Yeni sömürgecilik, sömürgesellik ve ulus-devlet

  •  Sömürgesellikte öne çıkan konu, dünyayla ilgili nasıl düşündüğümüzdür. Dünyaya bakarken kullandığımız lenslerin sahipleri aslında dünyaya dair bildiğimiz bilgileri şekillendirenlerdir. Bu anlamda şimdiye kadar sömürgecilikle ilgili tartıştığımız birçok şey bizzat sömürgeci tarafından geliştirildi.

 

YASİN SUNCA

 

Batı Sahra halkının Fas Krallığı’na karşı vermekte olduğu mücadeleyi anlatan bir film gösteriminden sonra, Batı Sahra Kurtuluş Hareketi’nin bir temsilcisi “Dünya’daki son sömürgeyiz!” diye başladı konuşmasına ve ekledi: “Ancak bizi sömürgeleştiren gücün kendisi zaten bir sömürgeydi.” Resmi olarak sömürgecilik bitmişti, yani birkaç ihmal edilebilir örnek dışında sömürgecilik BM’ye göre aslında yoktu. Çünkü BM açısından sömürgecilik deniz aşırı topraklarda Batılı güçlerin oradaki halkların kendi kaderini tayin hakkını elinden alması durumuydu. Batı Sahra ise bu “ihmal edilebilir” örneklerden birisiydi, zira hala BM’nin de dahil olduğu bir dekolonizasyon süreci devam etmekteydi. Batı Sahra temsilcisi, Fas’ın eski bir sömürge olduğu gerçeğinden de bahsetti. Türkiye’de Kürdistan özelinde yapılan tartışmalardan dolayı aslında nispeten bildiğimiz ikinci bir seviye ekleniyordu duruma; zira “sömürgecilikten kurtulmuş” Fas’ın kendisi bir sömürgeciydi. Batı Sahralı devrimcinin eklemediği bir başka durum daha var ki o da bir üçüncü aşamaya tekabül ediyordu: Sömürgecilik şartlarında meydana gelmiş hiyerarşik dünya düzeninin aslında hala varlığını devam ettiriyor olması. 

En dar anlamıyla sömürgecilik, Avrupa devletlerinin işgaline ve tahakkümüne maruz kalmış, kendi ekonomik, kültürel, coğrafik ve daha birçok kaynakları sömürülmüş Avrupa dışında kalan toplumların yaşadığı durumdur. Daha geniş anlamda ise, kendi iç dayanışması olan toplumların kendi kaderini tayin hakkını tanımamak, zor ve şiddet kullanarak onları zapturapt altına almak olarak tanımlanabilir. Bu dar anlamdaki tanımlamaya dayanarak sömürgesizleştirme ya da dekolonizasyon tanımı ise, özellikle Wilson ve Lenin’in zımni ittifakına dayanarak 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya sisteminin temel aktörü olan ulus-devlet inşasının kendi kaderini tayin hakkına eşitlenmesi oldu. Yani bağımsızlık sağlanıp toplumlar kendi ırklarından ya da etnisitelerinden olan bir yönetim tarafından idare edilmeye başlayınca sömürgecilik bitmiş sayıldı.

Ancak Batı Sahra, Tamil Ülkesi, Kürdistan, Uygur ve sayısız birçok yere baktığımızda acaba dar anlamıyla sömürgecilik gerçekten bitti mi? Sömürgeciliğin günümüzdeki küresel ve siyasal ilişkileri belirleyen bir rolünden bahsedilemez mi? Sömürgeci güçlerin ülke içindeki sermaye yapılanmasıyla kurduğu ilişkilenme, aslında sömürgeciliğin farklı formlarda ilerlemesini mümkün kılan etmenlere dönüşmüyor mu? Ya da, Porto Riko örneğinde olduğu gibi, tek tek bireylere getirdiği avantajlardan kaynaklı ABD’nin burada devam eden sömürgeciliğine rağmen, sömürgecilik 19. yüzyıldakiyle aynı anlamda kullanılabilir mi? Bütün bu sorulara tatmin edici cevap vermek bu yazının kapsamında mümkün değil; ancak hepsinin ortak noktası kolonyalizmin bitmiş olmak bir yana, çok farklı formlarda ve daha da incelikli biçimlerde varlığını devam ettiriyor olması gerçekliğidir. Bu kısa yazıda hedefim, ulus-devleti yeni sömürgecilik (neo-colonialsim), sömürgesellik (colonialidad-coloniality) bağlamında tartışmaktır. Buna dayanarak şu tezi savunacağım: Yeni sömürgecilik aslında bu kolonyal dünya düzenini tanımlamaya yetmemekte; bunun yerine sömürü düzenini küresel düzeyde anlatan ve anlamlandıran sömürgesellik terimi kullanılabilir. Bu çerçevede ulus-devletçilik ise, sömürgeciliğin bitmesi değil yeni formlarda yaşaması anlamına gelir. 

Yeni sömürgecilik: Bir tahakküm ilişkisi 

Yeni sömürgecilik, özellikle formel ya da yönetimsel sömürgecilik sona erdikten sonra ortaya çıkan ve temelinde küresel düzenin ekonomi-politiği olan bir yaklaşımdı. Kavramı ilk kullanan kişi Gana’nın eski devlet başkanı Kwame Nkrumah olsa da, bunun teorizasyonunu ilk elden yapanlar genelde Sartre, Chomsky gibi Batılı düşünürlerdir. Bunu en net biçimlerde ortaya koyanlar muhtemelen bağımlılık teorisi (dependency theory) çalışmalarını yürüten ve ilerleyen yıllarda dünya sistem analistleri olarak adlandırılacak Samir Amin, Andre Gunter Frank, Immanuel Wallerstein gibi kişilerdir. Yeni sömürgecilik esasında küresel kapitalizmin reorganizasyonundan ileri gelen bir tahakküm ilişkisi kurmak olarak adlandırılabilir. Buna göre eskiden sömürge olan toplumlar, her ne kadar kendi devletlerini kurup resmi olarak sömürge olmaktan çıkmış olsalar da, özellikle o devletlerin yönetici ve ekonomik elitlerinin küresel kapitalist merkezlerle kurdukları ilişkiler vasıtasıyla sömürülmeye devam edilmeleridir. 

Ucuz iş gücü ve ham madde deposu olarak kullanma

Bu durumun ilk ortaya çıkması 1957’de Paris’te 6 Avrupalı devletin, Afrika kıtasındaki eski sömürgelerini yeni Avrupa ortak pazarına dahil etme isteklerine karşı Afrika’daki siyasi liderlerin bunun yeni bir ekonomik tahakküm kuracağı tartışmasından kaynağını almakta (Bu tartışmalar nihayetinde AB’ye yol açacaktı.) Bu bağlamda yeni sömürgecilik, sömürgecilerin koordineli siyasal pratikler vasıtasıyla eski sömürgelerinin gelişmesini engellemek ve onları ucuz iş gücü ve ham madde deposu olarak kullanmaya devam etme çabasıydı. İlk aşamalarda buna karşı eski sömürgelerde ciddi bir direnç ortaya çıkmış olsa da ilerleyen zamanlarda küresel kapitalist sistem bu direnci büyük oranda kırdı. Bu direncin kırılmasında, eski sömürgelerde kontrolü elinde tutan diktatörlüklere çeşitli destekler sunularak onların iktidarda kalmasını sağlamak en temel yöntemlerden biriydi. Güney Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Güney Amerika’ya kadar birçok diktatörlüğün kurulmuş olması, bunların ciddi bir kısmının dışardan desteklenen iç darbeler nihayetinde iktidara gelmiş olması ve topluma karşı sınırsız devlet şiddeti kullanarak kendisini var kılması doğrudan yeni sömürgecilikle alakalıdır. Burada bir kurum olarak devlet şiddetinin yeni sömürgeci mekanizmaların yerleşmesindeki rolünün altını çizmek gerek.

Dünya sistemine entegre olma

Yeni sömürgeciliği mümkün kılan nedenlerden birisi de eski sömürgelerin dünya sistemine entegre olması çabası olarak okumak mümkün. Zira sömürge statüsünden kurtulup kendi varlığını kabul ettirmenin temel koşullarından birisi, 19. yüzyılın sonlarından itibaren oluşmaya başlayan, İkinci Dünya Savaşı'yla kurumsallaşan ve Soğuk Savaş'ın bitimiyle beraber küresel geçerlilik kazanan liberal dünya düzenine entegre olmaktan geçmekteydi. Serbest ticaretin ve açık pazarın, ekonomik prensiplerini oluşturduğu bu düzen, siyaseten temsili demokrasilerin hukukun üstünlüğü çerçevesinde oturması ve toplumsal alanın da sivil toplumculuk esası üstüne kurumsallaşmasını öngörüyordu. Bunun için devlet kurumsallaşması ve işleyen bir devlet kurmak en temel öğelerden birisi sayıldı. Neo-Troçkistlerin “dışsal gereksinimler kamçısı” (whip of external necessity) olarak tanımladığı, gelişmişlik düzeyini yakalamak için onların içinde gelişmiş devletlerin seviyesine ulaşma çabası, eski sömürgelerin içinde siyasal elitler düzeyinde bir zorunluluk olarak vücut buldu. Ancak bunun toplumsal karşılığı ya eğitim ve kalkınma planlarıyla zorla rıza üretimi ya da rıza göstermeyenlerin toplumdan dışlanması süreçlerini doğurdu. Bu zor mekanizmaları en temelde devletler eliyle ve aşırı dozda milliyetçilik yüklemesiyle yürütüldü. 

Aslında özellikle 20. yüzyılda Siyah anti-sömürgeci milliyetçiler (anti-colonial nationalism), ekonomik ve gelişimsel dengenin sağlanmadığı şartlar altında, tam olarak bağımsızlaşmanın mümkün olmayacağı savıyla bir sömürgecilik sonrası dünya kurma (World-making) çabası içine girdiler. Zira sömürgecilik nihayetinde hem kendi gelişim seyrinden çıkartılmış, hem zihniyeti hem toprağı hem de insanı sömürülmüş Batı dışı dünyanın gelişimi, bu şartlar tersine çevrilmeden mümkün olmayacaktı. Adom Getachew’in (World-making after Empire) kitabında detaylarıyla anlattığı gibi, bu konudaki tahayyül ve tasavvurlar ve bunları müteakip siyasal pratikler ciddi bir düşünsel ve eylemsel birikim de ortaya çıkardı. Ancak bunun gerçekleşmesinin önündeki en temel engeller, yine sömürgecilik döneminde sömüren ile sömürülen arasında ortaya çıkan kapanması çok zor olan güç farklarıydı. Getachew bu süreci self-determinasyonun yükselişi ve çöküşü olarak tartışıyordu, zira ulus-devletler vaat etikleri bağımsızlığı sağlayamadıkları gibi eski sömürge toplumlarda şiddetle örülü yeni bir baskı ve zor mekanizması oluşturdular.

Yeni sömürgeciliğe karşı öneriler de yapıldı. Örneğin Samir Amin bunu kopuş (delinking) teorisiyle projelendirdi. Bu teoriye göre, sistemin kendi içine gömülü polarizasyonundan kaynaklı aslında Batı dışındaki toplumların, Batı’daki ekonomik gelişmişlik seviyesini yakalamasına imkân yoktu. Bundan dolayı, Amin’in çağrısı eski sömürge ülkelerin hepsinin kendisini dünya ekonomisinden koparması yönündeydi; yani bu ülkelerin küresel ilişkilerini, kendi iç gelişme önceliklerine tabi hale getirmesini öneriyordu. Buna göre ulusal değer kanunları küresel kapitalizmin değer kanunlarıyla tanımlanmamalı, tam aksine içeride değer üreten emek kesimlerine öncelik tanınmalıydı. Ancak bu kopuşun sağlanması, birçok sebepten dolayı mümkün değildi. 

Yıllar sonra dekolonyal perspektife sahip nispeten genç bir profesör olan Sabelo J. Ndlovu-Gatsheni (Coloniality of Power in Postcolonial Africa) kitabında, bu konuda çok net bir çıkarım yapmaktaydı: Kopuş teorisinin temel eksikliği/zayıflığı, ekonomik azgelişmişlik gibi devasa bir problemin bölük pörçük ulusal müdahalelerle çözülebileceğine olan inançtı. Böylesi devasa bir küresel sorun nasıl olur da ulusal ya da yerel yöntemler ve müdahalelerle çözülebilir ki?

Bir kast sistemi meydana getirdi

Sömürgesellik (colonialidad, coloniality) yeni sömürgecilik de dahil hiyerarşilerden ve güç ilişkilerinden kaynaklanan birçok küresel sorunun içine inşa edildiği çok daha geniş bir tarihsel-toplumsal sistemi tanımlayan bir kavram. Bu perspektif, hâkim dünya sisteminin, sömürgecilik dönemlerinde meydana gelmiş güç ilişkilerinin olduğu gibi varlıklarına devam ettikleri tespitine dayanır. 

Sömürgesellik kavramı ilkin Perulu sosyolog Anibal Quijano tarafından kullanıldı. Kısmen dünya sistem analistlerinin ekonomik indirgemeciliğine ve kısmen de post-kolonyal çalışmalar literatürünün kültürel indigemeciliğine karşı gelişen bu perspektif dünyanın bu iki indirgemeciliğin tariflemeye çalıştığından çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğu savıyla hareket etmekte. Hiyerarşi üreten sadece kültür ya da sadece ekonomik mekanizmalar değil, bunun dünyanın farklı yerlerinde oraya ait hiyerarşik mekanizmalarla etkileşim içerisinde geliştiği vurgusuyla aslında çok geniş bir tarihsel-sistemsel inşa eleştirisi yapmakta. Buna göre sömürgecilik döneminde gelişen küresel hiyerarşik ilişkiler sarmalı, günümüz şartları altında ekonomik, toplumsal, ırksal, cinsiyetçi vb. birçok bileşeni olan bir kast sistemi meydana getirdi. 

Bilgiyi bilme ve var olma biçimimizin yeniden inşası 

Bu perspektifte öne çıkan konu, dünyayla ilgili nasıl düşündüğümüzdür. Yani dünyaya bakarken kullandığımız lenslerin sahipleri aslında dünyaya dair bildiğimiz bilgileri de şekillendirenlerdir. Çok basitleştirerek söyleyecek olursak, eğer dünyaya Kars-Digor’un bir köyünden bakıyorsak ve bildiğimiz bilgilerin hepsi en temelde dışarıdan bir etki olmadan sadece Digor ve çevresinde gelişmiş bilgiler toplamıysa, dünya algımız ve buna dair fikir yürütmemiz de bununla sınırlı olacaktır. Ancak böyle bir şey ne şimdi mümkün, ne de tarihin herhangi bir zamanında mümkün oldu. Tarihsel etkileşimler sürekli bir biçimde devam etti. Bu etkileşimlerin bizim bilgiyi bilme biçimimizi ve kültürel ve toplumsal olarak var olma biçimimizi yeniden inşa etmesi kaçınılmazdır. Sömürgesellik perspektifine göre bilgiyi bilme biçimimiz en temelde Avrupa-merkezli bir genişlemenin sömürgeleştirmeyle etkileşimi nihayetinde şekillendi. Yani zor, şiddet, kaynakların sömürüsü, zenginlik aktarımı ve köleleştirmenin yanı sıra sömürgeler aynı zamanda kendi kültürel, bilimsel, tarihsel, toplumsal ve ekonomik var olma biçimlerini de zaman içerisinde büyük oranda kaybederek Avrupa-merkezli dünyanın bir parçası haline yüzyıllar boyunca süren bir şiddet neticesinde getirildiler. 
Bu tarihsel inşanın onyıllar boyunca birçok boyutunu ortaya koyan çok sayıda kitap ve makale yayınlandı. Burada onların özetini yapmak bile mümkün değil. Ancak şu kadarını tespit etmek mümkün: Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, ahlaki olanı ahlaksız olandan ayırma biçimimiz ve bunu yaparken kullandığımız kriterler, Avrupa-merkezli zor ve şiddet süreçleri içerisinde dönüşürken, bunun toplumsal ve siyasal iktidar mekanizmalarına yansımasının olmayacağını düşünmek gerçek anlamda bir hayalperestlik olur. Zira imparatorluklar sonrası ekonomik reorganizasyon, endüstriyalizm ve küresel kapitalist koşullar etrafında gelişti; yönetim sistemleri ulus-devletler formunda ve doğası itibariyle tekçi ve dışlayıcı milliyetçiliklere dayanarak şekillendi. Eğitimden sağlığa toplumdaki bireyleri ilgilendiren her konu yine “medeniyet seviyesi” olarak görülen Batılı pratikler baz alınarak yeniden organize edilmeye başlandı. Bunun en acımasız sonucu ise, Batı dışı toplumların asırlar boyunca inşa ettiği ekonomik, yönetimsel ve güncele dair olan mekanizmaların tuzla buz olması gerçekliğidir. Diğer bütün alanlarda olduğu gibi, kapitalist sistemsel inşanın en temel yönetimsel mekanizması olan ulus-devlet de bu Avrupa-merkezli gelişen küresel kast sisteminden bağımsız ele alınamaz. 

Söz konusu ulus-devlet olunca!

Benzeri bir sistemsel inşa olan ulus-devlet ve onun ideolojisi olan milliyetçilik bütün bu süreçlerin merkezindeydi. Avrupa-merkezci gelişen bir hegemonik form olarak ulus-devletin, aslında çok farklı toplumsal ve siyasal mekanizmalara sahip topraklara giydirilmesi çok ciddi başka sorunlara yol açacaktı. Zira milliyetçiliğin bir etnisitenin milliyetçiliğine indirgenmiş olması, bu etnisitenin tahakkümünün bütün çeşme başlarını tutan devlet mekanizmalarının her tarafına dağıtılmış olması gerçekliği, diğer etnik, dini ve toplumsal grupların dışlanmasına ve en nihayetinde ciddi savaşlara yol açtı. Bunun yanı sıra, yönetici elitlerin küresel kapitalist sistemle kurduğu ilişkiler bütünü de, bir taraftan çok çok küçük bir azınlığın ciddi oranda zenginleşmesini ve küresel çarklara dahil olmasını mümkün kılarken, toplumun ezici bir bölümünü de nüanslarda işleyen şiddet ve baskı cenderelerine mahkum edecekti. Hemen her konuda emperyalizm, ırkçılık ve sömürgecilik eleştirisi yapan birçok muhalif kesimin, söz konusu ulus-devlet olunca onu dokunulmaz bir yere koyması da yine bu sistemsel inşanın bir parçasıdır. 

Yeni sömürgecilik ve sömürgeselliğin özetinin özetine giriş kıvamındaki bu yazı aslında Kürdistan üzerine düşünülecek birçok kanal açmakta. Sömürgecilik ve ulus-devlet tartışmasını daha da derinleştirip bunun Kürdistan’ın reel şartları içerisinde neye tekabül ettiğini başka bir yazıya saklayarak şöyle noktalamak mümkün: Batı Sahralı siyasetçinin dediği “Dünya’daki son sömürgeyiz!” cümlesi, Batı Sahra için bir doğruyu ifade etse de sömürgeleştirilmiş dünyanın kalanı için bir yanlışı ifade etmekte; zira sömürgecilik hiç bitmedi.  

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.