Bir gerillanın hikayesi: Mûrat Mûradî
Dosya Haberleri —

Mûrat Mûradî
- Mehmet Emin Serhan 1971’de, Batman’da doğdu. Kalabalık, yurtsever bir ailede büyüyen Serhan, 1992’de, devlet ve Hizbullah’ın baskılarına karşı Kürt Özgürlük Hareketi’ne katıldı. Katılımından sonra Mûrat Mûradî ismini alan Serhan’ın ailesine tam 5 kez şehadet haberi geldi.
- Mûrat Mûradî, 1992 Newroz’undan hemen sonra gerillaya katılır. Melahat Serhan, abisinin en büyük hayalini şöyle anlatıyor: "Önderliği görmek istediğini söylemiş. Bu onun en büyük hayaliydi. Gitmiş, Önderliği görmüş. Döndükten sonra Sêrt’e görevlendirilmiş, gidemeden, 1997’de Farqîn’de şehit düşüyor.”
MIHEME PORGEBOL
Mehmet Emin Serhan 1971’de, Batman’da doğdu. Kalabalık, yurtsever bir ailede büyüyen Serhan, 1992’de, devlet ve onun güdümünde paramiliter faaliyetlerde bulunan Hizbullah’ın baskılarına karşı Kürt Özgürlük Hareketi’ne katıldı. Katılımından sonra Mûrat Mûradî ismini alan Serhan’ın ailesine tam 5 kez şehadet haberi geldi. Her seferinde gerçek dışı çıkan bu haberlerin sonuncusunda cenazesi tespit edildi. 1997’de, iki arkadaşıyla birlikte Farqîn’de kimyasal silahla şehit düşen Mûrat Mûradî’nin kız kardeşi Melahat Serhan, kardeşini, ailesini ve bugün gelinen süreçte Barış Anneleri’nin taleplerini paylaştı. Kardeşinin daha küçük yaşlardayken bile çok cesur ve zeki bir çocuk olduğunu belirten Melahat Serhan, “Zaten bu yola girenlerin tamamı cesur ve zeki çocuklar. Kardeşim de öyle olduğu için yönünü dağlara verdi. Okulunda da, girdiği tüm işlerde de başarılı bir çocuktu. Sık sık sinirlenirdi çünkü haksızlığa karşı tahammülü hiç yoktu” diyerek, kardeşinin hikayesini anlatıyor.
Bana Kürt olduğumu öğretti
Gözünü yurtsever bir ailede açtığını söyleyen Melahat Serhan, henüz çocukken Kürdistan nedir, kesk û sor û zer nedir bilmeden evlerinde bu konuların konuşulduğunu dile getiriyor. Kendinden yaşça büyük olan Mûrat Mûradî ile çocukluk anılarını ise şöyle anlatıyor: “Bir keresinde bana ‘sarı kırmızı yeşil bir kazak giyip karakolun karşısından geçersen sana para vereceğim’ demişti. Ben de neden böyle bir şey istediğini bilmediğim için korkmadan ‘Giyerim ama bana ne kadar vereceksin’ dedim. ‘Ne kadar istersen veririm, yeter ki sen dediğimi yap’ dedi. Henüz 10 yaşında ya vardım ya yoktum; ondan bana sarı, kırmızı, yeşil bir kazak almasını istedim. Aldı, getirdi, giydim, karakolun karşısından geçtim. Böyle böyle oyunlar oynuyordu benimle… Bir keresinde de -daha o zamanlar Kürdistan nedir, Kürtçe nedir, dil nedir bilmiyorum- komşumuzun evine gittim. Komşularımız da yurtseverdi. Benimle eğlenmek için sordular ‘Siz Kürt müsünüz yoksa Türk mü’ diye. Ben de ‘Devletimiz Türkiye, biz de Türküz’ dedim. ‘Hayır’ dediler, ‘Bak işte Türkçe bile bilmiyorsun, siz Kürtsünüz. Git evin büyüklerine sor bakalım.’ Ben de eve dönüp Mehmet Emin’e söyledim durumu. Zaten her şeyi onunla paylaşıyordum. ‘Biz Türk müyüz yoksa Kürt mü’ diye sordum. ‘Komşulara Türk olduğumuzu söyledim, bana inanmadılar’ dedim. Kızdı bana, ‘Türkçe biliyor musun, yok. Annen baban Türkçe mi konuşuyor, yok. Neren Türk senin’ dedi. Bunun üzerine komşuya heyecanla koşa koşa gidip Kürt olduğumuzu söyledim. Bana Kürt olduğumu kardeşim öğretti.”
Hizbullahçıların hedefi oldu
Mûradî’nin Gercüş’te yatılı olarak okuduğunu ve orada öğretmenlerinin baskı ve ayrımcılığını kaldıramadığını dile getiren Melahat Serhan, kardeşinin daha sonra Batman’a dönerek, liseye orada devam ettiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Lise yıllarında Hizbullahçılar görünür olmaya başlamıştı. Okuduğu lisede gençler iki grup olmuşlardı. Bir grup yurtseverlerden oluşuyordu, diğer grup ise Hizbullahçılardı. Cengiz Altun’un katledildiği tarihlerde lisedeydi. Cengiz Altun cinayeti işlendikten sonra okul idaresi, öğrenciler yürüyüşe katılmasın diye okulun kapılarını kapatmış. Mehmet Emin ve arkadaşları kapıyı kırıp yürüyüş ve cenaze törenine katılıyorlar. Bu olaydan sonra görünür olmaya başladığı için Hizbullahçıların öncelikli hedefi haline geliyor. Kardeşim, ailenin yurtsever kimliğini sürekli üzerinde taşıyor, her davranışında gösteriyordu. Bu yüzden Hizbullahçıların hedefi oldu zaten. Hizbullahçıların da arkasında devlet vardı. Bütün bunlar onu duygusal ve düşünsel olarak etkiliyordu.”
Ölmesini beklerken şehri gezdirdiler
Mûradî, Ramazan ayında Hizbullahçılar tarafından kaçırılıp öldü sanılana kadar dövülüyor, sonra da bir kenara atılıyor. Melahat Serhan, o dönem yaşananları şu şekilde paylaşıyor: “Ardından polisler buluyor onu. ‘Zaten ölecek, öldüğü yerde atarız’ deyip polis minibüsüne alıyorlar yarı baygın halde. Mûradî bunu anlatırken ‘Bilincim hala yerinde olduğu için olan biteni anlamlandırabiliyordum’ diyordu. ‘Gözümü açtığımda Esentepe dolaylarında olduğumuzu gördüm. Bütün şehri gezdirdiler bana o halde. Baktılar ki ölmüyorum, beni yol kenarına attılar.’ Üzerindeki kan ve çamurdan utandığı için eve gelmek istemiyor. Mahalleli onu görürse hem korkarlar hem de her kafadan bir ses çıkar düşüncesiyle Petrolkent’te bulunan kardeşimizin evine gidiyor. En azından o mahallede kendisini tanıyan kimse olmayacağı için rahat hareket edebileceğini düşünüyor. Yaraları iyileşene kadar orada kalıyor.”
Hayali, Önderliği görmekti
Mûradî, yaraları iyileşir iyileşmez de -1992 Newroz’undan hemen sonra- gerillaya katılıyor. 8 arkadaş birlikte yola çıkıyorlar: “Bütün arkadaşları geri döndü ama o dönmedi yolundan. Zaten gerillaya katıldığını birlikte yola çıktığı arkadaşlarının ailelerinden öğrendik. Biz onun bir arkadaşında kaldığını veya başka bir şehre gittiğini düşünüyorduk. Ara sıra telefonlaşıyorduk da. Bize arkadaşında kaldığını söylüyordu. Velhasıl, birlikte yola çıktığı arkadaşları geri döndü, o kaldı. Gerillada kaldığı süre boyunca birçok sefer şehadet haberi geldi. Pasûr ve Farqîn’de çalışma yürüttüğünü biliyorduk. Önderliği görmek istediğini söylemiş. Bu onun en büyük hayaliydi. Gitmiş, Önderliği görmüş. Döndükten sonra Sêrt’e görevlendirilmiş, gidemeden, 1997’de Farqîn’de kimyasalla şehit düşürülüyor.”
Gittiği gün
Muradî, gittiği gün kunduralarını boyuyor, kıyafetlerini ütülüyor. Paraya ihtiyacı olduğunu, başı sıkışırsa gidecek kimsesi olmadığını söylüyor. Melahat Serhan, dönemin parasıyla getirip 50 bin lira verdiğini dile getiriyor ve şöyle devam ediyor: “Ama almadı. ‘Kimse yok diyorsun ama ben varım işte’ dediğimde ‘Hep yanımda mı olacaksın sen. Elbet gideceksin’ dedi. O gün anlamamıştım ama meğer gidecek olan kendisiymiş. Akşam yemek yapmış, onun payını ayırmıştık. Gelmedi.”
‘Herkes bir kez ölür, sen her gün…’
Gittikten dört ay sonra Mûradî eve bir mektup gönderiyor. Melahat Serhan, mektupta birkaç fotoğrafın yanında bir de iyi olduğunu, yerine ulaştığını, merak etmemeleri gerektiğinin söylüyor. Kardeşinin gidişinin tüm aileyi çok zorladığını belirtiyor: “Gidenin bir daha dönmeyeceğini bilmek daha da zorlaştırıyordu her şeyi. O gittikten sonra babam her gece uykusundan uyanıp ‘Herkes bir kez ölür, sen sanki her gün gözlerimin önünde ölüyormuşsun gibi’ der, ona seslenirdi. Bir dükkanımız vardı. Bayram geldiğinde babam gider dükkanı açar, dükkanın önündeki taşlarda otururdu. ‘Onlar taşlarda uyuduğu sürece biz de taşların üzerinde olacağız’ derdi. Ailemiz bayram yapmazdı. Babam da evin diğer büyükleri de evden çıkardı. Bayramlarda misafirler gelirdi, babamın nerede olduğunu söyleyemezdik. O dönem düşmanın yapacaklarına dair endişemizden ‘Kardeşimiz katılım yaptı, biz bayram yapmadığımız için büyüklerimiz evde değil’ diyemiyorduk. Kapıdan geri çeviriyorduk bayramlaşmaya gelenleri. Dört yıl boyunca tüm bayramlarımız böyle geçti.”
Polisin MED TV işkencesi
Mûradî’nin gidişinden dört yıl sonra devlet, katılım yaptığını öğreniyor ve sonra baskı başlıyor: “Diğer iki kardeşimizin de evi basıldı. Kardeşlerimden biri evde değildi, diğer kardeşimi kendi evinden almışlar. O dönemde Pazar günleri Önderliğin canlı yayın konuşmaları oluyordu, düşman da bunu biliyor. Eve girdiklerinde kardeşime ‘Televizyonu aç’ demişler. Televizyonda en son MED TV açık olduğu için açar açmaz yine MED TV çıkmış ve Önderliğin konuşmasının tekrarı veriliyormuş. Polis kardeşime ‘Bu kim?’ diye sorunca o da ağız alışkanlığından ‘Serok’ deyivermiş. O anda işkence başlamış eşi ve çocuklarının gözü önünde. Sonra gözaltına aldılar. Fakat asıl aradıkları kişi bu kardeşim değil, Şükrü ağabeyimizdi. Şükrü’yü evde bulamamışlar. Mehmet Emin’in katılımından tam 5 yıl sonra babam evdeki pasaportunu alıp emniyete gitti. ‘Biz onun katılım yaptığını bilmiyorduk. Yurtdışına çıktı ve bize para gönderecek sanıyorduk’ diye ifade veriyor, bu sayede diğer kardeşimi salıyorlar.”
Römorkta teşhir edilen cenazeler
Aile tam 4 kez şehadet haberini alıyor. Kardeşleri Şükrü her defasında nerede şehit düştüğüne veya mezarının nerede olduğuna dair çeşitli bilgiler alıyor. Melahat Serhan şöyle anlatıyor: “Sırf orada gömüldüğü söylendi diye Şükrü 3 defa Farqîn’deki kimsesizler mezarlığına gidip kardeşimizin cenazesini aradı. Her seferinde eli boş döndü. Yine bir kez şehadet haberi aldık, diğer seferler gibi asılsız bilgi sanıp çok önemsemedik. Meğer bu sefer gerçekmiş. İki arkadaşıyla birlikte devletin kimyasal saldırısında şehit düşmüş. Onları bir traktörün römorkuna koyup bütün Farqîn’de teşhir ede ede gezdirmişler. Sonra da gidip kimsesizler mezarlığına gömmüşler. Bu olaydan tam 41 gün sonra Şükrü tekrar girişimlerde bulundu ve durumu öğrendi; Savcılığa gidip meseleyi anlattı. Onlar da kardeşimin fotoğrafını gösterip teyit ettiriyorlar. Cenazemizi bu şekilde ancak 41 gün sonra teslim alabildik. Getirip burada gömdük ama bugün bile bir umut taşıyoruz. Sonuçta DNA testi yapmadık, bu yüzden ‘belki mezardaki o değildir’ diye avutuyoruz kendimizi.”
***
Türk annelere çağrı: Barışın sesini yükseltin
Aynı zamanda Barış Anneleri’nden olan Melahat Serhan, halihazırda Türkiye’de yürüyen müzakere sürecine ilişkin de düşüncelerini paylaştı: “Ben artık kimse böyle şeyler yaşasın istemiyorum. Bu dava artık sonuçlansın istiyorum. Biz de dünyanın diğer halkları gibi özgür yaşayabilmek istiyoruz. Gidenlerin yeri cennet olsun, eziyet görenlerin hakkı zalimin yanında kalmasın ama başka da kimse ölmesin artık, başka da kimse böyle acılar yaşamasın. Bu yüzden üzerimize düşeni yapmak için Barış Anneleri grubuyla mücadele yürütüyoruz. Kalanlar hayattan bir nebze de olsa tat alabilsin istiyoruz. Kimse bizim yaşadığımız hayatı yaşamasın istiyoruz. Bizim geniş bir ailemiz var. Yaşananlar, ister istemez hepimizin üzerinde olumsuz etkiler bıraktı. Buna rağmen bütün aile benim gibi düşünüyor. Çünkü yeter; bu savaşın artık bir barışla sonuçlanması lazım. Biz bunca eziyet görmemize rağmen barıştan başka bir şey istemiyoruz.”
Köleliği kabul etmiyoruz
Melahat Serhan, ayrıca Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın öncülüğünü yaptığı sürecin kıymetinin bilinmesi gerektiğini vurgulayarak, “Bir anne olarak diyebilirim ki Önderlik, çok yerinde bir öneri sunuyor. Bütün alemi dolaşsan barıştan güzel bir şey bulamazsın. Önderliğin Türk kamuoyuna da açtığı fikirleri hem bizim hem de onların faydasınadır. Onlar da nihayet rahata erecek. Biz ne kadar eziyet görürsek onlar da görmeye devam edecek. Onların da çocukları ölüyor. Biz Kürt aileleri çok çocukluyuz ama onların her ailede hepi topu bir iki çocukları var. E peki o çocukların huzursuzluk ve savaş ortamı içerisinde büyümeleri güzel bir şey mi? Onlara çağrı yapıyorum, bizim gibi düşünmeleri gerek. Biz nasıl barış istiyorsak, nasıl kan akmasını istemiyorsak, katliam ve savaş istemiyorsak onlar da bunu yüksek sesle söylemeli. Biz hiç kimsenin kapısı gencecik çocukların cenaze haberi için çalınsın istemiyoruz. Önderliğin sunduğu fırsat her zaman oluşabilecek bir fırsat değil. Bakın geçmişte 3 yıllık bir süreç yaşandı, her şey daha güzel değil miydi? Çocuklar ölmüyordu. Şu an da benzer bir süreç işliyor. Hayat eskisine göre daha güzel gelmiyor mu size de? Çocuklarımız ölmüyor en azından. Peki bu süreç bir barışla sonuçlanırsa daha güzel olmaz mı? Onların da meseleye böyle bakmalarını istiyoruz. Bizim gibi seslerini yükseltsin onlar da. Masaları dağıtmak hiçbir çözüm getirmeyecek. Ellerimizi barışa doğru uzatmalıyız. Biz sadece köleliği reddediyoruz” dedi.














