O zindanda her şey ya bitecek ya da yeniden yeşerecekti

  • Dörtler’in Diyarbakır Zindanı’ndaki eylemini 5 Nolu’daki direnişin parçalarından biri olan yoldaşları İdris Güzel yazdı:

 

İDRİS GÜZEL

 

Diyarbakır Cezaevi’nde işkenceci bir gardiyan, “Bu kadar işkenceye nasıl dayanıyorsunuz?” diyordu. İnsandık, dayandık; demir olsak erirdik.
Direnç göstermemiz gerekiyordu. Dışarıdayken bu halka verilmiş bir sözümüz vardı, ona bağlı kalacaktık. Karar ve irade gücümüz vardı; o konuda hiçbir sorunumuz yoktu. Fakat zindan direnişçiliği desteksiz kalmıştı. Faşizmin karanlığı içinde… Dışarıda ne bir ışık ne bir ses vardı. 

Tarihsel sorumluluklarımızın bilincindeydik, o nedenle dayandık; yoksa dayanılır gibi değildi. Tarihi bizim irademiz belirleyecekti. Ya o beton duvarların içine gömülecektik ya da var olacaktık. Bize açıkça, “Hiçbiriniz buradan sağ çıkamayacaksınız, hepinizi öldüreceğiz” diyorlardı. 

Öyle ya, Kürt sorunu kendilerince daha önce Ağrı’da bitirilmiş, üzeri de betonlanmıştı. “Siz de nereden çıktınız” der gibi bakıyorlardı bize. 
70’li yılların kuşağı güçlü ve hızlıydı ama bir o kadar da tecrübesiz ve düşman gerçekliğinden uzaktı. 

Kürt tarihsel gerçekliği, Kuzey Kürdistan’da yakın zaman içinde Şêx Saîd, Zîlan, Qoçgirî, Ağrı, Dersim gibi başkaldırılara tanıklık etmişti. Biz hemen bu isyanlar sonrası gelen kuşak olmasak da anne babamızdan, onların belleklerinden bize ulaşanlar olmuştu.

Mesele, tarihsel şuurdu; yoksa devrimciliğimiz bize yukarıdan indirilmedi. Biz Kürt tarihsel gerçekliğinde yaşanan yanlışları yapmayacaktık. O zamanlar için temel bir yanlışımız olmasa da öngörü zayıflıklarını iliklerimize kadar yaşadık. Dogmatik yönlerimiz çok fazlaydı. Dağa taşa yaza yaza, masalara vura vura “proletarya diktatörlüğünü” savunuyorduk fakat nihayetinde onun da bir tür diktatörlük olduğunu düşünemiyorduk. 

Bugün nasıl ki bilimsel sosyalizm ideallerine bağlıysak, o dönemlerde de sosyalizm ideallerine bağlıydık. Öyle lafta da değildi, yürekten bir bağlılıktı. Sosyalizm davasına, Sovyetler’deki sosyalizme de inanmıştık ancak yönetimini sapma içinde buluyorduk. Daha sonraki yıllarda yaşananlar bu görüşümüzü doğrulamıştı. Sovyet bloku çöktü, yaşananlar niyette olmasa da pratik uygulamada NATO’nun güçlenmesine hizmet etti.

Eksik yönlerimiz fazlaydı. Donanımlı değildik. Dünya gözümüzde toz pembeydi. PKK daha kuruluş yıllarında büyük ve kitlesel bir güç haline gelince bir tür erken zafer sarhoşluğu yaşadık. “Bize bir şey olmaz” diyorduk, tedbir almadık. Olan hepimize oldu ama. 

80’li yıllara gelindiğinde binlerce insanımız, parti kadroları, sempatizan, taraftar, yurtseverlerimiz tutuklandı; geriye kalanlar ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. Bir kesim de yalnız ortada kalınca dağıldı. Partinin tasfiyesi olasılık dahilindeydi.

1980 faşist askeri darbesinin öncelikli amacı, PKK’nin tasfiyesiydi. Kuşkusuz Önderlik ve bir grup arkadaş dışarıdaydı, yeniden bir PKK yaratılırdı fakat bu uzun zaman alabilirdi veya mümkün olmayabilirdi de. 

Tarihselliğimiz ve geleceğimiz, Diyarbakır zindanlarındaki direnişe göre şekillenecekti. Orada ya her şey bitecek ya da yeniden yeşerecekti. Bu nedenle 1980’li yıllardaki zindan direnişçiliği, o dönemi ve bütün süreçleri belirleyecekti. 

Koşullar olgunlaştığında tetiğe basılan an, tarihtir. “Keşke öyle olmasaydı, keşke şöyle olsaydı” demekle tarih yorumlanamaz. Ok yaydan, mermi silahın namlusundan çıktıktan sonra kimsenin onu geri getirme şansı yoktur. Mazlum Doğan 21 Mart Newroz gecesi -o an için- hayatına son vermeseydi, belki de bu özgürlük tarihi hiç yazılamayacaktı. 

Bu neden böyleydi? 

O dönemi yaşayanlar iyi bilir: 1981’deki ilk ölüm orucu eylemi, cezaevi yönetimiyle yapılan bir anlaşma ile sonlandırıldı. Mahkemeye yazılı savunma sunabilmek için kağıt, kalem, kitap gibi ihtiyaçlar karşılanacak ve işkenceye son verilecekti fakat cezaevi yönetimi verdiği sözleri tutmadı. 
Bu, cezaevi kitlesi üzerinde bir kırılma noktasıydı. Tam bir kırılma değildi ama ölüm orucu eylemine bir umut, bir çıkış yolu olarak bakılıyordu. Yeniden kitlesel bir direnişe karar verilemiyordu. Her gün dozu biraz daha artırılan işkencelerden dolayı kimse kimseyle ilişki kuramaz, konuşamaz duruma getirilmişti. 

Kemal Pir arkadaş, “Biri çıksın, direnişe karar versin, ikinci kişi ben olurum” diyordu. Devrimciliğimizden taviz verdiğimiz düşünülüyordu. Bu nedenle tam bir kırılma değilse de moral bozukluğu yaşanıyordu. 

Dörtler’in eylemi, böyle baş aşağı giden, itirafçılığın ve pişmanlık duymaların arttığı, herkesin teslim alınmaya zorlandığı bir süreçte yapıldı. Mazlum Doğan’ın eylemi ardından birkaç ay sonra dört arkadaşın kendini yakma eylemi de cezaevindeki işkencelerin son bulması sonucunu yaratamamıştı fakat bir umut, bir ışık etkisi yaratmıştı. 

1982 yılı ve Dörtler’in eylemi

Sorun ölme, ölebilme değildi. Kimsenin ölüm korkusu yoktu. “Ölüm nereden gelirse gelsin” denilmişti bir kere. Sorun, yeniden bir direniş riskini alamamaydı. Cezaevi yönetimi de bu durumu fark etmişti. Bu nedenle 1982 yılının ilk aylarında işkencelerini yoğunlaştırdılar. Kaba fiziki dayak, aç susuz bırakma, küfür, hakaret, onur kırıcı uygulamalar… 

Direnenler hücredeydi. Hücredekiler onur kırıcı hiçbir şeyi kabul etmediler. 

Bir keresinde işkenceci bir gardiyan, annelerimize hakarette bulundu. Kemal Pir arkadaş, “Sen değil anamıza o işi yapmak, yanına bile yaklaşamazsın, alçak adam!” diyerek ettiği küfürü işkenceciye iade etti. Koğuşlardaki arkadaşlar çok zor durumdaydı. Arkadaşlara zorla hayvan ve insan pisliği yedirdikleri haberlerini alıyorduk. 

Korkunçtu, vahşetti. İnsanın aklının alamayacağı işkencelere tanık olduk. Amaçları, işkenceleri artırarak esasen tüm tutsakları tümden esir almak, bitirmek, teslimiyete ve ardından da ihanete sürüklemekti. Bilinçli ve planlı uygulamalarla 1982 yılına giriş yapılmıştı.

1982 yılı, itirafçılığın, pişmanlığın giderek arttığı bir yıldı. Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit öncülüğünde itirafçılar bir araya getiriliyordu. Onlar için özel bir koğuş dahi hazırlanmıştı. Bu koğuşa, “Genç Kemalistler Koğuşu” adını vermişlerdi. 

Cezaevi yönetiminin öncelikli hedefi, direnişi örgütleyen, ona öncülük eden M. Hayri Durmuş, Mazlum Doğan ve Kemal Pir arkadaşları düşürmek ve teslim almaktı. Bu amaçla bazı girişimleri de oldu. İşkenceci başı Yüzbaşı Esat Oktay, “Kemal Pir, küçük balıkları yuttum, şimdi sıra büyük balıklarda” deyince Kemal Pir, “Dikkat et, büyük balıklar boğazında kalabilir” demişti. 

Her şey planlanmıştı. Arkadaşları itirafçılığa zorlayıp o dönem Türkiye’nin tek televizyon kanalı olan TRT’de yayınlamak istiyorlardı ama arkadaşlar, kendi isimlerini ve PKK’ye üyeliklerini kabul etmeleri dışında hiçbir ifade vermediler.

Mazlum Doğan arkadaşın hayatına son vermesi ve Dörtler’in kendini yakma eylemleri böyle bir süreçte yaşandı. 

Peki neden kendini yakma? Başka bir eylem türü olamaz mıydı?

Bu tür sorular çok soruldu ve tartışıldı. O dönemin cezaevi koşulları, başka bir çıkış yolu bırakmamıştı. Mazlum arkadaş kendi hücresinde hayatına son verirken bu haber koğuşlara, “Mazlum Doğan 21 Mart Newroz gecesi kendini yaktı” şeklinde ulaştı. 

Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin arkadaşlar da Mazlum Doğan’ın yolunda gitmeyi planlıyor ve eylemlerini de Haki Karer arkadaşın şehadet yıldönümü olan 18 Mayıs’a denk getirmek istiyorlar. 

17 Mayıs akşamı dört arkadaş, kendilerini son nöbetlere yazarak gecenin bir vaktinde buluşuyorlar. Herkes uykuda iken biraz büyükçe olan koğuşlarının ortasında, kapı girişine yakın, boş küçük bir salonda, koğuşta ne kadar kağıt, yanıcı madde, boya, tiner varsa topluyor ve ateşe veriyorlar. Dört arkadaş da kol kola bu ateşin içine giriyor. 

Dumanın etkisiyle koğuştaki tutsaklar uyanıyor. Önce ne olduğunu bilmiyorlar. Pencereleri kırıyorlar. Bir panik yaşanıyor. Kendilerine saldırı olduğunu sanıyorlar. Sonra ateşin içinden gelen sesleri duyunca arkadaşların ateşe atıldıklarını, hemen ateşi söndürmek gerektiğini düşüyorlar ve su döküyorlar. 
Ateşin içindeki arkadaşlar, “Su dökmeyin! Bu bir eylemdir! Ateşi daha da gürleştirin! Kahrolsun işkenceciler! Yaşasın Kürdistan” gibi sloganlar atıyor. 
Arkadaşlar kısa sürede şehadete ulaşıyor. 

Türk basını bu olayı, “Diyarbakır Cezaevi’nde tüp patlaması sonucu 4 kişi öldü” biçiminde duyuruyor. Yaşananlar kamuoyundan gizleniyor. Şimdi izlediğimiz bazı mahkeme görüntüleri, dış basının küçük kameralarla gizlice çektiği görüntülerdir. 

Ferhat Kurtay’ın müdahalesi

Bu eylemden sonra 33. Koğuş dağıtıldı. Bazı arkadaşlar bizim bulunduğumuz hücre bölümüne getirildiler. İşkenceden geçirilmişlerdi. Birer ikişer hücrelere dağıtıldılar. Olayı onlardan öğrendik. Esasen koğuş hiç teslim olmamış; kurallara uyum adı altında çok fazla sesleri de çıkmamış. 33. Koğuş’ta başından itibaren ortak, komün bir yaşam kuruyorlar. Bireysel ve özel yaşamı kabul etmiyorlar. Birkaç kişi bunun dışında kalsa da arkadaşlar birbirleriyle dayanışma içinde yaşıyor. Bunda gruba öncülük eden Ferhat Kurtay arkadaşın etkisi büyük. 

1981 yılının ilk direniş günlerinde bu arkadaşlar, hücre bölümünde bizimleydi. Sonra nasıl olduysa Ferhat Kurtay ve onlarca arkadaş topluca bir koğuşa götürüldü. Giderken Ferhat Kurtay, arkada ayak üstü birkaç arkadaşa bilgi veriyor ve “Bunlar teslim olmayı düşünüyorlardı, ihanete gideceklerdi. Bunu önlemek için birkaç arkadaşla birlikte onlarla gideceğiz” diyor. Gidenlerin çoğu sempatizandı. Ferhat Kurtay arkadaş söylediğini yapmış, onların kötü bir duruma düşmelerine engel olmuştu. 

Şehadete ulaşan arkadaşları yakından tanımıyordum. Yalnızca Necmi Öner’i 1979’un ilk aylarında Çermik’te görmüştüm. Başka bir sol grupta yer alıyordu. Fikir tartışmaları içinde onu biraz tanıdım. Çok saf, temiz, fedakar bir yapısı vardı. Öyle ki kendi kendime, “Bu yanlış yerde duruyor, Apocu grubun üyesine benziyor” diyordum.

Necmi, başka bir grupta yer alsa da bize daha yakın duruyordu veya ben öyle gözlemledim. Bir yıl sonra tutuklandım. Cezaevine geldiğimde onu arkadaşların bulunduğu koğuşta gördüm. Hiç unutmamıştım onu, o da beni… Çermik’te kısa bir süre kalmıştım. Grubumuz orada yeni yeni toparlanıyordu. Necmi de sonradan partiye katılmıştı. 

Ferhat, Mahmut ve Eşref de çok değerli arkadaşlardı. Direniş içinde biraz tanışabildik ama o da kısa bir süreliğine. Onları da yazabilmeliyiz. 
Bu yeniden diriliş öyküsünün kahramanları bugün aramızda değil. Kalanların onları anlatması veya anlaması çok zor. Değişik isimdeki arkadaşlar, Diyarbakır zindan gerçekliğini yazdılar; bu konuda yeterince kitap da var. Geriye kalan, şehit arkadaşların anılarını yaşatabilmektir. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.