesi…
Evet, ama NATO içerisinde farklı görev dağılımları var. Çıkarlar göz önüne alındığında Almanya, Türkiye'nin en yakın dostu. Bunu, işlenen savaş suçlarında da görebiliyoruz. 2019'da Rojava ve Suriye'nin birtakım bölgelerinde gerçekleşen saldırılar esnasında uygulanan ambargo buna bir örnek. Aynı zamanda Angela Merkel, Avrupa Birliği (AB) içerisinde Türkiye'ye karşı planlanan yaptırımların hayata geçirilmesini önlemişti.
Kürtlerin önündeki engellerden biri de kendi topraklarına girdiklerinde tutuklanacakları korkusuyla sosyal medyada paylaşım yapamamak. Siz de Ağır Alkan ve Emin Çatıkkaş davalarını içeren çalışmanızda bu soruna değindiniz. Kürt sosyal medya kullanıcılarına bu konuda nasıl bir güvence veya bilgi verilebilir?
Burada bir karar vermek gerekiyor. Sosyal medya üzerinden fikir belirtmeye başladığınızda ve bu herkese açık bir şekilde yapıldığında, Türk istihbaratçılar veya takibe alan gizli kurumlar tarafından da okunabileceği, kayıt altına alınabileceği ve ceza verilebileceği anlamına da gelir. Bu nedenle bu riske girip girilmeyeceğine karar verilmesi gerekiyor. Paylaşmak, yayınlamak baskı uygulamalarının hedefinde. Bu, yalnızca Türkiye'de değil Almanya'da da dernekler yasasına bağlı olarak cezalandırılabiliyor. Örneğin, 'yasak semboller' paylaşılmasına ilişkin çok sayıda dava var. Türkiye'de olduğu gibi Almanya'da da benzer sonuçları var.
Bu uygulama yalnızca Kürtlere değil, aynı zamanda dayanışma içerisinde olan herkese karşı da uygulanıyor mu?
Türkiye'ye girişlerde Kürtlerin gözaltına alınma ya da tutuklanma tehlikesi daha yüksek. Hele ki Alman vatandaşı değillerse bu, çok büyük bir olasılık. Fakat Kürt olmayanlar da bu riskle karşı karşıya.
Burada şunu bilincine varmak gerekiyor; eğer herkes sindirilirse bunun sonuçları nasıl olur? Eğer bu politika başarılı olursa; sakıncalı görülen konular, paylaşım ve sunumlar artık sosyal medyada yer almayacak demektir. Bu durumun da Kürt Özgürlük Hareketi'ne zarar vereceği çok açık. Kürt Özgürlük Hareketi, bütün yöntemleri değerlendirmeli, buna sosyal medya da dahil. Tabii kimseyi bir şeye zorlamak istemiyoruz. Fakat eğer kamuoyu karşısında fikir belirtmekten vazgeçersek, oluşacak olumsuz sonuçları da göz önünde bulundurmak gerekir.
Dört yıl süren ve toplam 70 milyon Alman markına mal olan Düsseldorf davası, 430 sayfalık iddianame, 30 bin sayfalık dosyadan oluşan belge koleksiyonu ve Hüseyin Çelebi'nin başarılı savunması ayrıntılı olarak aktarıldı. Daha sonraki araştırmanız, 20 sanıktan dördünün Ali Çetiner adlı kilit tanık aracılığıyla mahkum edildiğini ortaya çıkardı…
Bu dava her zaman izlediğimiz 'sıradan' davalardan değildi; teatral bir şekilde hazırlanmış, kurgulanmış bir davaydı. Almanya'nın NATO bağlamında görevi ise bu davayı yürütmek oldu. Dolayısıyla anayasanın temellerini göz ardı etmeyi de göze aldılar ve çelişkili birini tanık olarak davaya dahil ettiler.
Bu yargılama çabalarına ilişkin kitabımızda güncel bir dava örneği de var. 'Düsseldorf davası' aslında direnişi yok etmek için yürütülen davaların başlangıç noktasıydı. Silahlı çatışma ile eş zamanlı olarak verilen gizli istihbarat görevleri de başlamıştı. Bu görevler günümüzde de devam ediyor. Kitabımızda konu ettiğimiz güncel dava ise aslında Düsseldorf davasının aslında devamı niteliğinde.