Yazarın rolleri: Babalık, kocalık ve hocalık

Kültür/Sanat Haberleri —

  • Bir otorite tarafından denetlenmeyen batılı yaşam biçiminin, ya tamamen ortadan kalkacağından ya da dozunun kaçırılacağından endişe ettiler. Dolayısıyla kendilerini konumlandırdıkları baba rolüyle, sistemli ve kontrollü bir yenileşmenin ortaya çıkması için uğraştılar. Bunu ne kadar başardıkları ise elbette bir muamma. 150 yıldır dinmeyen bir tartışmanın içinde olduğumuzu göz önüne alırsak, başarıya ulaşıldığını düşünmemiz pek de doğru olmaz.

 

BİLGE AKSU

Tanzimat yazarlarından Şinasi, bir yazısında kullandığı ifade ile ‘edebiyat’ kelimesinin isim babası olduğunda, aklında bir tasarım vardı. Arapça edeb kelimesine atıfla türetilen bu yeni kavram, aynı zamanda yazarın ve dolaylı yoldan okurun, ahlaki bir duruşa davet edileceğini işaret ediyordu. Daha önceleri nesir ya da şiir kavramıyla karşılanan literatür kelimesinin Türkçedeki karşılığı, Şinasi’den ve tanzimatçılardan sonra artık ideolojik bir altmetne sahip olacaktı. Nitekim o dönemi biraz inceleyince, öyle de olduğunu görüyoruz.

Jale Parla, tanzimat romanını çeşitli açılardan incelediği ‘Babalar ve Oğullar’ üst başlıklı kitabında bu durumu öne çıkan örnekleriyle gösteriyor. Tanzimat yazarlarının ilk gayesi, bilindiği gibi, batılılaşma kavramının irdelenmesiydi. Bunu da o dönemin yerleşik batılı-doğulu çatışmasının tam ortasına konumlandırdılar. 18. yüzyıldan beri süregelen batılılaşma tartışmaları, ilk olarak askeri ve teknolojik alanlarda yürütüldü. 19. yüzyıl başlarına gelindiğinde ise bu başlıklara kültürel ve sosyal yaşam da eklendi. Avrupa merkezli fikir hareketlerinin etkisi, çok geçmeden Osmanlı topraklarında da görülür ve hali hazırdaki tartışmalara eklenir oldu.

Batılı bir yaşam biçimine öykünme, her ne kadar sıradan halk kitlelerinin zerrece gündeminde değilse bile, seçkin bir Osmanlı zümresinde gereğinden fazla karşılık buldu. Hemen hepsi İstanbullu olan bu kesim, aynı zamanda yavaş yavaş yükselen bürokrat sınıfının çocuklarından oluşuyordu. Eğitimlerini Enderun mekteplerinde ya da seçkin okullarda alan bu çocuklar, sürdürülen batı-doğu çatışmasında kendilerine alan açmaya çalışırken, aynı zamanda bölünmüş bir kimlik de inşa etmek zorunda kaldılar. Doğu kültürünün 19. yüzyıl itibarıyla geldiği konum, pek de heves edilecek ya da desteklenecek bir noktada değildi. Dünyanın geri kalanı (onlara göre batı elbette bu), bırakın askeri ya da teknolojik gelişmeyi, kültürel ve sosyal yaşamda bir devrim inşa etmiş ve bunu başardıkları yetmezmiş gibi, oturup kutlamaya dahi başlamışlardı. Batının ışıklı ülkelerinde oluşturulan bu şenlik havasına uzaktan bakan doğunun küçük aydınları, olup bitene hem gıpta ediyor hem burun kıvırıyordu. Fakir ama gururlu bir gencin, camları renkli vitrinlerle dolu bir caddede, sağa sola pek de prim vermeden yürümeye çalışmasına benziyordu bu durum. Uzak ve ışıltılı hayatlarda eleştirilecek birçok yan buluyorlar, ona özenip aynını yaşamak isteyene de mesafe alıyorlardı. 

Batının ‘Beyleri’ Doğunun ‘Efendileri’

Bunu en somut, Felatun Bey ile Rakım Efendi eserinde görüyoruz. Ahmet Mithat’ın en ünlü ve en çok tartışılan bu eserinde, batılı vitrinlere öykünen ve batılı olmayı bir iki süslü kıyafet, bir iki yabancı kelime ve uzun uzun eğlenceler tertip etmekten ibaret gören bir Felatun Bey vardır. O dönem romanlarının çoğunda olduğu gibi, bu batı özentisi tip de babasız büyümüş bir mirasyedidir. Dolayısıyla arzuladığı hayatı bir fanus içinde yaşayabilme imkanına sahiptir. Gösterişli kostümlerle, süslü arabalarla, türlü eğlencelerde boy göstermeyi bir kimlik savaşı olarak gören bu ‘Bey’ tipinin karşısında ise, Ahmet Mithat’ın açık desteğini esirgemediği bir ‘Efendi’ tipi konumlandırılmıştır. Batının bey kavramı, doğunun efendi kavramıyla çatışır ve yazarın sonsuz desteği sayesinde kazanan hep doğunun efendileri olur. Felatun Bey ne kadar yüzeysel ve günü kurtaracak bilgileri haizse, Rakım Efendi bir o kadar sistematik ve akılcı bir entelektüel birikime sahiptir. Aynı zamanda babasız büyüyüp ‘züppe’ kavramının içini dolduracak ölçüde bir başıboşluğa sahip olan Felatun Bey, doğunun ağırbaşlı ve uslu Rakım Efendisi karşısında ezildikçe ezilir, şekillerden şekillere sokulur.

Benzer örnekleri dönemin çoğu romanında yakalarız. İntibah’ın Ali’si, Araba Sevdası’nın Bihruz’u, Aşk-ı Memnu’nun Behlül’ü de benzer saplantılar ve yanılgılar içinde betimlenir. Ortak nokta, hepsinin babasız ve mirasyedi olmasıdır. Böyle bir ortak izleğin nasıl ve neden ortaya çıktığı eskiden beri tartışıldı. Bu tartışmalar arasında, sorulara verdiği cevabı en ilginç olanlardan biri Jale Parla’ydı. Parla, babasız tipin alegori dozu yüksek bir toplumsal temsil olduğunu ve baba ile çatışmadan yoksun büyümüş bu çocukların, yine dozu yüksek bir alegoriyle düşünürsek, temsili bir baba sayılan yazar tarafından terbiye edildiğini düşünüyordu. Dönemin edebi anlayışı da, toplumsal meselelere eğilmeyi bir görev sayan romantizm akımı etrafında şekillendiğinden, yazarların kutsal görevleri oldukça önem taşımaya başlıyordu. Namık Kemal’in İntibah’ta Ali ve Mahpeyker üzerinden okuyucuya yaptığı uyarılar, yer yer dozunu kaçırıp, azarlamaya kadar gidiyordu adeta.

Doğunun otoriter baba figürü

Hali hazırda yıkılmaya yüz tutmuş bir devletin, sahipsiz hisseden çocukları olarak bu yazarlar, belki bilerek belki bilmeden, kendilerine biçtikleri payeyle bu otoriter sorumluluğu üstleniyorlardı. Reaya’nın adının dahi anılmadığı bu çürümüş mutlakiyet ortamı, en azından İstanbul beyzadeleri için olumlu bir gelecek tasavvur edemez miydi? Batıya gidip eğitim almış ve mağaradaki gölgeden, gerçek güneş ışığına dönmeyi başarmakla lanetlenmiş bu çocuklar, artık yeniden mağaranın sözde gölge oyunlarına tenezzül etmeyeceklerdi. Bunun için de, kendilerinin aldığı ‘haksız’ eleştirileri kökten reddetmek yerine, o eleştirilerin hangi koşullarda makul hale geleceğini örneklerle göstermek istediler. Bu yazarlar kendilerini babasız büyümüş züppeler değil, neyi nerede ve ne zaman söyleyeceğini bilen oturaklı aydınlar olarak görüyordu. Doğunun otoriter baba figürü, her ne kadar arzulanan o ideal insanı yansıtmasa da, çocuklarının ‘kötü yola düşmesini’ engellemeye muktedir bir babacanlığa sahipti. Dolayısıyla yazarlar, toplumun bilge ve ideal babaları olarak, batılılaşmanın değil, ‘yanlış batılılaşmanın’ eleştiriye değer bir şey olduğunu göstermek istediler. Edebiyatı, halkı eğitmenin eğlenceli bir aracı olarak gören Ahmet Mithat gibi, diğerleri de bu misyonu ‘fedakarca’ sahiplendiler. 

Bunlardan öte, tanzimatçıların eskiye bir soğukluğunun olduğu da malumdur. Divan şiirinin tekdüze temalarından bunalmışlar, halk edebiyatının kendini destan döneminden kurtaramamış hikayelerle dolu bir karmaşadan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. ‘Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ adlı eserinin ilk cildinde, dönemin kültürel hayatını yakından etkileyen batılılaşma sorununa değinen Berna Moran, Şemsettin Sami’nin gerçekçilikten uzak eski edebiyat anlatılarını gülünç, kaba ve çocukça bulduğunu belirtir. Sami’ye göre, batılı ve gerçek bir entelektüel, bizdeki Leyla ve Mecnun tarzı kasideleri okumaz, okumaya değer bulmaz, hatta okudukça ayıplar. Çünkü Mecnun’un etrafına topladığı türlü vahşi hayvanla dostluk ve muhabbet etmesi, ancak masallarda görülecek türden çocuksu bir hayal dünyasını gösterir. Gerçek ve uygar bir anlatı, böylesi sıradışılıkları barındırmamalıdır. Yine Namık Kemal ve Ahmet Mithat’ın görüşlerine de yer veren Berna Moran, bu dönem yazarlarının eskiden yeniye geçmeyi, çocukluktan yetişkinliğe ve hayalcilikten akılcılığa geçmekle bir tuttuğunu iddia eder. Batının olgun kişisi, layık olduğu üzere, olgun bir edebi türe ihtiyaç duyar. Masallardan, mesnevilerden, destansı halk hikayelerinden kurtulmadıkça, nitelikli bir edebiyata ve nitelikli bir nesle kavuşmak da mümkün değildir.

İslami gelenekten kopmadılar

Kısaca, kendilerini sahipsiz kalmış bir toplumun babaları olarak gören bu tanzimat yazarları, batıdan nelerin alınıp nelerin alınmayacağına dair fikirlerini cüretkar şekilde sergilemişlerdir. Yepyeni bir yönelimin ortaya çıktığı bu yüzyılda, reformların ya da yeniliklerin, kendinden başka hiçbir şeyi umursamayan bir padişah/baba tarafından korunacağını düşünmediler. Böyle olunca da, sınırları çizilmemiş bir yenileşme/batılılaşma anlayışının tehlikeli sonuçlar doğuracağını öngördüler. Çünkü bu yazarlar her ne kadar batıya öykünseler de, islami gelenekten kopmuş değillerdi. Ahmet Mithat bir yandan tekamül nazariyesini (evrim teorisi) kendine has yöntemlerle halka tanıtırken, diğer yandan Fatma Aliye’yle birlikte kaleme aldıkları ‘Hayal ve Hakikat’ eserinde, kadınlarla ilgili yaygın geleneksel düşünceleri destekleyici bir konum alıyordu. Yine Namık Kemal, her ne kadar divan şiirini övdüğü için Ziya Paşa’ya çıkışmışsa da, ‘Renan Müdafaanamesi’ ile batının değil doğunun değer atfedilecek özelliklerinin olduğunu vurgulamıştı. Bir otorite tarafından denetlenmeyen batılı yaşam biçiminin, ya tamamen ortadan kalkacağından ya da dozunun kaçırılacağından endişe ettiler. Dolayısıyla kendilerini konumlandırdıkları baba rolüyle, sistemli ve kontrollü bir yenileşmenin ortaya çıkması için uğraştılar. Bunu ne kadar başardıkları ise elbette bir muamma. 150 yıldır dinmeyen bir tartışmanın içinde olduğumuzu göz önüne alırsak, başarıya ulaşıldığını düşünmemiz pek de doğru olmaz. Ama bu konuda bu yazarları sorumlu tutmak da doğru olmaz. Belki de mesele, batı-doğu diye ayrıştırılan bir kültür çatışmasının, gerçekte hiçbir gösterene işaret etmeyen suni bir tartışmadan ibaret olmasıdır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.