Yaşayan ölümün mekânı: Sur

 FOTO: Diego Cupolo/NurPhoto via AFP

 

MAHİR FIRAT FİDAN

 

“Hakikat kelimelerle değil (her kelime yalan söyleyebilir, her kelime herhangi bir şey ve onun tam zıddı anlamına gelebilir) cümlelerle söylenir. Benim ‘kamp yolu’ fotoğrafım zavallı bir kelime sadece. O halde bir cümle içinde yer almayı bekliyor.” Georges Didi-Huberman Kabuklar adlı kitabında böyle seslenir okura, Auschwitz Kampı Müzesi’ni ziyaret edeceği yolda ilerlerken. Kabuklar, bir ziyaret sonucunda hissedilenlerin toplamıdır. Soykırımın izlerine odaklanır. Bu ziyaret, artık görülmeyeni ve bir daha görünemeyecek olanı görmeyi istemektir. Kendi deyimiyle, soykırımın öz yurduna “arkeolojik bir bakış”tır 

İnsanlık tarihi, aynı zamanda hüznün tarihidir. Sancının tarihidir. Yaşamak için ölmenin tarihidir. Ve aynı zamanda bütün bir hıncını, gücü yetmeyenlerden alanların tarihidir. Tarihin kronolojik ilerlemesinin eksik bir gözlem yarattığına inanarak bakıyorum Huberman’ın Auschwitz Kampı Müzesi’ni gezinirken yazdıklarına. Zamana karşı koyduğunu düşündüğü her şeyi fotoğraflayan Huberman, benim kendi ziyaretime bir kapı aralıyor ve Amed Sur’un sokaklarında beni yalnız bırakmıyor.

İnsanın sığınağı, insanın çocukluğudur. İnsanın çocukluğu da birçok duygunun ilkini yaşadığı dış dünyadır. Bu yüzden çocukluğu benim gibi Sur’un sokaklarında geçmiş herkes için Sur bir sığınaktır. Bu satırları yazarken bile kulağımda Sur’un “yaşam sesleri” yükseliyor ve fark ediyorum, bu sesler sadece ve sadece benim muhayyilemin ürünü. Hafızamın kuytu köşelerine sinmiş ve tekrarı bir daha olmayacak deneyimlerimin bir esamesi. Sur’un sokaklarını gezinirken bir kez daha anlıyorum, Sur’un biz onu yeniden görmeye başlayana dek  “yaşayan ölümün mekânı” olduğunu. 

 

Sur’a yeninden bakabilmek

Sur’un sokaklarında yeniden yürürken, adım attığım her an toprak altından gelen seslere tüm dikkatimi veriyorum. Hala kısılmamış ve tamamen kurtarılmayı bekleyen sesler… Sur hala direniyor. Tarih boyunca direndiği gibi. Bütün yıkıntılarına rağmen. Hala, direnmeye adımını attığı ilk günkü gibi direniyor. Ama bizler göremiyoruz. Bu açıdan Huberman’ın bahsettiği “arkeolojik bakış”a ihtiyacımız var. Huberman yazdıklarıyla yeniden sesleniyor:

“Şunu asla söyleyemeyiz: Görecek hiçbir şey yok, görecek hiçbir şey kalmadı. Gördüklerimizden şüphe edebilmek için, hala görmeyi, her şeye rağmen görmeyi bilmemiz gerekir. Yıkıma rağmen, her şeyin silinmesine rağmen bir arkeolog gözüyle bakmayı bilmemiz gerekir. Ve işte böyle bir bakış, böyle bir sorgulama sayesinde, şeyler saklı mekânlarından ve mazilerden bize bakmayı sağlar.”

Sur’a yeniden bakmayı deniyorum. Kara taşların arasından gözlerime süzülen vahşet tortusunu ilk başta kaldıramıyorum. Sur’a bakmayı deniyorum. Bir taraftan yıkılan yerlerin yerine yapılan ışıltılı caddeler, alabildiğine lüks restoranlar, oteller ve cafeler, sanki hiç vahşet yaşanmamış gibi gözlerime perde çekmeye çalışıyor. Israr ediyorum. Sur’a bakmayı yeniden deniyorum. Kaybolmayan, bizi biz yapan her şeyi yeniden görebilmek için.

 

Bakışımıza ihtiyaç duyan bir direniş tarihi

Sahi Sur ne zaman “yaşayan ölümünün mekanı” haline geldi? Kurşunlandığında mı? Tank toplarıyla talan edildiğinde mi? Bombalandığında mı? En ağır silahlarla yakılıp yıkıldığında mı? İşte bu sorularla yeniden geziniyorum şimdiki Sur’un ışıltılı yüzünde. Ve yeniden bakıyorum. Israr ediyorum. Sur’un tüm taşlarından yansıyan direniş tarihine, gözlerimle kaza kaza bakmakta ısrar ediyorum. Çocukluğumun geçtiği sokaklar, her ne kadar kuytu köşeye sinmiş olsa da hala hafızamda. Bu “yeniden inşa edilen” Sur’un hiçbir yüzünde bize ait bir şey yok. Bize ait olanı görmek için bakıyorum. Bize ait olanı, yani direnişin tarihini. 

Sur’da yapılan her yeni inşa, unutturmanın sistemli bir parçası. Sur’u yeniden inşa etmek için kullanılan her taş, gözleriminiz önüne sayısız perde çekerek Sur’a bakmamızı engellemek için. Fakat ben ısrar ediyorum. Direnişin gömülmek istenen tarihi bakışıma ihtiyaç duyuyor. Bu defa Walter Benjamin’e kulak kabartıyorum: “Her kim kendi gömülü geçmişine ulaşmak isterse, kazı yapan biri gibi davranmalıdır. Aynı meseleye tekrar tekrar dönmekten, onu toprağı eşeler gibi eşelemekten, toprağın krallığını altüst eder gibi altüst etmekten korkmamalıdır.”

Sur’da vahşetin mekansallaşması, tüketim mekanlarıyla örtülü ve her mekan unutturmanın bir mimarisi… Artık geri dönülmez yollara girildiğinin hissini vermeyi kendine ilke edinmiş ve geçmişe, yani tarihe dönmek isteyenleri çaresiz kılmayı amaçlayan bir mimari. Sven-Olov Wallenstein’in önermesine başvurursak, “modern mimarlık, biyopolitik makinenin bir parçasıdır” Sur’un yeniden inşası tam da bu önermenin bir yansıması. Biyopolitik iktidarın kendini yansıttığı en bayağı hal, Sur’un yeni yüzünde görünüyor.

Evet, direnişin tarihi bakışıma ihtiyaç duyuyor ve ben, görmek için bakmakta ısrar ediyorum. Gömülmek istenen her şeyi olduğu yerden çıkararak, bilincimde tekrardan yaşam bulması için ısrar ediyorum. Sur’da unutturulmak istenen her şeyi bilincimde yeniden yaşatmak ve bu vahşet mimarisine teslim olmamak için bakışımda ısrar ediyorum. Bütün çaresizlik emarelerini ancak böyle yok edeceğimi iyi biliyorum. Ve bu devasa çarkın içinden bir umut olarak şunu düşünüyorum: Bir halkın kendi tarihi ve özüyle bağlarını yeniden kurması için başlangıçta ısrarlı bir bakış yeterli. Israrlı bir bakış, Huberman’ın deyimiyle “arkeolojik bakış” çünkü ancak böylesine bir bakış, unutturmanın bütün perdelerini yırtabilir ve bize ait olanı geri getirebilir.

Sahi Sur ne zaman “yaşayan ölümün mekanı” haline geldi? Kurşunladığında mı? Tank toplarıyla talan edildiğinde mi? Bombalandığında mı? En ağır silahlarla yakılıp yıkıldığında mı? Sur, unutturulmak için atılan her ilmeğe boynumuzu uzattığımızda, yani ondan “bakışımızı” çektiğimizde yaşayan ölümün mekanı haline geldi. Şimdi Sur’un bizim ısrarlı bakışımıza ihtiyacı var. Direniş tarihi kendini yeniden göstermek için bizim bakışlarımızı bekliyor. Sur’un taşlarına gizlenmiş tarih bizi bekliyor. 

 

* Yazının Başlığı László F. Földényi’nin “Yaşayan Ölümün Mekanları: Kafka, Chirico ve Diğerleri” kitabından esinlenmiştir

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.