24 Eylül 1996: On tutsak katledildi
Forum Haberleri —
- Taş atan çocukların bile yıllarca hapislerde yatırıldığı bu ülkede kafaları parçalanarak katledildikleri sabit olan tutsakların katilleri tek bir gün dahi ceza almadılar.
ÇETİN ARKAŞ
Uzun ve halen devam ettirilen hapislik yaşamımızın son yıllarında sınırlı sayıda da olsa genç arkadaşlarla aynı odalarda kalma imkanımız oldu. Çoğu yirmili yaşlarındaydı.
Kuşatılmış, sınırlandırılmış yaşam olanakları içinde bazen TRT Müzik kanalında çıkan şarkı ve türküleri de dinlerdik. Bir gün Zeki Müren’e denk geldik. Söylediği şarkıları dinlerken genç arkadaşlardan biri, "heval, Zeki Müren ne zaman öldü?" Diye sordu. Hiç duraksamadan 24 Eylül 1996 yanıtını verince arkadaş şaşırdı. İlk önce şaka yaptığımı sandı. "Gerçekten mi?" diye sordu. Hiç tereddüt edip düşünme gereği duymadan Zeki Müren'in ölüm tarihini gün, ay ve yılı ile birlikte ifade etmem arkadaşı şaşırtmıştı. Bunu, arkadaşın tekrar soruş biçiminden anlamak mümkündü. Zaten merakını gidermek için aklına düşeni hemen kelimelere döküvermişti. Nasıl olurda Zeki Müren'in ölüm tarihini bu denli kesinlikle bir şekilde hatırlardım? Arkadaşta dile gelen ikinci soru buydu. Benzer bir diyalogu bir vesile ile başka bir genç arkadaşla daha yaşamıştık.
Aramızdaki kuşak farkı bazen bu sohbetlerde daha bariz gözüküyordu. Çoğu doksanlı yılların ikinci yarısında ya da 2000’li yılların hemen başında doğmuş arkadaşlardı. Bana göre çoğu dün gibi gelen yaşanmışlıklar, onlar için dünyaya gelmezden önce yaşanmış, sonrasında denk gelip okunmuş ya da izlemişlerse hafızaya kaydedilmiş şeylerdi.
24 Eylül 1996'yı bir çok arkadaş gibi ben de hiç unutmadım. Hafızamda o tarih hep diri kaldı. O gün ve ertesi günü TV ve gazetelerin tek manşeti vardı. "Sanat güneşimiz söndü" başlığının atıldığı gazetelerde Zeki Müren'in yaşamını yitirmesine ilişkin haber ve yorumlar veriliyordu. TV’lerdeki haberler baştan sona Zeki Müren’di. Böylesi önemli bir sanatçının yaşamını yitirmesi doğal olarak haber değeri taşırdı, geniş bir şekilde haberleştirilmesi de doğaldı. Yanlış olan, Zeki Müren'in ölümü ile perdelenmek istenen bir başka haberin yok sayılmasıydı.
Aynı gün Diyarbakır cezaevinde büyük bir katliam yaşanmıştı. On PKK’li tutsak vahşice katledilmişti. Bu katliama dair haberler ya hiç yoktu ya da çarpıtılarak ve çok kısa bir şekilde verilmişti. Malum medya yıllardır yaptığını yapıyor, hakikatin sözcülüğünü yapmak yerine, psikolojik savaşın kirli aparatı rolüne bürünüyordu. “PKK- itirafçı kavgası” şeklinde katliamın gerçek yüzünü gizlemeye çalışanlar olduğu gibi, attığı manşetlerde katliamı meşru ve "olağan sonuç" şeklinde yansıtmaya çalışanlar da az değildi. Ana akım medyanın genelindeki ağırlıklı hava yaşanan katliamı görmezden gelme şeklindeydi. Zeki Müren'in vefatını ise bu katliamın üzerini örtmek için fazlasıyla kullandılar.
Peki o gün Diyarbakır cezaevinde neler yaşanmıştı? Katliamı öncesinde olağanüstü herhangi bir şey yaşanmış mıydı? O güne tanıklık edenlerin anlatımlarından biliyoruz ki anormal denilebilecek herhangi bir şey söz konusu değildir. Olağan günlerden bir gündür ve aile görüşü yapılmaktadır. Bir grup tutsak da görüş yerinde aileleriyle görüşmektedir. O yıllarda, dışarıdan ailelerin getirdiği eşyalar içeri alınabiliyordu. Bu nedenle getirilen eşyaların içeri taşınması için koğuşlardan leğenler alınmış, gardiyanlara teslim edilmişti. Herhangi bir olağanüstülük yoktu. Görüş saati devam ederken bir tutuklu ile gardiyanlar arasında basit bir sebepten ötürü tartışma çıkar ve tartışma gergin bir hale bürünür. Normalde konuşularak halledilebilecek bir mesele büyütülür. Gardiyanlara gelen haber üzerine tüm gardiyanlar malta ve şebeke denilen bölümlerden çekilir. Bu, kötüye işarettir. Gardiyanlar çekildiyse saldırı hazırlığı yapılıyor demektir. Koğuş kapılar kapalıdır. Görüşte olan ve eşyalarını taşımak için koridorda olan arkadaşların dışında tüm arkadaşlar kapıları kilitli koğuşlardadır. Kısa bir süre sonra yüzlerce asker, polis ve özel harekat timi cezaevine giriş yapar. Ellerinde cop, demir çubuklar, çivili sopalar ve kalaslar vardır.
Malta ve şebekede 20-25 civarında arkadaş bulunmaktadır. Kapıları kilitli olduğu için koğuşlara da girememişlerdir. Ellerinde hiçbir saldırı ya da savunma aracı da yoktur. Çoğu, aile görüşünden dönmüştür. Saldırının asıl hedefi bu arkadaşlar olur. Vahşice dövülürler. Birbirlerine kenetlenen arkadaşların tek yapabildiği "insanlık onuru işkenceyi yenecek" şeklinde slogan atmaktır. Kapalı koğuşlardaki arkadaşlar da sloganlarla, kapıları döverek saldırıya tepki gösterirler.
Asker ve polisler tutsakları tek tek sürükleyerek görüş yerine götürürler. Öldürmek kastıyla ölümcül darbeler vurarak on tutsağı vahşice katlederler. Otopsilerine katılanların belirttiklerine göre katledilenlerin çoğu tanınmaz hale getirilmiş, kafaları parçalanmış. Bazı tutsakların ağır yaralı olarak kurtulmuş olmaları ise mucizedir.
Katledilen tutsak arkadaşlarımızın isimleri şöyledir: Mehmet Aslan, Kadri Demir, Ahmet Çelik, Edip Derikçe, Mehmet Nimet Çakmak, Rıdvan Bulut, Mehmet Kadri Gümüş, Erkan Perişan, Cemal Çam ve Hakkı Tekin.
Bu katliam yaşandığında Bartın cezaevindeydim. Katliamda yaşamını yitiren Erkan perişan heval de tutuklanıp Bartın cezaevine getirilmişti. Bartın'da kısa bir süre kaldı. Mahkeme sebebiyle Diyarbakır'a götürüleceğini öğrenince çok sevinmişti. Bizim yaşlarımızda, cana yakın bir arkadaştı. Katledilen arkadaşların çoğu yaşıtımızdı ya da bizden daha büyük arkadaşlardı. Özgür basın dışında bu katliamı gerçek yönleriyle ele alan olmadı, bu arkadaşlarımızın ailelerinin yaşadıkları acılar paylaşılmadı. İstisna kabilinden ve sıcağı sıcağına tepki gösteren namuslu aydınlar da vardı. Onların yazdıkları ve söyledikleri de tahliye kaydedildi, suskun kalanların ya da katliamcıları atlayıp tutsakları suçlayanların yazıp söyledikleri de!
Zülfü Livaneli, 26 Eylül'de Milliyet gazetesindeki köşesinde katliamı "vahşet" olarak tanımlıyor ve kamuoyundan bu vahşetin saklanmasını eleştiriyordu. Ayrıca yazısına şunları ekliyordu; “Zeki Müren gibi büyük bir sanatçısına ağıt yakarken, cezaevinde öldürülmüş tutsakların da hesabını soran, uygar, sağduyulu bir ülkede yaşama umudu, giderek solan bir güle dönüşüyordu."
Bu katliam tasarlanmış bir mesaj gibi duruyordu. Öncesinde ve sonrasında takınılan tutumlar, dile getirilenler bu iddiayı güçlendirir nitelikteydi. 1996 Mayıs’ından 24 Eylül katliamına gelene kadar önemli bazı süreçler yaşanmıştı. 6 Mayıs'ta Sayın Öcalan'a yönelik bir suikast girişimi olmuştu. Bin kiloluk bir bomba patlatılmış, Sayın Öcalan alınan tedbirler sonucu bu saldırıdan etkilenmemişti. Tarih önemliydi. 6 Mayıs 1009 72 Deniz Gezmişler’in idam edildiği gündür. Türkiye devrimci hareketinin önemli liderlerini idamla ortadan kaldırdığını düşünenler, bir başka 6 Mayıs'ta Kürt devrimci hareketinin liderliğini ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdi. Zeynep Kınacı (Zilan), PKK tarihindeki ilk fedai eylemini 30 Haziran 1996'da gerçekleştirirken, Sayın Öcalan'a yönelik suikast girişiminin ne manaya geldiğini, geride bıraktığı ve mesajlarıyla ve eylemiyle en net haliyle ifade etmiş oluyordu. Sonraki MGK’da hem 6 Mayıs suikast girişiminin hem ilk fedai eylemin tartışıldığına şüphe yoktu. Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanan katliamın, en üst düzeyde kararlaştırılmış ve verilmek istenen mesaj niteliğini taşıdığını söyleyen çokça yorumcu oldu. Analizcilere göre bu katliam, yerel idarecilerin anlık, fevri bir saldırısı değildi, merkezi politikanın uygulanmasıydı. En açık göstergesi ise bu katliam da yargılananların tümünün korunmasıydı.
Önce göstermelik davalar açıldı. Asker, polis, gardiyan, cezaevi doktoru ve cezaevi müdürünün de bulunduğu 72 sanık yargılandı. 2006'da sonuçlanan davada 62 sanık "kastın aşılması suretiyle birden fazla kişiyi öldürmek", "görevi kötüye kullanmak" suçlarından beşer yıl hapis ve üçer yıl kamu hizmetinden men cezasına çarptırıldılar. Kafası parçalanarak katledilen on Kürt tutsağın failleri için "adalet" bunu emretmişti.
Yargıtay, eksik soruşturma gerekçesiyle adaletle alakası olmayan bu kararı bozup, dosyayı yeniden görmek üzere yere mahkemeye göndermişti. Aralık 2012'de kamu davasının zamanaşımı nedeniyle düşürülmesi istendi.
En son 2019'da Diyarbakır'da görülen davada yeni bir karar çıktı. Tam 23 yıl sonra katledilen tüm tutsakların katilleri korunmuş oldu. Tek bir gün bile ceza almamış oldular. Bu mahkeme süreci ve nihai sonucuna bakarak, katliamın bir devlet kararı olduğunu ve yaşananların bunu tescillendiğini söyleyenler mesnetsiz konuşuyor diyebilir miyiz?
Taş atan çocukların bile yıllarca hapislerde yatırıldığı bu ülkede kafaları parçalanarak katledildikleri sabit olan tutsakların katilleri tek bir gün dahi ceza almadılar.
Her 24 Eylül geldiğinde Zeki Müren'i anmaya devam ettiler. Vicdanını yitirmemiş sınırlı sayıdaki aydın ve Kürt halkı dışında, 24 Eylül'ün, başka büyük bir acının yıldönümü olduğunu hatırlayan olmadı.
Zihniyet değişmedikçe yüzleşme gerçekleşemez denilir. Böyle yığınca sembol tarihler vardır. Tarihlerin karşılanış biçimleri hangi zihniyetin başat olduğunu da göstermektedir.